Her şey hazırdı, ’bu sefer başaracağım’ diye konuştu kafasının içinde. Güzelce abdest aldı, namaza durmadan önce bir sayfa Kur’an okudu. Mealine ve tevsirine göz gezdirdi. Artık kendini tamamıyla hazır hissettiğinde seccadesini serdi ve tekbir getirdi, niyet etti iki rekat şükür namazı kılmaya…
Namazını Sübhaneke duasıyla başladı. Eşinin gelmesine bir saat vardı, yemekler hazırdı. Çocuklar okuldaydı. Kapıya not bırakmıştı, ’ lütfen zile basmayın! ’ kılacağı namazı hiç kimsenin, hiç bir şeyin bölmesini istemiyordu. Duayı okurken, ’ telefonumu kapattım, ama acil bir durum olur ve bana ulaşamazlarsa ’ diye düşündü. Geçenlerde küçük kızı okulda oynarken düşmüş ve bileğini incitmişti. Koştur koştur okula ve oradan hastane vs derken tüm günü stres içinde geçmişti. O gün tek bununla kalmamış, eve dönüş yolunda bir trafik kazasına tanık olmuşlardı. İki kişi ölmüş, arabalar hurdaya çıkmıştı. Gördüğü manzaradan çok etkilenmişlerdi.
Ve bitmemişti o günün çilesi. Tam evlerinin sokağına girmişlerdi ki omzundan çantası hızla çekilivermişti. Evet evet bir kapkaçcı eksik kalmıştı, neyse ki çelimsiz bir erkek çocuğuydu da hakkından gelebilmişti. Kafasına kafasına indirmişti ayağından çıkardığı ayakkabısını. Çocuk canını zor kurtarmış, can havliyle koşarak kaçıp kurtulmuştu elinden.
Sevim Hanım düşüncelerini kovmaya çalışırken, ’ hani hiç bir şey düşünmeyecektim, kendimi sadece namaza verecektim ’ diye hayıflandı içinden. Hiç farkına varmadan duasını bitirmiş ve Fatiha suresini okumaya başlamıştı bile.
Bu arada kapının zili acı acı çalıyordu. Allah Alllah bu kimdi bu saatte. Yoo çalmıyordu zil falan. Sanırım şeytan vesvese veriyordu. Hafif, hafif burnunu çekti, yanık kokusu mu geliyordu burnuna ne? Ocakta bir şey mi unutmuştu yoksa. Hayır hayır, yine şu pis şeytanın işiydi bu. Saatler önce yemeğini yapmıştı, eşi işten geldiğinde yemek hazır olmazsa adeta kriz geçiriyordu. Kaç sefer dayak yemişti bu yüzden.
Kocasına zorla vermişti babası. Hatta düğün günü görmüştü kendisini. O zamanlar köyde yaşıyorlardı. İlk gelen dünürcüsüne on beş yaşında satılmıştı. Evet satılmıştı. Başlık parası falan almamıştı babası. Köyde kızları evlendirmek manasında kullanılıyordu, satmak kelimesi.
Anası kendisini doğururken ölmüş, babası da tekrar evlenmişti. Yeni cici anasından dört kızı daha olmuştu muhterem babasının. Beş tane kızın birisini satarak en azından birisinden tez zamanda kurtuluvermişti işte… Kısacası, zaten evlenip gittiğinde, el olacak bir boğaz daha eksilivermişti baba ocağında. Ama çok şükür babasının hiç oğlu olmamıştı, gayri ihtiyari gülümsedi. Namazda olduğunu hatırlayınca büzdü dudaklarını. Okumaya devam etti. Fatiha Suresi de bitivermişti babasının oğlu olmadığına sevinip dururken… Bir zammı sure ile devam etti.
’Ahmet Ağa kızını satmış’
’Şehire gelin gidecekmiş, çok ta zenginlermiş’
Buğulandı yeşil gözleri. Ağlamamak için sıktı kendini. Güya bu sefer, sadece Rabbini düşünecek, yararatanına huşu içinde iki rekat şükür namazı kılacak, dünya işlerini tamamen arkasına atarak, yüce Mevlasıyla hemhal olacaktı.
Köyünü çok özlemişti. Köyden şehire gelin gelmek çok zordu. Adetleri, alışkanlıkları, huyu suyu çok farklıydı şehirlilerin. Her şeyine yabancı olduğu bu şehir ve insanları çok yormuştu Sevim Hanım’ı. Yemek yüzünden yediği dayaklar aklına geldiğinde her zaman gözleri dolar, geçmişe acı bir yolculuk yapardı her seferinde. Aslında iyi biriydi kocası. İçkisi kumarı yoktu. Gerçi düğün günü ilk defa karşılaştıklarında, hiç kanı kaynamamıştı. Şimdikilerin söylemiyle elektrik olayı hiç yoktu. Trafolar patlamıştı. Hatta elektrik hiç icat edilmemişti o dönemler. Durum bu kadar vahimdi yani…
Kocasının da kendisinden pek farkı yoktu esasında. Kayınbabası olacak muhhterem adam, görüp beğenip, ’benim gelinim bu olacak’ demiş ve olmuştu. Yılar sonra açıklamışlardı her ikisi de… İlk ve son olmuştu bu itiraf konulu sohbet. Birbirlerinden ilk gördüklerinde hiç hazetmediklerinden bahsedip bembeyaz bir yalan söyleyerek bitirmişlerdi konuşmayı…
’Nikahta keramet varmış, sonradan çok sevdim seni’
Yalan külliyen yalan, elektrikler icat edilmemişti bir türlü. Mumla idare etmeye devam etmişlerdi yıllardır. İki tane de nur topu gibi oğulları olmuştu. Oğlan demişken, babasının diğer kızları da sırayla satılmışlar, bir köroğlu bir ayvaz, köyde yapayalnız kalakalmışlardı babası ve cici anası.
Rüku’ya eğildiğinde ’”Subhane Rabbiyel Azim” dedi üç defa.Manasını hatırlamaya çalıştı. Kocasının gelmesi yaklaşmıştı. Pilavı gelmesine yakın koyacaktı ki soğumasın ve biraz da demini almaya vakit kalsın. Manasını hatırlamaya çalıştı tesbihin.
’Ey büyük Rabb’ım! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim.’
Aslında namazda tek düşünmek istediği Allah olmasına rağmen daldan dala sıçrayan minik bir serçe gibiydi. Kah çocuğu,kah kocası, kah köyü derken bir sefer olsun kalbini, ruhunu kıbleye çevirip ’Allah’ım beni sen yarattın, ben senin kulunum, ve sana senin rızan için ibadet ediyorum’ diye düşünerek, saliselik bir zaman dilimi de olsa, böyle bir huşu anını yaşayamıyordu ne yazık ki.
İşte ikinci rekatı kılıyordu şu an ve hangi vaktin namazını kıldığını hatırlamaya çalışıyordu bir taraftan. Saniyelik bir tereddütden sonra, hatırladı şükür namazı kıldığını. Allah’ın ona sapasağlam iki erkek çocuk vermesine Hamd etmek içindi kıldığı namaz. Babası gibi kız evladına karşı bir istemezliği yoktu ama, sırf babasına inat erkek çocuğu istemişti dualarında.
Sanki onun sahip olamadığı bir nimete ermek kendisi için bir gurur ve intikam meselesi gibi olmuştu. Ne kadar saçma olsa da bu gurura engel olamıyordu. Aslında çok korkuyordu kibire düşmekten, ve kendi başarısı, yeteneği olmayan, Allah’ın bir lütfu olan evlatları ile böbürlenmeyi çok çirkin buluyordu. Kız veya erkek, kısacası evlat için ancak Hamd edilebilirdi. Kibir, asla…
Nitekim muhterem babası torunlarını görmeye bile gelmemişti. Eğer bir oğlu olsaydı, oğlunun çocuklarını adı gibi emindi ki başına tac ederdi. Ne yazık ki kıymet bilmez bir babanın kızıydı. Yine de babasını çok seviyordu. Bir iç çekti derinden ve tekrar namaza döndü . Kirpiklerini kırpıştırdı, gözlerinden akmaya hazırlanan yaşlara isyan ederek. ’Ben namazdayım, Rabbimin huzurundayım, ’ dedi kalben. Ayet ne diyordu:
“Kitabtan sana vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Muhakkak ki namaz fuhuştan ve münkerden alıkoyar. Allah’ı zikretmek ise elbette ki en büyüktür. Allah yaptıklarınızı elbette bilir.” (Ankebut: 45)
Yaşasın bu sefer oldu galiba. Tekrar etti içinden, aynı sözleri yineledi huzur içinde, ta yüreğinden, kalbiyle ruhuyla söyledi bu sefer. Kalben yönelmişti Rabbine…
’Allah’ım beni sen yarattın, ben senin kulunum, ve sana ibadet ediyorum, Hamd sanadır’ Azkalmıştı namazı bitmek üzereydi, saat kaç olmuştu acaba?
Kapının güm güm vurulmasıyla yine bölündü düşünceleri, evet bu sefer hem zil çalıyor hem yumrukla vuruluyordu kapıya. Bu, kocasının küplere binmiş halde, kapıyı çalma şekliydi.
’Eyvah pilav da pişmedi daha, niye erken geld ki bu adam şimdi!
Acele selam verdi çıktı namazdan, koştu kapıya. Kocası hiddetle daldı içeri, neredeyse iteleyerek geçti içeri. Adeta inine giren homur homur homurdayan bir ayıyı andırıyordu. Koca ellerini vuracak gibi kaldırırken, bir taraftan da hesap soruyordu, ’İki saattir kapı çalıyorum, açlıktan geberiyorum, niye açmıyorsun kapıyı be kadın! Aman Allahım ne kadar çirkin oluyordu böyle ağzından tükürükler saçarken…
Sevim Hanım dudakları kıpır kıpır başladığı duayı bitirme çabasında, dalmış gitmişti yine uzaklara, ne okuduğunun ne düşündüğünün farkında olmadan cevap verdi kocasına. Kalben ’hoş geldin’ derken, bir tarafı da henüz pişiremediği pilavı koyuyordu ocağa. Sessizce konuştu, kocasının gözlerinin içine bakmaya korkarak:
’Veleddalin Amin, kocacığım ’
’Veleddalin Amin! ’