36,0035$% 0.09
37,2355€% 0.13
44,7347£% 0.18
3.354,82%1,42
2.904,88%1,56
9.890,53%-0,61
İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir gün namaz sırasında sakalıyla oynayan bir kişiyi görünce bu davranışın onun iç dünyasındaki eksikliği yansıttığını ifade etmek için şöyle buyurdu:
لَوْ خَشَعَ قَلْبُهُ لَخَشَعَتْ جَوَارِحُهُ
“Eğer bu adamın kalbi huşu dolu olsaydı, organları da huşu içinde olurdu.” [Dipnot: Buharî, Edeb, 54.]
Kalbinde haşiyet bulunan birinin tavırları da buna uygun olur. Böyle bir kişi iç ve dış bütünlüğünü yakalar, diliyle olduğu kadar haliyle de hak ve hakikate tercümanlık eder; görenlere Allah’ı hatırlatır.
Vicdanların öldüğü bir dönemden geçiyoruz. İnsanların bir kısmı cankeş, bir kısmı sarhoş, bir kısmı yoğun bakımda. Fakat tamamıyla kaybolmuş değiller; onlara uzanacak bir yardım eli, onları hayata döndürebilir.
Cenâb-ı Hakk’ın şu ayeti, samimiyetle yaşayanlar için bir uyarıdır:
يَا أَيُّهَا الَّذِيٖنَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ كَبُرَ مَقْتًا عِندَ اللهِ أَنْ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ
“Ey iman edenler! Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Allah katında, yapmadığınız şeyleri söylemeniz büyük bir nefretle karşılanır.” (Saff, 2-3)
Bu uyarıyı bir tokat gibi gören mümin, yaşamadığı şeyleri söylemekten kaçınır. Derin bir tevazu ve mahviyet içinde, “Bu hakikatler kim, ben kim?” düşüncesiyle adeta bir sinerji kaynağı haline gelir.
Bir zamanlar insanlar Hakk’a teveccüh ederken, bu yolda herhangi bir isimle anılmaları gerekmezdi. Tarikat adları henüz yoktu; Nakşî, Halidî, Kadirî gibi kavramlar bilinmiyordu. Ancak her dönemde, bu yollarda rehberlik eden mürşitlerin izinden yürüyenler, kalpten ve samimiyetle Hakk’a yönelir, bu yolda her türlü edep ve ahlakı içselleştirerek Allah’ın zikriyle meşgul olurlardı. Her sinede Allah’ın adı yankılanır, her adımda O’na yönelme gayreti vardı. İnsanlar, tek bir gaye için, yüce bir amaca ulaşmak için çaba harcarlardı.
Zamanla, bu derin teveccühler sistematikleşmeye ve belirli bir disiplin altına girmeye başladı. Yollar, mürşitler tarafından tanımlandı ve her bir tarikat kendi ismini aldı. Nakşîlik, Kadirîlik, Halidîlik gibi isimler, manevi yolculukların birer sembolü haline geldi. Bu isimler, birer işaret levhası gibi, insanlara bir yön belirlemekteydi. İsim ve müsemma arasında bir birliktelik oluştu; her tarikata ait bir anlayış, bir yaşam tarzı ve bir hedef vardı.
Ancak zamanla, bazı kimseler bu manevi yolların derin anlamlarından uzaklaşıp, yalnızca şekil ve suret ile yetinmeye başladılar. İsimler, sadece birer etiket halini alırken, içerik ve özden ziyade dışsal ritüeller ön plana çıkmaya başladı. İnsanlar, manevi olgunlaşmanın özünü göz ardı edip, sadece görünüşe, sembollere ve kuru geleneklere odaklandılar. Oysa Hakk’a teveccüh, bir kalp meselesidir, bir içsel dönüşümdür; yalnızca ismin gücüyle değil, sadık bir niyetle gerçekleşir.
Bu gelişmeler, manevi yolların yalnızca isimlerle anılmadığı, asıl önemli olanın, kalpten gelen samimiyetle Hakk’a yönelme olduğu gerçeğini yeniden hatırlatır. İsimlerin sadece birer araç olduğunu, hedefin ise Allah’a en yakın olabilmek ve O’nun rızasına ulaşabilmek olduğunu unutmamalıyız.
Cenâb-ı Hak, Hazreti Âdem’i yaratacağı zaman melekler:
قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ
“Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” (Bakara, 2/30) diye sordular. Hakikati öğrenince:
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا إِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
“Sübhansın ya Rab! Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Şuphesiz ki her şeyi hakkıyla bilen, hikmet sahibi olan Sensin.” (Bakara, 32)
dediler ve secde emrine tereddütsüz boyun eğdiler.
Şeytan ise kibirlenerek secde emrine karşı geldi ve şöyle dedi:
قَالَ أَنَا خَيْرٌ مِنْهُ خَلَقْتَنِي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ طِيْنٍ
“Ben ondan üstünüm; beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın.” (A’râf, 12)
Bu itaatsizlik, onun kibir ve hasedinin bir yansımasıydı. Böylece Şeytan, kendi enaniyetiyle hakikati göremeyenlerin temsilcisi oldu.
Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), şu hadisiyle niyetlerin ameller üzerindeki etkisini vurgular:
إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالْنِيَّاتِ
“Ameller niyetlere göredir.” [Buhari, Bed’ül-Vahy, 1.]
Yüksek bir hedefe bağlanan kişi, niyetleriyle dahi mükâfatlandırılır. Himmeti yüksek olanlar, dünya ve ahireti güzelleştirirler.
Üstad Bediüzzaman, bu hususta şöyle der: “Gaye-i hayal olmazsa, insanın zihni enelere döner.”
İnsan, yüksek bir gaye-i hayale yöneldiğinde, nefsini ve bencilliğini aşma yolunda adımlar atmış olur. Bencillik, insanın sadece kendi çıkarlarını düşünmesi ve dünyayı bu dar perspektiften görmesidir. Ancak kişi, kendisini büyük bir ideale, topluma ve insanlığa hizmet etmeye adadığında, benliğini yenecek ve her hareketini bu ulvi amacın ışığında değerlendirerek yaşamını anlamlı kılacaktır.
Gerçek anlamda bencillikten kurtulmak, yalnızca başkalarını düşünmek değil, aynı zamanda kişinin kendi iç dünyasında da doğru bir denge kurmasıdır. Yüksek bir gaye, insanı sadece kendi arzularından değil, aynı zamanda çevresindeki insanların ihtiyaçlarına da duyarlı hale getirir. Gaye-i hayal, kişiye içsel bir yön verecek ve ona büyük bir sorumluluk bilinci kazandıracaktır.
Bencillikten kurtulmanın yolu, insanın sınırlarını aşarak, kendini daha geniş bir perspektifte görmesinden geçer. İdeal bir yaşam, sadece kendi nefsini tatmin etmekle değil, başkalarına faydalı olma gayesiyle mümkündür. Bu, hem bireysel anlamda bir dönüşüm hem de toplumsal anlamda bir kalkınma sürecini başlatacaktır.
Hazreti Bediüzzaman, dünyanın üç yüzünü şöyle açıklar:
Dünya, Allah’a yakınlaşmak ve O’nun rızasını kazanmak için bir vesile olarak değerlendirildiğinde güzelliğiyle insana huzur verir. Bu şekilde yaşandığında, dünya ahiretin tarlası olur ve sahibine ebedi saadet kazandırır. Ancak insan, gaflete dalıp dünyanın sadece nefsanî arzularına hizmet eden yüzüne yönelirse, bu durum hakikatten uzaklaşmasına, hatta ruhunun kararmasına neden olur. Zira dünya, insanı ya Yaratan’a yaklaştıran bir merdiven ya da uçuruma sürükleyen bir engel hâline gelir.
Allah ve Rasûlü için hicret edenler, gittikleri her yerde Rablerinin rızasını bulurlar. Bu yüce hedefin insanın ruhunda oluşturduğu derinliği tarif etmek zordur. Hicret, yalnızca mekân değiştirmek değil, aynı zamanda kalbi ve zihni her türlü dünyevî yüklerden arındırarak Allah’a yönelmektir. İmam Buhârî’nin bu husustaki hadisi şöyledir:
إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ وَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ
“Ameller niyetlere göredir. Herkes niyetine göre karşılık bulur. Kim Allah ve Rasûlü için hicret ederse, onun hicreti Allah ve Rasûlü’nedir. Kim de dünya menfaati elde etmek veya bir kadınla evlenmek için hicret ederse, onun hicreti de niyet ettiği şeyedir.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1)
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.