Kelimeler kimliktir. Müslüman hüviyetimize ulvi bir renk katmak biraz da kullandığımız kelimeler, kurduğumuz cümlelerle de ilgilidir. Malayaniyi terk etmek erdemi, sadece bir takva refleksi değil, sosyolojik varoluşun remzidir.
Mümin mabetleriyle şeâiriyle mukaddesâtıyla olduğu kadar nezih cümleleri, pâk heceleri, tertemiz ibâreleriyle de mümin olmalıdır.
Ahlak-ı islâmiye günümüzde yetim bir çocuk gibidir. Öksüz kavramlarımız, öksüz cümlelerimiz boğazımızda düğümlenmektedir.
Gün yüzü göremeyen dertlerimiz vardır. Dilimize akın eden, ama lisanımızda kelime dağarcığımızda karşılığı olmadan söze dökülemeyen paragraflarımız vardır. Davamızı anlatacak pırıl pırıl ifadeler yine kalpte mahpus kalmaktadır.
Aslında doğruların yanlışları, yanlışların doğruları kovaladığı, ama kaçanın hep doğrular olduğu bir zaman dilimini görmenin mutluluğunu yaşıyoruz.
Zira “Gad tebeyyene’r-ruşdü mine’l-ğayy” (Doğru ve yanlış birbirinden kesin hatlarla ayrılmıştır. Bakara 2/256) âyetini bir kerecik olsun anlamış gibi olduk. Bu farkındalığı nasib eden Rabbimize hamd olsun.
Bir kerecik olsun sahabe asrını, tabiin asrını tebei tâbiin asrını fark eder gibi olduk.
Şehirler vardı terk edilen.. Şehirler vardı hicret edilen.. Fikirlerdeki zikzaklar, düşüncedeki yalpalamalar, bir davada sebatın gerekliliğini öğretti bize..
Tek vatanımızın davamız, tek yurdumuzun seccâdemiz olduğunu geç anladık. Yeryüzünü secdegâh etme derdinde olan kehf’in gençlerinin kadr u kıymetini yeniden kavradık. Zamanın sadece bir vakit ölçer terazi olmadığını, insan ciğeri taşıyanlarla taşımayanları gösteren bir ayna olduğunu sil baştan fark ettik.
Sıddîkler korosundan, Fârûklar safından, Zinnûreynler sehâvetinden, Haydar-ı Kerrârlar şecâatinden, yani ki “hey gidi günler” istikbâlinden hüküm giymenin lezzetini gördük.
Sâmiriler asrında Musa kıssalarını tekrar tekrar okuduk. Harunlar gördük fesahatte Musa’ya fâik. Havariler gördük Mesih’e râm olan.. Zübeyrler vardı medeniyetimizi kolaçan eden, yaban ellerden değil içten yapılacak hücumlara tetikte..
Avvâm oğlunda en son hecelenen Kabe’yi müdâfaa heybetini, bu son virajda değerlerini müdafaada sergileyen sıddîk torunlarında gördük.”Kesildikten sonra derisinin yüzülmesi koyuna zarar vermez” diyebilen sadece Ebu Bekr kızı Esmâlar var sanıyorduk. Yanılmışız, oğlunu medrese-i Yusufiyyeye uğurlayan milenyum asırlarına nakış, yeni Esmâlarla tanıştık.
Mus’abı sadece Yesrib’e gitmiş diye duymuşken küre-i arza bir saba esintisi gibi dağılan Musabların nisan yağmurlarıyla yıkandık.
Nifakı bir akaid kavramı sanarken, burnumuzun dibinde İbn Selûl leşlerinin kokusuyla kendimize geldik.
Kürsülerimizde hatiblerin söyleyemediği kıssaları sıladan gurbetten bir yanık nağme olarak haykıran Şuayb hitabetleriyle teselli olduk..
Muhasebe denen o kadim kelimenin hicabını kaldırdık; öze dönmek demek bir ontolojik epistemolojik manevra değil, kudsiyân varoluş sancısı imiş, geç fehmettik.
Zararın bazen fayda merdiveni olduğunu da bildirdi bize, bilgilerin hikmetlerin yegâne göndericisi..
Yaratan ve yaratılan farkını idrak etmek için muvakkaten de olsa bir sınanmışlık yeter mümine..
Kelimelerle başladık kavramlarla devam ettik yazılarımıza. Hayatı bir kavram, vefası bir cümle, sükutu bir paragraf olan muhasebe erleri galiba kavraması en güç, yazması en zor olanı..
Uhrevi bir saltanata imza atan yiğitlerle hayırhâh olmak, ötelerde hür olmak için, yeniden bir diriliş için elzem..
Ebedî gençlik için, dünyevî uhrevi kıvâm için, salat u sıyâm ile, marufu emir münkeri kovalama ile son bir kıyâma merhaba..
Merhaba yeni ma’rûf ülkülerine, yeni Zübeyrler, Esmâlar, Mus’ablar, Sıddîkler, Fâruklar yetiştirmeye..
Kırık mızrabla sermedî rızâ besteleri dillendirmeye..
Gücenmeden, incitmeden, bir tatlı bahâra dirilmeye..
Şairin dediği gibi,
“Fânî yurdun esâretine hayat mı denir,
Ukbâda yeşeren tohuma bayat mı denir.”
Ulvî duygular, nezih niyetler, pâk rüyâlarla, meyvesi Firdevs olan taze idrâklere, fedâkarlıklara bismillâh..
Tevfîk Allah’tan..