38,6925$% -0.21
43,5491€% 0.36
51,7030£% 0.41
3.974,49%0,35
3.194,44%0,55
9.617,97%-0,86
21 February 2016 Sunday
Şarkıların durgunluğunda ince bir ayar yapmak lazım bazen köhne duyguların, kavramların içine sıkışıp kaldığımız, neyin iyi veya neyin kötü olduğunu sorgulamadığımız anlarda sadece şarkılar beynimizde oluşan sis perdesini aralar. ‘’Şarkılarda buldum seni şarkılarda kaybettim seni’’ ince bir deyimin eş anlamlısı… Hayatımızdan ayıramadığımız sürekli iç içe olduğumuz şarkılar… Hüzünlendiğimizde duygulandığımızda of! Deyip tepemiz attığında ruh dünyamıza göre dinlediğimiz şarkılar… Şarkılar neden hep ulaşılamayan sevgiliye, ütopyaya hitap eder anlamam ama sürekli kulaklarımızın aşina olduğu sesleri, beynimizin sinir sisteminden eksik etmeyiz; bir ekmek bir su gibi. Bazen bir serzeniş bestesine bazen yıkılmışlığın bazen de özlemin ifadesi gibi ruhumuza bürünür, herkes nasiplenir kendince. Mutlu olunca hadi bir hareketli şarkı dinleyeyim demeyenimiz yoktur sanırım ama içsellik içeren bir melankolik duygularımız olunca hareketli şarkı dinlemeyi sevmeyiz genelde üzüntümüze saygısızlık olmasın diye. Zaten yüz güldüren şarkılarda bile bir üçkâğıt vardır ya… Ama hissiyat içiren şarkılarda sahtelik olacağı kanaatini taşımıyorum. Galiba biz üzülmeyi seviyoruz. Duyguların dili şarkılardır. Duyarlı olmanın kozadan cıkmış kelebek gibi hissetmenin, gözlerin ıslanmasını sağlayan bir noktaya bakıp şarkılarla zaman tüneline girmişçesine dalmamızda tesadüf değildir. Girdin mi bir kere şarkıların büyülü atmosferine, notasız nefes alamayacağımızı anlarız. Sonu mutlu biten filmler varda sonu iyi biten şarkılar pek azdır. Gecelerde daha birçok severiz nağmeleri. Karanlık, sessizlik kendi kabuğumuza çekilmişliğin vermiş olduğu insanlardan hafif bir sıyrılma duygusu. Tüm frekanslarımızın içselliğe yönelmiş olması. Gecelerde şarkıları dinlemenin hakkını veririz. Şarkılardan herkes iç dünyasının algılamak istediği seviyeyi almak ister. Sanatla hemhal olan entelektüel birinin Beethoven’un 9’cu senfonisindeki ışıltıyı, ortaçağ karanlığından günümüze hitap eden ışıltısını hissetmek yaşamak ister; her ses çıkısının inanılmaz lezzetini iştahla ruhuna damıtmak ister. Kendi kabuğunda yaşayıp, hayatın ona vermiş olduklarıyla yetinmeyen birinin teselliyi arabeskte aramasını ,(ruhsal işkencenin nirvanası sayılır bana göre ) ağır sendrom şarkılar dinlemesini anlamaz… Bir mukabele içinde söz olmayan, bir bestenin bir kişinin elleriyle yapmış olduğu hareketlerine bağlı, müzik aletlerinin çıkarmış olduğu seslerin bütününe, kendince saçmalık olan bu tür durumları tebessümle karşılar… Yani kısacası herkes ruhuna seviyesine göre enjekte etmeli dinletilerini. Galibalarla hayatımıza bir yön vermeyi, kendimizi kandırmayı iyi beceriyoruz. Ertelediğimiz yapamadığımız o kadar şey var ki şu hayatta, her şarkı dinleyişimizde bir şarkı daha erteliyoruz… Son şarkımızın ‘’Beynelmilel’’ filmindeki ölüm marşı olmaması dileğiyle… İçinde mutluluğa, özgürlüğe hasret kalmış, müzik notalarıyla kalmanız tebessümüyle.
Çam ağaçları ile kaplı dağları yavaş yavaş, bizi bir sağa bir sola savurarak tırmanıyordu emektar arabamız. Keskin virajlarla dolu bu yol bizi seyir zevkinden mahrum bırakıyordu. Araçtaki herkesi bir yorgunluk basmış, gözlerimiz durup nefes alacağımız bir tesis arıyordu. Gördüğümüz bir tabela on dakikalık mesafede bir dinlenme tesisi olduğunu söylüyordu. Hepimize bir canlılık gelmiş, oraya bir an önce varmak için arabanın gaz pedalına makul ölçülerde biraz daha bastı aracı kullanan arkadaş. Şükür ki çok geçmeden varmıştık Toros Dağlarının zirvesindeki bu tesise. Biraz soluklanıp çaylarımızı yudumladık. Yolcu yolunda gerek diye araca yönelirken, gelince fark etmediğimiz tam karşımızda duran, elinde bağlaması ile Karacaoğlan ve Elif kızın heykelini gördük. Bir iki resim çekip araca bindik çileli yolculuğumuza zorda olsa devam etmeliydik. Aracımız hareket ederken edebiyatı seven arkadaşımız sormadığımıza kızarak başladı anlatmaya…
Sazsız bir ozan olarak doğar Hasan. Annesi Bebek Hasan’ı, Karaca Hasan’ım diye sever. Hasan bu sözlere anlamayacak yaşta, kundaktayken kaybeder annesini. Babası ise Hasan’ı beş yaşında bırakıp askere gider bir daha dönmemek üzere. Hasan köydeki herkesin konuşmaya korktuğu sertliğiyle nam salmış Osman Ağa’ya kalır. Hayat üstüne gele gele ozan eylemiştir Hasan’ı. Kara günlerinden mi annesinden mi kalmış bilinmez ama bizim Hasan artık Karacaoğlan olmuştur. Elinde bağlaması dertler saçar köye. Osman Ağa kimsesiz Karacaoğlan’ı onun gibi kimsesiz fakat dilsiz bir kızla evlendirmek ister. Karacaoğlan duruma itiraz etmek ister ama nafile Osman Ağa’ya laf anlatmak imkânsızdır. Bir gece elinde bağlamasıyla terk eder köyü. Toros Dağlarında dolaşmaya başlar. Türkülerini bu uçsuz bucaksız dağlara söyler. Gördüğü obalarda karnını doyurur, bilmediği yoluna devam eder. Bir gün gene böyle bir obaya denk gelir. Karnını doyurduktan sonra teşekkür mahiyetinde eline alır bağlamasını, dokunur teline söyler türküsünü. Duyan gelir bırakır işi gücü sararlar Karacaoğlan’ın etrafını. Obada kalması için ikna ederler. Obada günlerini türküler söyleyerek geçiren Karacaoğlan Osman Ağa gibi bir adamın kızı olan, Elif kızı burada görür. Osman Ağa’ya anlatamadığı derdini bu adamada anlatamayacağını düşünür ve sevdasını bağlamasına yükleyip, gece vakti terk eder obayı. Toros Dağlarını yeniden mesken eyler, dolaşır aylarca. Denk geldiği obaların ısrarlarına rağmen kalmaz hiç birinde. Dolaşa dolaşa yine Elif kızın obasına denk gelir. Aylardır birbirini uzaktan seven hiç konuşmayan bu iki sevdalı gönül gene hiç konuşmadan bir araya gelir el ele tutuşur ve bu sefer birlikte kaçarlar obadan.
Tuğrul Beye sığınırlar. Düğünlerini yapıp mutlu mesut bir yuva kurarlar kendilerine. Talihin döndüğünü düşünür Karacaoğlan. Dert söyleyen bağlaması artık düğünlerde çalmaya başlar. Bir gün uzaklıkta ki bir mesafede düğünde bağlama çalarken bağlamasının teli kopar. Ayağa kalkan Karacaoğlan vakit kaybetmeden Elif kızın yolunu tutar. Çadırına vardığında Elif kızı içerde bir adamla görür. Karacaoğlan susar tek kelime etmez abasını çıkarır Elif kızın üzerine bırakır ve evi bildiği Toros Dağlarına yönelir yeniden. Karacaoğlan’ın abasını gören Elif kız anlar Karacaoğlan’ın dönmemek üzere gittiğini. Durumu Tuğrul Beye anlatır ve odasına zorla giren yabancı adamı öldürtür. Tuğrul Bey haber salar dört bir yana obalara, köylere, kasabalara, adam gönderir Toroslara, Karacaoğlan’ı bulun ve bu yanlış anlaşılmayı düzeltin diye. Gittikleri her yerde türkülerine, ağıtlarına denk gelirler ama Karacaoğlan’ı bir türlü bulamazlar.
Yıllar sonra dilden dile dolaşan hikâyeyi duyan Karacaoğlan çıkar gelir. Sorar köylülere Elif kız nerde diye. Tepedeki mezarlıktaki Elif kızın yerini gösterirler. Karacaoğlan elindeki bağlamasını mezarın başındaki dut ağacına asar ve kıyamete kadar bu saz burada kalacak der. Karacaoğlan’ı da karşı tepeye gömer köylüler. Rivayet odur ki her yıl baharda bu iki mezardan biri mavi biri yeşil ışık çıkar ve gökyüzünde birleşir…
Ne bahara sevdalı ne de kışa kırgın. Nisan yağmuruna olan hasretimi aralığın karına havale ettim. Acelem yok her şeyi zamanında ve doyasıya yaşamak istiyorum. Hiçbir deme ayrı bir anlam yüklememeli, aşkı bahara, ayrılığı sonbahara, ölümü kışa bırakmamalı. Acele etmeden sindire sindire his ede ede yaşamalı her mevsimi kendi deminde verdikleriyle acısıyla tatlısıyla.
Kalbinde yaşamalı insan dört mevsimi. Sonbaharda aşkı tatmalı baharda firaka katlanmalı, yazları ölüme dayanmalı belki de ağlamalı ama ne gelirse gelsin katlanmalı. Bir dünya kurmalı kalpte her şeyden uzak bir şehir yaşatmalı içinde dış dünyaya benzeyen hiçbir şeyin olmadığı. Taşımalı şehrini kendiyle. Sıcak bir yaz gününde duygular gelip depreşmeli, gürlemeli, yağmur olup yağmalı. Günler bahara dönerken ağaçlar yeşermeye, kardelenler başını göstermeye başlarken, fırtınaya hazırlanmalı mevsimsiz kalpte. Kar boran yıkar ağacınızı, kırar dalınızı, boynunu büker nazlı kardelen, ne zamana bakar ne mevsime.
Ummalı insan hayatta her şeyi ummadığı anda olmamalı. Çınarlar ekmeli şehrine, beton duvarlar dökmeli sınırlarına. Sevdadan yana, firaktan yana ölümden yana, ne yana düşerse düşsün sarsılmamalı savrulmamalı.
Ümit tohumları ekmeli çınar ağacının gölgesine hayata dair geleceğe dair insanlığa dair. Çocuklar büyütmeli el ele sarışın, esmer renk renk tek beden. Yağmurlar yağmalı susamış topraklara, yediveren başaklar yetişmeli dört bir yanda. Leylalar- Mecnunlar, Ferhatlar- Şirinler, Memler-Zinler yaşamalı ama kavuşmalı bu kalpte. Destanlar yaşanmalı ama mutlu son bulmalı. Yeşile boyamalı sokakları, çatılar kahverengi, deniz mavi olmalı. Kırmızıyı kullanmamalı insan bedeninde kalmalı ve düşmemeli yere. Resmi ve konuşma dili sevgi olmalı. Sözlüğünde her kelimeye yer olmamalı. Tek kelime yeter oda Aşk olmalı. Aşk ile yaşamalı, Aşk ile bağlanmalı, Aşk ile sevmeli.
Bir hayal kurmalı kendi dünyasında herkes. Güzelliklerin yaşadığı yağmur yerine bombaların yağmadığı, dumanların kararttığı bir gökyüzünün bulunmadığı bir dünya. Çocukların güldüğü ve çocuk kaldığı bir dünya, kanın akmadığı bir dünya. İlk önce kalplerde yaşamalı zihinlerde kurulmalı. Birkaç varil petrole birkaç milyon dolara feda edilmemeli nice güzellikler. Amasız şartsız sevmeli insanlığı ve yarın geç olmadan şimdiden barışın yaşamasına fırsat vermeli. Unutulmamalı ki ‘’Savaşın boyutu ne olursa olsun muhakkak bir barış umudu vardır.’’
Güzelliklerin olduğu bir dünya ümidiyle…
Kavgaya başlamadığımız zamanlardı henüz. Gökkuşağının altından geçmeye çalışan masum çocuklardık. İnanmıştık bir masala lakin bir türlü gerçekleştiremiyorduk inandıklarımızı. Az buçuk büyüdük ve hemen işin kolayına kaçıp inandıklarımızı değiştirdik. Artık yağmurlu bir günde havada güneşin belirmesiyle oluşan ışık kırılmalarında ortaya çıkan gökkuşağı yeterince ilginç gelmemeye başlamıştı.
Büyümek için sabırsız bir kaygı taşıyorduk yüreğimizde. Yapacak çok işimiz vardı, çocuklukla fazla vakit harcamıştık. Hayatla tanışmayı o kadar çok istiyorduk ki her şeye veda etmeyi çoktan kabullenmiştik. Nitekim dileğimiz kabul oldu.
Mahallemizin sokaklarını terk ettik. Aynı mahallede oynadığımız arkadaşlarımız taşındı farklı mahalleye. Topunuzu patlatırım diye tehdit eden teyzelere amcalara boyun eğdik çekildik toprak sahalardan. Yüzmeyi öğrendiğimiz dereleri terk ettik kaderine. Büyüdük büyüdük hem de istemeyeceğimiz kadar büyüdük. İçimizde ki duyguları da büyüttük.
O kadar büyüdük ki başka kimseye yer kalmadı. Dünyaları sığdıracağımız bir kalbimiz vardı büyüdükçe onu da kinle nefretle doldurduk. Kendimize yer açmamız lazımdı o sebeple başkalarını yerinden etmemiz gerekti. Birbirimizi yok etmek için en büyük bahaneyi getirip ortaya koyduk ve onun etrafında toplandık.
Benliğimiz sarmaşık çiçeği gibi sardı dört bir yanımızı artık sadece ben vardı.
Herkes benim tuttuğum takımı tutmalıydı.
Herkes benim düşündüğüm gibi düşünmeli
Herkes beni sevmeli
Ve ortalıkta sevilecek bir şey varsa sadece ben sevmeliyim. Kimse de benim gibi sevemez. Mesela vatan mı sevilecek en iyi ben severim büyük ihtimalle gerisi vatan hainidir.
İşte bu benlik geldi oturdu bedenimizin, aklımızın, yönetim mekanizmasının başına. Esiri olduk bu düşüncelerin. Şu an yaşadığımız sıkıntıların temeli bu düşünce dünyasıyla kuruluyor. Diğergâmlık, fedakârlık, kardeşlik hepsi sadece kitaplarda yazan veya nasihatlerde geçen sözcük olarak kaldı.
Şimdilerde bölük pörçük olduk. Başkalarının kurduğu ve yönettiği bir filmde figüran olmuştuk. Bir araya gelemeyecek kadar düşman edilmiş bir senaryoda buluşmuştuk. Kimimiz ülkücü kimimiz solcu kimimiz komünist, kimimiz dinci, kimimiz hümanist, kimimiz liberal, kimimiz son model paralel.
Unuttuğumuz tek şey var o da hepimiz kuluz O’na (c.c)
Seni bir nebzede yaşamak isterdim. Anlatmaktan öte anlamak için.
Temmuz da yağan bir kar tanesiydin. Bizim için güzellik senin için yok oluş. Gelişin ve gidişin arasındaki süreydi serpilip dağıldığın dem.
Bir bahar yağmuruydun geç kalmış. Bir kış karıydın erken gelmiş. Zamansız gelip zamansız gidendin. Bazen iyi bazen kötü. Bazen gözyaşı çoğu zaman da tebessüm. Vuslata da erdirdin firakta yaşattın.
Güldürdüğünde hoş ağlattığında nahoştun. Gözle görülmez elle tutulmazdın. Bir varlığın yoktu. Yokluğun ise belirsizlikti. Tarif edilemezdin. Her daim his edilen fakat dile gelmeyen yazıya dökülmeyendin. Gözlerde parıltı kalpte bir çarpıntıydın. Bazen de avuçların terlemesi ellerin titremesiydin.
Kimi zaman yükledin kendini gözü yaşlı secdeye giden kula. Kimi zaman da ıslak bir sayfaya döküldün gözyaşıyla yâre ulaşmak için. Bir kutsallık taşıdın özünde.
Yolcunun gözünde bitmek bilmeyen bir mesafeydin. Bir çocuğun ağlaması annenin yaktığı ağıttın.
Sorgulandığın zamanlar hiç bitmedi. Hep ulaşılmaz oldun merak edilen gizemli bir sırdın.
Renkli güllere yüklenmiş bir duygu muydun? Keşfin hangi tarihe dayanıyordu. Hz. Âdem’in doğumu muydun? Yoksa Hz. İbrahim Halilullah’ın ateşe atılırken taşıdığı iman mıydın? Efendimiz (SAV)’in ümmeti ümmeti diyen beyanı mıydın? Kutlu bir miraç mıydın?
Issız çöllerde gözyaşları içinde yaşanan bir Kerbela mıydın?
Adın neydi? Bir bilinmezlik mi? Bir var oluş mu, amaç mı ya da yok oluş mu? Yaşayan yanmalı mı senle, ateş miydin? Adın neydi? … Aşk mı?
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.