Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz..?

Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz..?
“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazap gerektiren bir iştir.” (Saf Sûresi, 2-3)
Bu ayet, Müslümanın yaşamadığı dini konuları başkalarına anlatamayacağı anlamında değildir. Ayet, geçmişte yapmadığı şeyleri “Yaptım.” diye yalan söyleyenleri ve yapmayacağı ya da yapamayacağı halde “Yapacağım.” diye söz verenleri azarlamak içindir.
Ayeti iki şekilde yorumlamak mümkün­dür:
a) Kişinin yapmayacağı bir şeyi vaad etmesi,
b) Kendi fiilleri hakkında ger­çeğe uymayan bir beyanda bulunması, yapmadığını yapmış gibi anlatması.
İnsanın yapmadığı şeyi söylemesi gerçek dışı beyandır, yalandır.
İnsanın yapmayacağı şeyi söylemesi ise, gücünün yetmeyeceği veya yerine getirmeyeceği bir vaatte bulunmaktadır.
Birincisi geçmişle ilgilidir, haberdir,
ikincisi gelecekle ilgilidir, söz vermektedir.
Bazı insanlar bu âyeti; ilgisi bulunmayan bir bağlamda kullanmaktadırlar.
Va’z ve irşat görevinde bulunan kimsenin, her şeyden önce söylediği, öğüt verdiği şeyi kendisinin yapıyor olması gerektiğini, öğüt verdiği şeyi kendisi yapmıyorsa bunu başkasına söylemesinin doğru olmadığını, bu kişinin sözünün tesiri olmayacağını delillendirmek üzere bu âyeti dile getirmekte ve “Yapmadığınız şeyi niçin başkalarına söylüyorsunuz?” demektedirler.
Bununla, mesela yalan söyleyen bir kimsenin bir başkasına “yalan söylemeyin, içki içen birisinin bir başkasına “içki içmeyin” şeklinde öğüt verme hakkı yoktur demek istemektedir.
Başkasına öğüt veren insanın öğüt verdiği şeyi kendisinin yapıyor olması, başkalarına nasihat ederken kendisini unutmaması ideal olanıdır.
Nitekim yüce Allah ;
Sizler kitabı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?
Bakara süresi : 44
âyetiyle kişinin başkasına iyiliği, güzelliği, yararlı şeyleri, ibadetleri,
Allah ve Peygamberine itaati emrederken kendisinin unutmasını,
yani söylediklerini yapmamasını kınamaktadır.
İnsan doğru, iyi ve güzel olan şeyleri kendisi yapmalı, başkalarını da bunları yapmaya davet etmelidir; kendisi kötü, çirkin, günah ve yararsız şeyleri bırakmalı, başkalarına da bunları terk etmelerini söylemelidir. İdeal olanı budur. Ancak insan kendisi iyi olan şeyleri yapamıyor, kötü olan şeyleri terk edemiyor diye iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma görevini terk edemez, ederse bir görevi terk etmiş, böylece kusuru ikiye çıkmış olur.
Birinci kusur ; İyi olan şeyi yapmamak, haram, günah fiili işlemek.
ikinci kusur ise ; Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker görevini terk etmektir. Dolayısıyla insan kendisi uygulayamasa bile öğüt vermek, iyilikleri emretmek, kötülükleri nehyetmek görevini yapmalıdır.
Nitekim konuyla ilgili aynı endişeyi taşıyan sahabe-i kiram da bunu Peygamber Efendimize (asm) sormuşlar:
Hz. Enes anlatıyor: Biz Hz. Peygamber. (a.s.m)’e:
“Ey Allah’ın Resulü! Biz kendimiz her şeyi tam yerine getirmedikçe, başkasına iyiliği emretmeyecek miyiz? Veya kendimiz bütün kötülüklerden sakınmadıkça kimseyi kötülükten sakındırmayacak mıyız?”
diye sorduk. Hz. Peygamber (a.s.m):
“Hayır! Kendiniz her şeyi/emredilen bütün iyilikleri yerine getirmeseniz dahi yine de başkasına iyiliği emredin/tavsiye edin. Bütün kötülüklerden sakınmazsanız bile yine de başkasını kötülükten sakındırmaya çalışın.” diye buyurdu.
(bk. Gazali, İhyau’l-Ulum, II/329).
Bu hakikatlerin farkında olan hassas müminler, söz verme mesuliyetinin gereğini yerine getirme adına tüm imkânlarını seferber edebiliyorlar.
Bu sebeple Gazali buna bir çare aramış ve kişinin aslında kendisinin yapmadığı bir şeyi duyurmasının tek bir şartla caiz olabileceğini söylemiş. Diyor ki, davetçi bir yerde bir şeyleri duyurması gerekiyor ama kendi de bunları yapmıyorsa, nefsini de muhatapları arasına koyar ve ey kendim, bunları sen de yapmıyorsun, sen de bundan sonra yap diyebilir, kendine söz verebilirse o zaman yapmadığı bir şeyin yapılmasını istemesi caiz olabilir, aksi halde olmaz.
O halde davetin dayanması gereken birinci esas iyi bir temsildir.
Temsil sağlam bir imana, ardından katıksız bir ihlasa ve güçlü bir iradeye dayalı ameldir. Bu da kolay değildir, hatta en zor olan budur, çünkü bu olduktan sonra gerisi gelir. Bu da bilgiye, böyle olanlarla beraber olmaya ve bu nitelikli birliktelikten doğacak aşka bağlıdır. Kişi tek başına müslüman olabilir, ama tek başına müslüman kalması zordur.
Peki, iyi bir temsil nasıl olur? Bunu tek kelime ile anlatabilir misiniz dense, ‘dürüstlük’ deriz. Kişinin kendine karşı, Allah’a karşı, insanlara ve bütün varlığa karşı dürüst olması, ‘emredildiği gibi dosdoğru olması’.
Allah-u Teâlâ, Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)
Bu Âyet-i kerime kantardır… Emrolunduğu gibi olursak O’nun kulu oluruz, emr-i ilâhî hilâfına hareket edersek şeytanın kulu oluruz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür.” (Buharî)
Doğruluk imandadır, ameldedir, sözdedir. Hepsi İslâm’ın emridir. Bu Âyet-i kerime üzerine çok duruyoruz. Tutunma yeri, kurtuluş ipi orası. O’nun emri, O’nun hükmü olacak, başka hiçbir şey olmayacak. Hudut; daire-i saadet, merkez-i selâmettir. Hududun dışına çıktın mı helâke vesile olur. Onun için insan, huduttan çıkmaması için nefsini katmaması lâzım. Nefis girdiği anda huduttan aşağı çıkar, gider. Tutulanlar neden tutuldu? İhlâsından, samimiyetinden, muhabbetinden, bağlılığından ötürü tutuldu. Hakk’ta samimi olanlar, Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhiyesinde bulundukları için onlar kaymıyor…”
(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
Bu emr-i ilâhîye uymamız gerektiği halde müslümanlar dinlemediler, yasaklarından kaçınmadılar, ilâhî hudutları çiğnediler, böylece de yoldan çıktılar.
Bu nokta imanda tutunma ve kayma noktasıdır. Çünkü karşısında Âyet-i kerime var, iman edene o yeter; Hadis-i şerif var, iman edene o yeter.
Âyet-i kerime’ye ve Hadis-i şerif’e iman etmeyen neye iman edecek?
Amma sen Âyet-i kerime’yi görmek istemiyorsan, Hadis-i şerif’i de umursamıyorsan, şeytana uydun ve kaydın demektir. Kendi düşen ağlamaz.
Ashâb-ı kiram’dan bir zât: “Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın.” diye sorduğunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!” buyurdular. (Müslim)
Ya olduğumuz gibi görünmemiz, ya göründüğümüz gibi olmamız lâzımdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah sizin kalıbınıza ve suretinize değil, kalplerinize bakar.” (Müslim)
Selam ve dua ile..
Bünyamin koca( Bkoca0355@bedirhaber.com )

YORUM ALANI

Yorum Yok
YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.