Îmânın tadına varmak için, öncelikle onun ne demek olduğunu bilmek gerekir. Îmân, dünyaya gönderiliş sebebimiz, cennetin anahtarı, dünya ve âhiret selametimizin vazgeçilmez esasıdır. Yapılan fiilleri, âdetten salih amel rütbesine çıkarıp Allah nezdinde itibarlı kılan da yine îmândır.
Îmân, icmalen (özetle) “Lâ ilâhe illellah Muhammedun resûlullah” sözü ve tevhid beyanıdır. Gönderilen bütün Peygamberlerin de söyledikleri ilk ve ortak söz kelime-i tevhid olmuştur. Tafsilen (detaylı olarak) iman ise, âmentü duasında sayılan îmân esaslarını daha geniş açılımıyla, Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i seniyyede belirlenmiş ahkâmın tamamını hak ve gerçek olarak tasdikten ibarettir.
Bununla birlikte ulemanın bir kısmı îmânı, dinin tamamı hususunda dilin ikrarı, kalbin tasdiki ve azaların da amel etmesi olarak tarif etmişlerdir. Yeter ki amelde noksanı olana kafir denilmesin.
Şimdi de, îmânın, bir diğer rivayete göre İslam’ın lezzetini kimlerin tattıkları hususuna geçelim.
Hz. Enes b. Mâlik’in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Habîb-i Kibriya (sas): **“Üç özellik vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını tadar: Allah ve Resûlünü (sas), (bu ikisinden başka ) herkesten fazla sevmek. Sevdiğini yalnızca Allah için sevmek. Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.”** (Buhârî, Îmân, 9; Müslim, Îmân, 67).
Peygamber Efendimiz’in (sas) amcası Hz. Abbas’dan rivayet edilen bir başka hadis-i şerifte, imanın tadına varmayla ilgili olarak, Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur: **“Allah’ı rab, İslâm’ı din, Muhammed’i (sas) peygamber olarak benimseyip onlardan razı olan kimse imanın lezzetini elde etmiştir.”** (Müslim, Îmân, 56)
Nakledilen bu rivayetlerden çıkarılacak en mühim sonuç, imanın tadına ancak sevgi ve rıza ile erilebileceği gerçeğidir. Yaratılışın ve her şeyin mayası sevgidir. Merhametin kaynağı sevgi, şefkatin kaynağı merhamettir. Sevmeyen, merhamet etmez, şefkat gösteremez. Sevmeyen itaat da etmez. Zira seven sevdiğine itaat eder, sevmeyen ne diye itaat etsin ki?
Mü’min en çok Allah ve Resûlünü (sas) sever. Çünkü dünya ve ahiretin bütün nimetlerine onlar sayesinde nail olmuştur. O halde Allah ve Resûlü’nü (sas) her şeyden daha çok seven mü’mine, bütün dini görevler çok kolay ve zevkli gelir. Çünkü sevilen ve benimsenen şeyler istekle ve gönül huzuruyla eda edilir.
Allah Resûlü’nün (sas) terbiyesi altında kemale eren Sahabe Efendilerimiz, Allah ve Resûlünü (sas) her şeyden daha çok sevmişler, birbirlerine yalnızca Allah rızası için muhabbet etmişler ve geçmiş zamanın gök kubbesinde hoş bir seda olmak üzere, insanlık âlemine dillere destan kardeşlik bırakmışlardır. Onlar, imanın gözleri büyüleyen nuruna şahit olduktan sonra, küfrün o çirkin ve köhnemiş karanlığına dönmeyi hiç mi hiç düşünmemiş, yukarıda sayılan üstün vasıfların eşsiz sahipleri olmak üzere, mü’minlere öncü ve önderler olarak bu dünyadan göçüp gitmişlerdir.
Yine o ensâr ve muhacirler ki, birbirlerine olan sevgi ve merhametleri sebebiyle Allah’ın tebrik ve takdirine nail olmuş şahika şahsiyetlerdir.** “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, yanlarına hicret edip gelenleri gerçekten severler.”** (Haşr, 59/9)
Resûl-i Ekrem (sas):** “Hiçbiriniz, duyguları benim getirdiklerime bütünüyle tabi olmadıkça, imanın zevkine varamaz ve kamil mü’min olamaz.” **buyurmuştur. (Begâvî, Şerhu’s-sunne, I,160)
Yazımızı me’sur bir dua ile bitirelim:** “Allah’ım, imanı bize sevdir. Kalplerimizi imanla süsle. Küfrü, fıskı ve isyanı bize çirkin göster. Bizi doğruyu bulanlardan eyle!”** (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 424)