40,2607$% 0.13
46,7252€% 0.08
53,9495£% 0.21
4.320,96%0,56
3.334,69%0,33
10.219,40%-0,06
02:00
Kısa Özetleyerek bu derin konuya başlamak istiyoruz:
Mâtürîdîyye ve Eş’arîyye; Ehl-i Sünnet kelâmının iki ana ekolü olarak temel itikad konularında büyük ölçüde ittifak eder; ayrılıklar çoğunlukla usûl ve ifade (lafzî) düzeyinde ve fer’î meselelerdedir. Her iki ekol de “selim akıl ile sahih nakil çatışmaz” ilkesini benimser; zahirî bir çatışma görünürse metinlerin ve delillerin yeniden araştırılmasını savunur. Tarih boyunca pek çok âlim, iki ekol arasında geçişkenlik göstermiş, bazı konularda karşı ekolün görüşünü benimsemiştir.
Metod bakımından, Eş’arî aklı naklin teyit edici bir aracı olarak konumlandırırken; Mâtürîdî akla daha geniş bir epistemik değer tanır. Buna rağmen Allah’ın sıfatları, ru’yetullah, büyük günah, şefaat ve kulların fiilleri gibi ana başlıklarda aynı neticelere varırlar. Nübüvvet bağlamında dikkat çeken bir ihtilaf: çoğu Mâtürîdî, “peygamberler erkektir” ayetlerine dayanırken; bazı Eş’arîler, vahiy alan kadınları (özellikle Hz. Meryem) nebi saymaya müsait bir tanımı benimsemiştir.
Sonuç olarak, iki ekol Ehl-i Sünnet çerçevesinde birlikte durur; aralarındaki farklılıklar çatışma değil zenginlik olarak görülmeli, ihtilafın iftiraka dönüşmemesi esas kabul edilmelidir.
Eş’arî ve Mâtürîdî usûl benzerlikleri
Ehl-i Sünnet Kelâmının iki büyük yöneticisi olan Mâtürîdîyye ile Eş’arîyye ekolleri, kelâm ilminin ana konularını sayılan detaylarda ittifak edilmişler dir. Her iki mezhep çağdaş birlikte, ama ayrı ayrı sistemler kelâm ilminin metotlarıyla, inanç konularını kendi aralarında tartışıp tartışmaya ortaya koymaya çalışmışlardır. Ancak bu iki mezhebe üyelerinin kelâmcıların zayıflığı ve analizleri ortaya çıkarken ya da açıklarken, gayet tabii olarak kelâmî problemlere bakış açılarında bir takım farklılıkların ortaya çıkması söz konusu olabilir.
Her iki ekolün bilgisi, Kur’ân’ın ortaya koyduğu akâidi ve bu akâidi anlayışlar veya kavrayış biçimleri ortaya çıkan itikâdî meseleleri, akıl ve mantık açısından bir takım delillerle ispat etmeye çalışmışlardır. Çünkü onların varlığını sürdürdüğü selim akıl ile sahih çatışma asla çatışmaz. Yine bunlara göre ilk görünümde böyle bir çakışma veya çatışma meydana gelirse, o ayrı kaynak verilerinin çok iyi durumda bulundukları kanaatini dediklerinde.
Ebü’l-Hasan el-Eş’arî (H. 260–324 / M. 873–936) ile Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (tahm. H. 238–333 / M. 852–944). Ehl-i Sünnet akidesini yayma gayretleri içerisindedirler. Her iki imam izah etmeye çalıştığı pek çok konuyu sonuç birleşiyorsa da yine de her iki ekolün kelâm ilmi metotları yönleri yani usul bakımından aralarında az çok farklılıkların bulunduğu bilinmektedir. Onun iki mütekellim Kur’ân’ın ortaya koyduğu inanç / itikad anlayışını akıl ve mantık delilleriyle kanıtlamaya çalışmışlardır. Eş’ârî ile Mâtürîdî ayrı ayrı kültür çevrelerinde yetişmekle beraber, gayeleri ve mücadele edecekleri sahalar aynı bulunmaktadır. Yani onların gayesi Ehl-i Sünnet itikad esaslarını savunmak, en iyi bir şekilde şekilleri ve ortaya koymak, ehl-i bid’atın yanlış anlayışları ve kavrayışlarını naklî ve aklî deliller ile ispat etmektir.
Taşköprizâde’nin (ö. 968/1561) korunmasına göre, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in ilm-i kelâmda iki lideri vardır. Birisi, Hanefi olan Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, diğer de Şafiî olan Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’dir .(Taşköprizâde, Miftâhu’s-Sa’âde, Kahire 1968, s. 151)
Pek çok âlim, Eş’arîlik ile Mâtürîdîlik arasındaki görüş ayrılıklarının büyük olmadığı, ancak bu durumun metot anlayışından kaynaklandığı, hatta bu meselenin esasta değil, ikinci derecedeki yani feri meselelerde kaldığı söylenmektedir. Bundan dolayı da aralarında bid’at ve sapkınlığa nispet sürecek kadar ileri konumda bir takım ayrılıklarına sahip değillerdir. (Beyâzîzâde, Ahmed Efendi, İşârâtü’l-Merâm min İbârâti’l-İmâm, Mısır 1949, s.8-9.)
Bütün bunlara rağmen bu iki ekol birbirinin aynı sayılmamasına rağmen ayrı da söylenmeleri mümkün görünmüyor. Zira Mâtürîdî mezhebinin bazı parçaları benimseyen Eş’arî kelâmcılarına rastlandığı gibi, Eş’arî listeleri benimseyen bazı Mâtürîdî kelâmcılarına da rastlamak mümkündür. Bu noktada İbnü’l-Hümam, Mustafa Sabri gibi isimleri sayabiliriz. Hatta bu konuyu daha pek çok âlimi bu kategori içerisinde değerlendirebiliriz. Çünkü bunların temel olarak birbirine bağlı olarak bulundukları düşünce yapıları ve kaynakları Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat çerçeveleri içerisindedir. O halde yapı ve öz güvencede bir, ama şekil ve mesafeden farklı bir durum arz etmektedir.
Ebu Nasr Tâceddin Abdülvehhâb b. Ali b. Abdülkâfî b. Ali b.Temam es-Sübkî (ö. 771/1370)15 Tabakâtü’ş-Şâfi’iyyeti’l-Kübrâ, (Kahire 1965), III/377-389. sahifelerinde Mâtürîdî’ler ile Eş’arîler arasındaki ihtilaflardan şöyle bahseder:
“Tahavî ile Eş’arî arasında sadece üç konuda ihtilaf vardır. Eş’arîlerle Mâtürîdîler arasındaki ihtilaf on üçten ibarettir. Bu on üç siyasetin yedisi lafzî ihtilaftır. Sadece altı adet mana ile bulunur. Bu on üç meselede bir kimsenin başka bir rakibine karşı çıkmasına, haddi zatında karşı çıkma bile denmez.”(es-Sübkî, Tâceddin Abdülvehhâb b. Ali, Tabakâtü’ş-Şâfi’iyyeti’l-Kübrâ, Kahire 1965, III/378.)
MÂTÜRÎDÎ VE EŞ’ARÎ’NİN YÖNTEMİ VE PRENSİP BİRLİĞİ
Mâtürîdî ve Eş’arî; Haşeviyye, Müşebbihe, Mücessime gibi fırkalarla, akılcı bir zümre olan Mu’tezile arasında makul bir yola sahip olmuşlardır. Onun iki âlim de Cebriye ve müfrit Rafızîler arasında mutedil bir vaziyet alarak, Ehl-i Sünnetin inançlarını müdafaa etmişler, metod ve mezhepte hemen aynı sonuca ulaşmışlardır.
Metotta ittifakı edince aynı sonuçlara varmak tabiidir. Çünkü mezhep, yöntemin sonucundan başka bir şey değildir. Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’nin İslâm fırkalarına ait derin bir bilgi olduğu malumdur. O’nun “Makâlâtü’l-İslâmiyyîn” adlı eseri ise, bu teknolojinin bilgisine ait en büyük delildir. Zira o, Müslümanların itikadî seçtikleri ihtilaflarını bu = bir araya topladıktan sonra, başta Aristoculuk olmak üzere bid’atçilerden ayrılmak ve felsefî katılmak tenkide tabi tutmuştur. Ayrıca mezheplerin sorunları ve düşünce yapılarını naklederken, objektif ve tarafsız olma titizliğini göstermekten de hiçbir zaman ayrılmamıştır. [Taftezânî, Kelâm İlmi ve İslâm Akâidi, trc. Süleyman Uludağ (Mukaddime elli yedi madde) İstanbul 1982, s.40-51]
Eş’arî’den çürük intikal eden eserler, kelâm kültürü ve terminolojisi açısından çağdaşı Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’nin eserlerine nispetle zayıftır. Buna rağmen Sünnî kelâm ekolünün temel kurucularından biri olarak kabul edilmiştir. Kelâmî bakış açısı Eş’arî, itikadî konuları, aklî ve naklî deliller ile ispat eder. Allah’ın ve peygamberlerin sıfatları, melekler, hesap, ceza ve mükâfat gibi konuları Kur’ân ve hadis çerçevesi ele alır. O nassları te’vil etmek veya onların zahirlerine göre hükmetmek için aklını kendine hakem edinmez. O, onaylanan nassların zahirlerini teyit eden bir alet gibi kabul eder. (İsmail Efendizâde, Risâle fi’htilâfâti’l-Mâtürîdî ve’l-Eş’arî, İstanbul 1287.)
Diğer taraftan İmâm Eş’arî, Mu’tezile’nin fikir ortamında yetişmesi ve tüketiminin bir kısmının bu tasarrufun sağlanması için çabalanmasından dolayı, kendi mantık ve onarım metotlarını da çok iyi bilmektedir. Bu bilgi ve düşüncesinden dolayı o, aynı zamanda Mu’tezile’yi kendi metodu ve silahıyla ret ederek susturmaya çalışan ve tenkid eden kelâm âlimlerinden biri sayılır. (Şeyhülislâm Esad Efendi, Risâle fi’htilâfâti’l-Mâtürîdî ve’l-Eş’arî, İstanbul 1287, s. 278-287.27)
Mâtürîdî ise, Sünnî bir analizle yetişmiştir. O, aşırılığa kaçmadan akla büyük değer verir. O, akıl ve nakli de ayrı ayrı birer bilgi kaynağı olarak kabul eder. (el-Câbî, Bessam Abdulvehhab, el-Mesâilü’l-Hilafiyye beyne’l-Eşâire ve’l-Mâtürîdiyye, Beyrut 2003.) Çünkü o, Kur’ân’ı yine Kur’ân ile açıklarken, aynı zamanda akıl ve takipden faydalanmaya de çalışıyor. Zira o, Ehl-i Sünnetin itikadî esaslarını aklî ve naklî delillerle ispat etme gayreti göstermektedir. Diğer taraftan itikadî esaslar konusunda aynı yöntem Eş’arî’de de görmemiz mümkündür.
Gerek Mâtürîdî, paketlenmiş Eş’arî, Allah’ın ezelî kelâmı, özetleri, görülen/ru’yetullah, kulların fiilleri/ef’al-i İbad, büyük günah işleyenlerin durumu ve şefaat gibi hesaplamalar aynı sonuçtaye ulaşmışlar ve mezheplerinin genel tablolarını ortaya koymuşlardır.
EŞ’ARÎLERE GÖRE NÜBÜVVET İÇİN ERKEKLİK ŞART DEĞİLDİR
Nübüvvet konusu İslâm’ın en önemli inanç esaslarından birini, hatta bir bakıma en önemlisini oluşturur. İslâm düşüncesi tarihinde, nübüvvet çeşitli ekoller tarafından farklı anlaşılmıştır. Bu nedenle peygamberlerin cinsiyeti konusunda Mâtürîdîler ile Eş’arîler arasında ihtilaf vardır. Ehl-i Sünnetin her iki kolu peygamberin erkeklerden olduğunu kabul eder. Ancak Eş’arîler ise, kadınların da peygamber olabileceğini benimserler; Mâtürîdîler bu düşünceyi benimsemezler. Çünkü “Peygamberler ancak erkeklerden olur.” diyen Mâtürîdîler Kur’ân-ı Kerim’den şu ayeti deliller gösterirler:
“Senden evvel (peygamber olarak) gönderildiklerimiz şehirlerden insanlardan kendilerine vahy ederdik erkek adamlardı.” (Yusuf, 12/109; ayrıca bk. Nahl 16/43; Enbiya 21/7.)
İmâm Eş’arî ile kitap ve sünnetin zahirlerini kendilerine mezhep edinen birkaç âlim, bazı ayetlere (Âl-i İmrân, 3/42; Meryem 19/16-19.) dayanarak Hz.Meryem’in nübüvvetine kail olmuşlardı. Kur’an’daki birkaç ayet ile istidlal ederek Hz. Meryem’in nübüvvetine kail olanlar, resûl ile nebi arasındaki farkı belirtirken “ Nebi, ister tebliğe memur olsun isterse olmasın, kendisine vahiy olunandır.” tarife dayandırmışlardır. (Bağçeci, Muhittin, Peygamberlik ve Peygamberler, İstanbul 1977, s. 73 vd.)
Bu duruma göre kadınlardan peygamberlikleri söz konusu olan altı kadın: Hz. Havva, Hz. Sara, Hz.Hacer, Hz. Musa’nın annesi, Firavun’un eşi Asiye ve Hz. Meryem’dir . (Zebidi, Tecridi Sarih Tercümesi ve Şerhi, trc. Kamil Miras, Ankara 1971, IX/150) Hâlbuki Mâtürîdîler Kur’ân’da kadınlar ile ilgili vahyin diğer varlıklara gelen vahiy gibi telakki yaparlar, yani bunun nebevî bir vahiy olmadığını söylerler. Kadınlara gelen bu şey belki bir ihsandır, derler.
SONUÇ
Aslî olmak yani tekvin, kader-kaza, kesb, kelâm gibi ve buna benzer daha sayısını çoğaltılabilir ihtilaflar olmayıp genellikle fer’î ihtilaflardır. Mâtürîdî’nin tâbileri, bazen imamlarını kaybettiği Eş’ari’ye tabî oldukları gibi, Eş’arî’nin tabîleri de imamlarına karşı gelerek, Mâtürîdî’lere uymaktadır. Ehl-i sünnet mezhepleri arasındaki fer’i hususlara itibar edilir, onların odalarının ayrılmaları sonuçta de varılmamalıdır. Çünkü asma ayrılıklar, prensiplerde ve metotlarda meydana gelen bölünmelerdir. Ayrıca bilinmelidir ki, Ehl-i sünnet ve’l-Cemaat mezhebi, vacib, caiz ve mümteni olan tamamen hem fikirdir. Ancak bu önemli hususların bazı yöntemlere ulaştırılması ve esas olarak ihtilafların görülmesi. Ehl-i sünnet mezhepleri detaylı araştırıldığı zaman şu üç zümreden teşekkül bulunduğu görülmüştür. Ehl-i hadisler, akılcı tefekkür ehli olanlar ve bu iki mezhebin ittifak ettiği Ebû Mansur el-Mâtürîdî ve Eş’arîdir.
Ehl-i Sünnet Kelâmının iki büyük ekolü olan Mâtürîdîyye ile Eş’arîyye mezhepleri arasında ihtilaflı olarak görülen, saklanan bir şekilde deliller ve karşı deliller ileri sürülerek bir mücadele içerisinde tez-antitez şeklinde devam etmiştir. Ayrıca ihtilaf konusu olan onun meselesi, taraftarlarının dayandıkları bir takım naklî ve aklî deliller ile ortaya konarak ispat edilmeye sunulmadığı.
Bu iki mezhebin arasında ortaya çıkan konan Meseleler İslâm’ın özgür düşünceye önem vermesindendir. O halde şu sonuçları çıkarmamız mümkündür:
1. Her iki mezhep arasındaki bu görüşler gelişi güzel olarak ve indi mülahazalar sonucunda ortaya konulmuş Meseleler değildir. Fakat ortaya çıkan görüşlerin ve konuların mezhep müntesipleri için fiilî ve amelî hayatlarıyla hiçbir ilgi ve kullanışlılığın bulunmadığı, insanlar arasındaki tatbikatta her hangi bir karışıklığa sebebiyet vermediği görülmekte, sadece ve sadece bir inanç olarak gözlenmektedir.
2. Bu meselelerde sürekli olarak Mâtürîdîler bir taraf, Eş’arîler karşı tarafı tutmuş değildir. Yani bu değiştirilecek birileri veya ötekileri şeklinde bir ayırmaya gitmek ciddi boyutlarda yanlışları doğuracağı için çok dikkatli durumdayız. Her şeyin bir çatı altında bulundurulduğunu ve burada kullanılan malzemeyi götürmesi konusunu hem fikirsiz olmamızı düşünebiliriz ve yapabiliriz. Zira hemen hemen bir meselede Eş’arî görüşülen benimseyen Mâtürîdî âlimleri olduğu gibi bunun tersi de mevcuttur. Mâtürîdî görüş benimseyen Eş’arîlerin varlığı da söz konusudur. Bu hususun örnekliğine ilişkin, yıllar boyu Mâtürîdî’nin Osmanlı medreselerinde hep Eş’âri mezhebine mensupları âlimlerin eserlerii okutmuşlar. Bu âlimlerce bir konu ile ilgili doğru ve gerçek nerede veya hangi mezhebin düşüncesinin yapısı olursa olsun, hiçbir zaman fark etmemiş, ona meyletmişler; Hatta “benim düşüncem” veya “meylim / kanaatim bu taraftar” demekten de hiç çekinmemişlerdir.
3. Eş’arîler ile Mâtürîdîler aynı şeyi yapmakta, fakat farklı şekillerde operasyonlarla anlatmaktadırlar. Mana bir, yalnız lafız farklıdır. Bu durum, İslâm’ın düşüncesi ne kadar geniş hürriyet ya da özgürlüğün sunulduğunun açık bir göstergesi olarak görülmesi mümkündür. Dini hürriyet demek zaten tartışmanın olması demektir. Zira insanların anlayışları çok farklı, kavrayışları ve ortaya koydukları çözümler de hep farklı farklı olmuştur. Bazılarının “Dini mutlak olarak kabul edeceksin”, “hiç konuşmayacaksın”, “hiç tartışmayacaksın” şeklindeki tasavvurları, tamamen temelsiz ve dayanaksız bir iddiadır. Hatta böyle bir düşünce tamamen cehaletin bir ürünüdür. Dünyada din veya dinin getirdikleri kadar konuşma veya tartışma mevzuu olmamıştır. Yukarıda kısaca temas ettiğimiz konular ve belki de bu tartışmaların geniş hürriyet boyutu içerisinde değerlendirilmesi gerekir.
İnsanı sevindiren asıl mesele, Eş’arîler ile Mâtürîdîler arasında bu gibi ihtilaflı konularla beraber, her iki mezhebe üyelerinin insanların birbirlerini hiçbir zaman tekfir etmedikleri gibi, sapkınlığa ve bid’ata nispet devam edecek kadar da ileri gitmemiş olmalarıdır. Her ikisi de Ehl-i dairesel çerçeveler içerisinde mevcut ve hatta bu iki mezhep zaman içinde düşüncenin tamamen çözülmüş bir vaziyette görüldüğü görülüyor. İhtilaf sorunu değil, hatta rahmet olabilir. Sorun, ihtilafın iftiraka dönüştürülmesidir.
( bk. Dr. Halil TAŞPINAR, Mâtüridiye ile Eş’arîyye Mezhepleri Arasında İhtilaf mı? Suni Dalgalanma mı?, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt X/1, s. 213-250, Haziran 2006) .
bursa escort görükle eskort görükle escort bayan bursa görükle escort bursa escort bursa escort bayan
İTİKADİ MEZHEPLERİN ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ
Mezhep sözlükte “gidilecek yol, gidilecek yer, görüş, doktrin ve akım” gibi anlamlara gelir. Bir terim olarak ise mezhep; kendi içinde tutarlı bir düşünce sistemi olduğu kabul edilen inanç ve fıkıhla ilgili ekolleri ifade eder. Çoğulu “mezâhib” tir. Mezhep kurucusu diye bilinen müctehit imamlar bir din koyucusu veya tebliğcisi değildir. Bunlar; Kur’an, sünnet, icmâ, kıyas ve diğer hüküm çıkarma metotlarını kullanarak nasslar üzerinde yorum yapan ve sayısı sınırlı olan nassları sınırsız hayat olaylarına uygulamaya çalışan bilim adamlarıdır. Genelde mezhepler kurucularının adlarıyla anılır. İtikadda, Mâtüridî, Eş’arî; fıkıhta Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri gibi. Akâid mezhepleri için grup anlamına gelen “fırka (çoğulu fırak)” da kullanılmıştır.
İtikad Nedir? (Akide Ne Demek?)
İtikad, inanç demektir. Bir şeye inanmaya, bir kimseyi veya bir haberi kabul edip, ona bağlı kalmaya “akîde” denir. Çoğulu akâid’dir. İtikad ve iman eşanlamlıdır. Terim olarak iman; Allah Teâlâ’nın dinini kalb ile kabul etmek, yani Resûlullah (s.a.s)’ın bildirdiği şeyleri kesin bir şekilde kalben tasdik etmektir. Toplumda müslüman muamelesi görmek için de bu imanı açığa vurmak gereklidir.
Akâid, imanı esas alan İslâmî kaide ve hükümlerin bütününü ifade eder. İbadet ve amel konuları bu bilimin sınırları dışında kalır. İslâm’ın inanç sistemi “âmentü” cümlesinde toplanmıştır. Bu da Allah’ın varlığına ve birliğine, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine imandan ibarettir.
İslâm’ın ilk dönemi olan asr-ı saadette, Resûlullah (s.a.s) hayatta iken, diğer İslâmî ilimler gibi, akaid ilmi de yazılmamış ve tedvin edilmemiştir. Henüz vahiy kesilmediği için inanç, ibadet veya beşeri muamele konularında problemi olan kimseler, Allah’ın elçisine başvuruyor, konu vahiy ışığında çözümleniyordu. Ashab-ı kiram her konuda olduğu gibi, akide konularında da Kur’an-ı Kerim’e ve Resûlullah (s.a.s)’a tam olarak teslimiyet içindeydi. Onlar Allah Resûlü’nün getirdiği bir inanç ilkesini tartışmasız kabul ederlerdi.
Hz. Ebubekir (r.a)’in, Hz. Peygamber’in mirac mucizesini alaylı bir şekilde soran Mekke müşriklerine; “Eğer Miraca, semalara çıktığını Muhammed (s.a.s) söylemişse, bu doğrudur. Ben buna da O’nun Allah Teâlâ’dan getirdiği her şeye de inanmaktayım” diye cevap verdiği bilinmektedir. Diğer yandan Allah’ın Resûlü kader konusunu tartışan bazı sahabileri bu tartışmadan menetmiştir. Çünkü bazı inanç konularının akıl tarafından kavranması mümkün olmayabilir. Ona, haber verildiği şekliyle inanmak gerekir.
Hz. Peygamber’in ahirete irtihalinden ve dolayısıyla vahyin kesilmesinden sonra ashab-ı kiramın çoğu bu saf ve berrak İslâmî inançlarını korudular. Bununla birlikte nüfusun artması, yeni kültür çevrelerinin İslâm’a girmesi ve yeni yeni meselelerin ortaya çıkması yüzünden bazı problemlerle karşı karşıya gelmeye başladılar. Halifelerin seçim şekli, Hz. Ali devrindeki Hakem olayı, büyük günah işleyenin (mürtekib-i kebire) dinden çıkıp çıkmadığı gibi[1] meseleler bunlar arasında sayılabilir.
Selefiyye Nedir?
Sahabe ve tabiileri içine alan ilk nesiller, akideyle ilgili âyet ve hadislere, yoruma tabi tutmadan inanıyordu. Bunlara “Selefiyye” adı verilmiştir. Bunlar; “Rahmân (olan Allah), arşın üstüne oturdu” âyetini[2] Allah’ın tahtı vardır, fakat biz bunun niteliğini bilmeyiz, şeklinde, “Allah’ın eli, onların ellerinin üstündedir” âyetini[3] ise, Allah’ın eli vardır, fakat biz niteliğini bilemeyiz, şeklinde anlarlar. Daha sonra yetişen kelâm bilginleri ise, bu gibi âyetlerde, mecaz anlamın kastedildiğini; Allah’ın tahta oturmasıyla, varlıklar âlemine hâkim olması, mutlak kudret sahibi bulunması anlamının; Allah’ın eliyle de O’nun güç ve kudretinin kastedildiğini söylediler. Onlar bu konuda, “Allah’ın eşi, dengi ve benzeri bulunmadığını” bildiren âyetlere dayandılar.[4]
EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMAAT
Hz. Peygamber’in ve sahabenin yolunu izleyen, Allah’ın Kitab’ını ve Hz. Muhammed’in sünnetini rehber edinen ümmet çoğunluğuna verilen bir addır. Bu tamlama ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemaate tâbi olmak gibi iki önemli özelliği vardır. İnsanların, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrîrleri ile ahlâkî ve beşerî tavırlarını içine alan sünnetini benimsemede görüş birliğine varıp, bunu uygulaması “cemâat” adını alır.
Kur’an’ın çeşitli âyetlerinde, inanç ve amel konusunda sünnetin dikkate alınması gerektiği açıkça bildirilir. “Aralarında hüküm vermesi için, onlar Allah’a ve Elçisi’ne çağrıldıklarında, inananların sözü ancak, “duyduk, boyun eğdik!” demektir. İşte kurtulanlar ancak bunlardır.” [5] “Allah’a itâat edin, Rasûle de itâat edin ve sakının!” [6] “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” [7]
Hz. Peygamber de bu konuda şöyle buyurmuştur: “Size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin.” [8] Kur’an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etme meyli, tarih boyunca bid’at fırkalarının başvurduğu bir yoldur. Hz. Peygamber dini kaygısı zayıf olan bu gibi kişilerin ileride ortaya çıkabileceğini bildirmiş ve bunlardan sakınılmasını isteyerek şöyle buyurmuştur: “Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size, “Kur’an yeterlidir; Kur’an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa, onu haram bilin” diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun; bana Kur’an ile birlikte onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir.” [9]
Hz. Peygamber kendi sünnetine uyulmasını istediği gibi, ashabının yoluna da uyulmasını istemiştir. “İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara tanık olacaktır. Size sünnetimi, doğru yolu bulmuş halîfelerimin yolunu tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sakının. Çünkü her uydurma; bid’at, her bid’at da sapıklıktır.”[10] Ensar, muhâcirler ve onların yoluna iyilikle uyanlardan Allah Teâlâ’nın râzı olduğu Kur’an-ı Kerîm’de bildirildiği gibi,[11] Hz. Peygamber de bu kuşakların yoluna şöyle dikkat çekmiştir: “Ümmetimin en hayırlı dönemi benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir.” [12] Başka bir hadiste sahâbe, onlara uyanlar ve bunlara uyanlar olmak üzere üç kuşak zikredildikten sonra, yalanın yaygınlaşacağı ve Allah’ın kudret elinin cemâatin üzerinde olacağı haber verilir.[13]
73 Fırka Hadisi
Başka bir hadiste, Yahudilerin 71, Hıristiyanların 72 fırkaya ayrıldıkları, İslâm ümmetinin ise 73 fırkaya ayrılacağını, bunlardan birinin kurtuluşta, diğerlerinin ateşte olacağını bildirmiş, kurtuluşta olanların kimler olacağı sorusuna da, “Benim ve ashabımın yolunu izleyenler” [14] cevabını vermiştir. Fırka-i nâciye adını alan bu grup, “ehl-i sünnet ve’l-cemâat”, ateşte olanlar da “ehl-i bid’at” adı verilerek incelenir olmuştur. Ancak İslâm toplumunun başka bir niteliği de hadiste şöyle açıklanmıştır: “Ümmetim sapıklık üzerinde bir araya gelmez. Toplumda bölünme gördüğünüz zaman size “sevâdü’l-a’zam”ı (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim.” [15]
Ehl-i Bidat Nedir?
Ehl-i bid’at sözlükte “dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler” anlamına gelir. Bir akâid terimi olarak ise, Hz. Peygamber’in ve sahâbenin sünnetini terk ederek, onların izledikleri yoldan ayrılan ve ehl-i sünnete muhalefet eden mezhep ve grupları ifade eder. Gâliye, Batıniye, Yizîdiyye gibi ehl-i bid’at sayılan mezheplerin bir bölümü, inanç olarak İslâm ve iman çerçevesinin dışında kalırlar. Bunlara ehl-i hevâ, firak-ı dâlle veya ehl-i dalâl (sapıklık içinde kalanlar) da denilmiştir. Bir kısmı da sünnete aykırı davranmakla birlikte kıble ehlinden sayılırlar ve İslâm ümmetine mensupturlar. Hâriciyye, Mu’tezile, Şîa gibi.
Aşağıda, akideyle ilgili âyet ve hadisleri bir bütün olarak değerlendiren, yorumlayan ve İslâm inancının ana noktalarını belirleyen mezheplerden kısaca söz edeceğiz.
EHL-İ SÜNNET MEZHEPLERİ
1. Eşarilik Mezhebi
Ehl-i sünnetin, İmam Mâtüridî ile birlikte ikinci itikad imamı sayılan Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, 260/873 yılında Basra’da doğmuş, 324/936 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. Asıl adı Ali, babasının adı İsmail’dir. İmam Eş’arî, önce Mu’tezile mezhebine bağlı idi. Kırk yaşına kadar bu mezhebin görüşlerini savundu. Rüyasında Hz. Muhammed’i görmesi üzerine, yanlış yolda olduğunu anladı. Bu arada “üç kardeş meselesi” diye bilinen meselenin tartışmasında hocası Ebû Ali el-Cübbâî’ye (ö.303/936) üstün gelmiş, onun görüşlerini yeterli bulmadığı için Mu’tezile’den ayrılarak Eş’arîliği kurmuştur.
İmam Eşari’nin Görüşleri
İmam Eş’arî bundan sonra vahyi akılla açıklayıp güçlendirmeyi esas alan yeni kelâm metodunu benimsedi. Artık ehl-i sünnet mezhebinin savunucusu oldu. İmam Mâturidî ile aynı devirde yaşayan Eş‘arî, inanç konularında onunla aynı görüşleri paylaşır. Aralarında ayrıntı üzerinde bazı farklar vardır. Meselâ; Mâturidî, kalpdeki imanın bir bütün olduğunu, artıp eksilmeyeceğini söylerken, Eş’arî; imanın artıp eksilebileceğini ileri sürmüştür.
Mâlikî ve Şâfiler itikadda Eş’arî mezhebini benimsemişlerdir. Hanbelîler’e göre, fıkıh ve itikad mezhebi birdir. Onlar, Ahmed İbn Hanbel’in mezhebinden ayrı, selef görüşünü esas alan bir inanca sahiptirler.
İmam Eşari’nin Eserleri
İmam Eş’arî’nin başlıca eserleri şunlardır:
a) Makâlâtu’l-İslâmiyyîn; Eş’arî, bu eserinde mezhepler hakkında bilgi verir, ölçülü tenkitler yapar, ehl-i kıbleyi dinsizlikle ithamdan kaçınır ve müsamahalı bir yol izler.
b) el-İbâne an Usûli’d-Diyâne; bu eserde, Allah’ın görülüp, görülememesi, kelâmullah, istivâ, Allah’ın sıfatları, ecel, rızık, hidayet ve dalâlet gibi kelâm problemleri kitap ve sünnet ehlinin görüşlerine göre açıklanmıştır.
c) er-Risâle fî İstihsani’l-Havz; Eş’arî, bu eserde, kendisine bid’atçı diyenlere karşı âyet ve hadislerle cevap vermiş, dinde akıl yürütmenin mübah olduğunu ortaya koymuştur.
d) el-Lum’a; Eş’arî’nin kelâma dair görüşlerini içine alan önemli bir eserdir.[16]
İmam Maturidi ve İmam Eş’arî kendi devirlerinde ortaya çıkan bozuk akide, felsefe ve bid’atların önüne geçmiş, ayrılık ve bölünmelere fırsat vermemişlerdir.
2. Maturidilik Mezhebi
Bir akaid mezhebi olan Mâturidîlik’in kurucusu, Ebu Mansur Muhammed, Semerkand köylerinden Mâturid’de doğmuş ve 333/944 yılında vefat etmiştir.
İmam Maturidi’nin Görüşleri
O devirde çeşitli kültürlere sahip olan halk kitlelerinin İslâm’a girişi, Hint ve Yunan felsefelerinin Arapça’ya tercüme edilmesi karşısında, İslâm’ın esaslarını savunmak için aklın verilerinden ve mantık kurallarından yararlanmak gerekiyordu. Müslüman bilginlerin inanç konularını savunmak için meydana getirdiği bu yeni ilim dalına “kelâm” adı verildi. Bunun latince karşılığı “teoloji”dir. İşte Ebu Mansur Muhammed Mâturidî bu devirde yetişen büyük bir mütekellim (teolog)dir. O, İslâm akaidini Kitap ve sünnete uygun biçimde ve aklî verilerden de yararlanarak açıklamış, ehl-i sünnet yolunu sapıklara, bid’atçılara karşı savunmuş ve özellikle Mâverâünnehir’de Hanefîlerin itikad imamı olmuştur.
Mâturidi akaidinin esasını, Ebu Hanife’nin (ö.150/767) düşünceleri özellikle “el-Fıkhu’l-Ekber” isimli eseri teşkil eder. Ebu Hanife’nin bu eseri inanç konularının ana esaslarını, ihtilaflı itikadî konuların çözümlerini içine alır. Çünkü, Ebu Hanife’nin fıkıhtan önce kelâm ilmi ile uğraştığı ve el-Fıkhu’l-Ekber, er-Risâle, el-Fıkhu’l-Evsat, Kitabü’l-Âlim ve el-Vasiyye adlarını taşıyan beş tane risale kaleme aldığı bilinmektedir.[17]
İmam Maturidi’nin Eserleri
İmam Mâturidî’den sonra Hanefîler’e, aynı zamanda Mâturidî de denmiştir. Bütün Hanefîler ve bu arada genel olarak Türkler itikatta Maturîdîlik mezhebini tercih etmişlerdir. İmam Mâturidî’nin başta gelen iki eseri şunlardır:
a) Kitabü’t-Tevhîd: İmam Mâturidî’nin, İslâm inancını, bid’at görüşler karşısında savunduğu bu eseri Mısırlı bilgin Fethullah Huleyf tarafından yayınlanmıştır.[18] Mâturidî özellikle Mutezile ekolünün görüşlerini çürütmek için çalışmış, bu mezhebin temsilcisi sayılan el-Kâbî’nin görüşlerine cevap olmak üzere, bazı reddiyeler yazmıştır.[19] Diğer yandan Karmatî ve Râfizîlere karşı da mücadele etmiştir.
b) Te’vilâtü’l-Kur’an: İmam Maturidî’nin aklî ve naklî delillere dayanarak ehl-i sünnet inancını savunduğu bir Kur’an tefsiridir. Konular herkesin anlayabileceği sade bir üslupla anlatılmış, gerek duyuldukça diğer mezhep ve fırkaların görüşlerine de yer verilmiştir.[20]
İleride Ehl-i sünnetin iman esasları üzerinde ayrıca duracağımız için, burada inanç mezheplerinin görüşlerini kısa geçiyoruz.
EHL-İ BİDAT MEZHEPLERİ
Bid’at veya dalâlet ehlinden sayılan, temel konularda bile görüş birliği bulunmayan, kimi zaman birbirleriyle çelişen görüşler öne süren bid’atçı mezhepleri, Mu’tezile, Cebriyye, Hâriciyye, Şîa, Mürcie, Müşebbihe olmak üzere altı grupta toplamak mümkündür. Bunlardan İslâm âlemi üzerinde etkileri görülen ilk dört tanesi üzerinde kısaca duracağız.
1. Mutezile Mezhebi
Mutezile Nedir?
Mu’tezile sözlükte, “ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler” anlamına gelir. Büyük günah işleyenin imanla küfür arası bir mertebede olduğunu söyleyerek, Ehl-i Sünnet bilginlerinden Hasan el-Basrî’nin (ö.110/728) derslerini terk eden Vâsıl İbn Atâ (ö.131/148) ile ona uyanların oluşturduğu mezhep bu adla anılır. Mu’tezile kendisini “Ehlü’l-adl ve’t-tevhîd” diye tanımlar. Akılcı bir mezhep olan Mu’tezile, mantıkla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri yorumlamada akla öncelik vermiştir.
Mutezile Temsilcileri
Mu’tezile’nin temsilcileri arasında Ebü’l-Huzeyl el-Allâf (ö.235/850), Nazzâm (ö. 231/845), Câhiz (ö. 255/869), Bişr İbn Mu’temir (ö.210/825), Cübbâî, (. 303/916), Kadî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ve Zemahşerî (ö. 538/1143) sayılabilir. Abbasîler döneminde en parlak günlerini yaşayan Mu’tezile daha sonra etkinliğini, hatta bir mezhep olma niteliğini yitirmiştir. Günümüzde Mu’tezile’nin görüşleri Şia’nın Ca’feriyye ve Zeydiyye kolları ile Hâricîliğin İbâdiyye kolunda yaşamaktadır.
Mutezile Görüşleri
Mu’tezile’nin esas aldığı beş prensip şunlardır: a) Allah zat ve sıfatları ile tektir (tevhîd), b) Kul özgür iradesiyle iş yapar, Allah en uygun olanı yaratır (adl), c) İyilik yapana mükâfat, kötülük yapana ceza vardır (vaad ve vaîd), d) Büyük günah işleyen imanla küfür arasında fısk derecesinde kalır (el-menzile beyne’l-menzileteyn), e) İyiliği emir ve kötülüğü nehiy her müslümana farzdır.
Allah’ın belirlediği kader yerine, insanın belirlediği bir kadere inanan ve fiilleri Allah’a değil de insana isnat eden “Kaderiyye” ekolü, çeşitli kişilerce temsil edilmekle birlikte, varlığını Mu’tezile’nin temel tezleri arasında sürdürmüştür. İnsanın irade ve fiilleri üzerinde Allah’ın bir irade ve bilgisinin bulunmadığını, Allah’ın insanın fiillerini ancak ortaya çıktıktan sonra bileceğini öne süren bu akımın ilk önderlerinden Ma’bed İbn Halid el-Cühenî, Emevîler döneminde Haccac tarafından, Gaylan İbn Müslim el-Kıptî ed-Dımaşkî ise Halîfe Hışam İbn Abdilmelik tarafından öldürülmüştür.
2. Cebriyye Mezhebi
Cebriyye Nedir?
Kader ve irade konusunda Kaderiyye fırkasının tam aksi görüşte olan bir ekoldür.
Cebriyye Temsilcileri ve Görüşleri
İslâm âleminde kader konusunu ilk tartışma gündemine getirenin Ma’bed İbn Hâlid el-Cühenî (ö. 85/704) olduğu nakledilir. Onu Gaylan ed-Dımaşkî izlemiş ve kaderle ilgili görüşlerini daha da geliştirmiştir. Ma’bed, Allah tarafından önceden belirlenmiş bir kader programı bulunmadığını, insanın fiil ve davranışlarında tamamen serbest olduğunu öne sürmüştür. Muhtemelen o, Emevîlerin aşırı baskı ve zulümlerine karşı kaderci bir tevekküle saplanmış kimselere bakarak, Emevî zulmünün bir kader olmadığını söylemekle işe başlamış ve sonunda kaderi inkâr etmeye kadar varmıştır. Nitekim gerek Ma’bed’in, gerekse onu izleyen Gaylan’ın Emevî yöneticilerince öldürülmesi, konunun o günkü siyâsî konjonktürle yakın ilişkisi bulunduğunu göstermektedir.
Ma’bed’in kaderi kökten inkâr etmesine tepki olarak Cehm İbn Safvân (ö. 128/745) da her şeyin Allah’ın ilmi ve iradesi altında cereyan ettiğini, insanın yazılmış bir kaderinin bulunduğunu bildiren âyetlere dayanarak,[21] cebr akidesini, yani insanın yaptığı işlerde bir ihtiyarının bulunmadığı, yaptığı işleri kader gereği zorunlu olarak yaptığı görüşünü öne sürmüştür. Bu inanca göre, yaptığı iş ve eylemlerde insanın irade ve gücü yoktur. Kul, rüzgârın önünde sürüklenen yaprak gibidir, yaprağın yönünü kendisi değil rüzgâr belirler. Allah cansız bitkinin hareketlerini yarattığı gibi, insanın fiillerini de yaratır. Kimi cebriyeciler, insanda bir kudretin bulunduğunu, fakat bunun insanın fiilleri üzerinde etkili olmadığını kabul ederler.[22]
Ehl-i sünnet ise, kulların ihtiyârî veya gayri ihtiyârî bütün fiillerinin, Allah tarafından yaratıldığını kabul etmekle birlikte, Allah’ın insana verdiği irade-i cü’ziyyeyi herhangi bir yöne yönlendirebileceğini söyleyerek Kaderiyye ile Cebriyye arasında orta bir yol izlemişlerdir. Kur’an’ın birçok yerlerinde “Yaptıklarınıza karşılık olarak…” buyurularak “fiil” insana nisbet edilmiştir. İnsanın ne yapacağının Allah tarafından önceden bilinmesi ve onu kaderine yazması, insanın bu amele zorlandığı anlamına gelmez. Aksine insan o işi serbest iradesiyle ister ve kendi ihtiyarı ile yapar. Bu yüzden de sonucundan sorumlu olur.
3. Haricilik Mezhebi
Hariciler Kimdir? (Haricilik Nedir?)
Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden Sıffîn savaşından (37/657) sonra, halife tayin işinin hakeme bırakılması üzerine, Hz. Ali’ye isyan ederek, büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağı ve günah işleyen devlet başkanına itâat edilmeyeceği iddiasıyla ortaya çıkan gruba “hârîcîler” adı verilmiştir. Çoğulu Havâric’tir. Bunlara Harûriyye veya kendi kullandıkları bir ad olarak “Şurât (kendini Allah’a satanlar)” adı da verilir.
Haricilik Görüşleri
Hâricîlerin ilk bakışta dini hükümleri korumada titizlik gösteren bir ekol olarak algılanması mümkün ise de, sübjektif değerlendirmeye açık olan konulara fazla girmeleri yüzünden İslâm toplumunda anarşinin de ilk tohumlarını oluşturdukları görülür. Bu ekol başlangıçta cahil halk tabakasının benimsediği bir görüş olarak ortaya çıkmış, her dönemde az veya çok müntesibi bulunmuştur. Günümüzde İbâdiyye kolu daha çok Kuzey Afrika, Madagaskar, Zengibar ve Umman sultanlığında rastlanır. Kur’an’ın yalnız zâhirine dayandıkları için, fıkıh konusunda da Ehl-i Sünnet’ten farklı görüşleri vardır.
4. Şia Mezhebi
Şia Ne Demek?
Şîa sözlükte taraftar, yardımcı anlamına gelir. Bir mezhep olarak; Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Hz. Ali’yi halîfeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu ilk meşrû halîfe kabul eden, vefatından sonra da halifeliğe Hz. Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ortak adıdır. Şîa, Ehl-i sünnet topluluğunun dışında kalan, günümüze kadar varlığını sürdüren, İslâm dünyasında da önemli sayıda taraftarı bulunan en önemli itikadî, fıkhî ve siyâsî bir mezheptir.
Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra meydana gelen olaylarda, Hz. Ali’nin tarafını tutan, onun safında savaşanlara “Şîatü Alî İbn Tâlib (Ali İbn Tâlib taraftarları)” denilmiştir.[23]
Şia Mezhebinin Kolları
Şîa’nın günümüze ulaşan üç büyük kolu Zeydiyye, İsmailiyye ve İmâmiyye- İsnâaşeriyye’dir. Zeydiyye, Hz. Ali’nin torunu Zeyd İbn Alî Zeynelâbidîn’e nisbet edildiği için bu adı almıştır. Günümüzde Yemen bölgesinde taraftarları bulunan Zeydiyye, itikadî konularda Mu’tezile’ye, fıkıh konularında ise Hanefî mezhebine yakın görüşlere sahiptir. Zeydiyye, hılâfetin Hz. Ali’nin soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebûbekir ve Ömer’in halîfeliklerini de meşrû görürler. Hılâfetin Hüseyinoğulları’na ait olduğu ve imamların masum olduğu görüşünü de kabul etmezler. Zeydiyye bu durumuyla, Ehl-i Sünnet’e en yakın mezhep olarak tanınır.
Ca’fer es-Sâdık’ın 148/769 yılında ölümünden sonra, devlet başkanlığına oğlu İsmail’in ve soyunun hak sahibi olduğu iddiası, Şîa içinde aşırı görüşleriyle tanınan İsmailiyye fırkasının ortaya çıkmasına neden oldu. Bir buçuk yüzyıl süreyle gizli imamlar ve davetçiler tarafından yönetilen İsmâiliyye ekolü, IV. hicret yüzyılının başında Fâtımîler Devleti’ni kurmakla güçlendi. Daha sonra doğu ve batı İsmailîler’i olmak üzere ikiye ayrıldı. Eski Yunan ve Doğu felsefelerinden, Ortadoğu dinlerinden etkilenmesi ve Bâtınî yorumlara dalması yüzünden birçok uç görüşlere sahip oldu. Günümüzde az olmakla birlikte Pakistan, İran ve Orta Asya’da mensupları vardır.
İmâmiyye, günümüzde dünya Müslümanlarının yüzde on kadarını içinde barındıran, Şîa’nın en büyük koludur. Mezhebin imâmet ve siyaset görüşü on iki imam çevresinde şekillendiğinden “İsnâaşeriyye (12 imamcı ekol)”, inanç ve fıkıhta Ca’fer es-Sâdık’ın görüşlerini esas aldıkları için “Ca’feriyye” adıyla da anılırlar.
İsnaaşeriyye (12 İmamcı Ekol) Görüşleri
On iki imam mezhebinin temel görüşleri şöyle özetlenebilir: a) İmâmet dinin bir rüknüdür, bu yüzden her zaman bir imamın bulunması gereklidir. b) Hz. Peygamber’in, Hz. Ali’yi halîfe tayin ettiğine ve bunun devam eden bir süreç olduğuna inanırlar. c) İmamların masum olduğuna inanırlar. İmamlar büyük, küçük, bilerek veya bilmeyerek günah işlemezler. Bu inanç, imamın sözünün dinlenmesi ve kalplerden korkunun çıkmaması için önemlidir. d) İmamların on iki oluşuna inanmak gerekir. e) Küçük yaşta kaybolan on ikinci imam, Muhammed el- Mehdî’nin kurtarıcı (mehdî) olarak geleceğine inanmak, tehlike bulunan durumlarda kendini gizlemek (takıyye), Hz. Ali’ye bîat etmeyen sahabilere karşı tavır almak ve onlara ta’n etmek yine İmâmiyye’nin benimsediği esaslardandır.[24]
Hz. Ali döneminde başlayan, Emeviler ve Abbasiler dönemleri boyunca süren iktidar mücadelesi, başarısızlıklar, zulüm, baskı ve haksızlıklar karşısında içine kapanan ve kendisini İslâm ümmetinin çoğunluğundan soyutlayarak, imâmet ve siyâset etrafında kendine özgü teoriler geliştiren İmâmiyye, saydam olmayışı, bilimsel tartışmalara açık bulunmayışı yüzünden, İslâm âlemi içinde yol açtığı görüş ayrılıkları, izlediği uzlaşmaz tutum ve sahip olduğu itikadî görüşler yüzünden Ehl-i sünnet âlimlerince eleştiriye uğramıştır. Ancak iman esasları, namaz, oruç, hac, zekat, içki, kumar, zina hadler gibi İslâm’ın kesin hükümleri üzerinde, müslümanların çoğunluğu ile görüş birliği içinde bulunan mutedil Şîa, hiç bir zaman tekfîr edilmemiştir.
Tarihte görüş ayrılığına yol açan konular, günümüzde bilimsel metotlarla araştırılarak ve Ehl-i sünnetin elindeki geçerli kaynaklarla karşılaştırılarak barışçı bir sürece girilmelidir. Gayrimüslimlerin hâkim olduğu ülkelerle siyâsî, kültürel ve ekonomik işbirliklerinin kurulmaya çalışıldığı, diyalog ve hoşgörü toplantılarının yapıldığı bir dönemde, Kur’an’ı ve büyük ölçüde sünneti referans alan toplumlarla, bilimsel bir zeminde buluşmanın güç olamaması gerekir.
Dipnotlar:
[1] bk. Şerafettin Gölcük, İslam Akaidi, Konya, 1989, s. 8 vd. [2] Tâhâ, 20/5; bk. A’raf, 7/54; Tevbe, 9/129; Yunus, 10/3; er-Ra’d, 13/2; Furkan, 25/59 [3] Feth 48,/10; bk. Al-i İmrân, 3/73; Mâide, 5/64; Hadîd, 57/29 [4] Şûrâ, 42/11, İhlâs, 112/4 [5] Nûr, 24/51 [6] Mâide, 5/92 [7] Haşr, 59/7. Ayrıca bk. Âl-i İmrân, 3/3; Nisâ, 4/65.Ahzâb, 33/ 36; Nûr, 24/63 [8] İbn Mâce, Mukaddime, 1 [9] Ebû Dâvud, Sünnet, 6; A. İbn Hanbel, IV, 131 [10] Ebû Dâvud, Sünnet, 5 [11] Tevbe, 9/100 [12] Buhârî, Fazâilü’s-Sahâbe, 1 [13] Tirmizî, Fiten, 7 [14] Ebû Dâvud, Sünnet, 1; İbn Mâce, Fiten, 17 [15] İbn Mâce, Fiten, 8. bk. İbnü’l-Esîr, Nihâye, II, 419 [16] Eş’arî’nin eserlerinin baskıları için bk. Makâlât, İstanbul 1928; İbâne, Hayarabâd 1948; Risâle, Haydarabâd, 1323; 1344, Beyrut 1923. (Lum’a içinde İngilizce tercemesiyle birlikte); Lum’a, Beyrut 1955 [17] Kemaluddin Beyazî, Ebû Hanife’nin bu beş risâlesini, “İşârâtu’l-Merâm min İbârâti’l-İmâm” isimli kitabında toplamış ve bu eser 1949. yılında Mısır’da yayınlanmıştır. [18] bk. Maturidî, Kitâbü’t-Tevhîd, nşr Fethullah Huleyf, Beyrut 1970 [19] Kemal Işık, Maturidî’nin Kelam Sisteminde İman, Allah ve Peygamberlik Anlayışı, Ankara 1980, s.19 [20] Işık, age, s.18 [21] bk. A’râf, 7/178; Tevbe, 9/51; Ra’d, 13/8; Zümer, 39/62; Kamer, 54/49; İnsan, 76/30 [22] Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut 1975, I, 85 [23] Şehristânî, age, I, 146 [24] Bilgi için bk. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, İstanbul 1981, s. 218; Mustafa Öz, “Ca’fer es-Sâdık” mad., TDV İslâm Ansik., “Şîa” mad., Şamil İslâm Ansik.; Hamdi Döndüren, “Ca’fer-i Sâdık” mad., Şamil İslâm Ansik.; Komisyon, İlmihal, I, 29-31
Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, Erkam Yayınları
İTİKADİ MEZHEPLERİN ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ
Mezhep sözlükte “gidilecek yol, gidilecek yer, görüş, doktrin ve akım” gibi anlamlara gelir. Bir terim olarak ise mezhep; kendi içinde tutarlı bir düşünce sistemi olduğu kabul edilen inanç ve fıkıhla ilgili ekolleri ifade eder. Çoğulu “mezâhib” tir. Mezhep kurucusu diye bilinen müctehit imamlar bir din koyucusu veya tebliğcisi değildir. Bunlar; Kur’an, sünnet, icmâ, kıyas ve diğer hüküm çıkarma metotlarını kullanarak nasslar üzerinde yorum yapan ve sayısı sınırlı olan nassları sınırsız hayat olaylarına uygulamaya çalışan bilim adamlarıdır. Genelde mezhepler kurucularının adlarıyla anılır. İtikadda, Mâtüridî, Eş’arî; fıkıhta Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri gibi. Akâid mezhepleri için grup anlamına gelen “fırka (çoğulu fırak)” da kullanılmıştır.
İtikad Nedir? (Akide Ne Demek?)
İtikad, inanç demektir. Bir şeye inanmaya, bir kimseyi veya bir haberi kabul edip, ona bağlı kalmaya “akîde” denir. Çoğulu akâid’dir. İtikad ve iman eşanlamlıdır. Terim olarak iman; Allah Teâlâ’nın dinini kalb ile kabul etmek, yani Resûlullah (s.a.s)’ın bildirdiği şeyleri kesin bir şekilde kalben tasdik etmektir. Toplumda müslüman muamelesi görmek için de bu imanı açığa vurmak gereklidir.
Akâid, imanı esas alan İslâmî kaide ve hükümlerin bütününü ifade eder. İbadet ve amel konuları bu bilimin sınırları dışında kalır. İslâm’ın inanç sistemi “âmentü” cümlesinde toplanmıştır. Bu da Allah’ın varlığına ve birliğine, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine imandan ibarettir.
İslâm’ın ilk dönemi olan asr-ı saadette, Resûlullah (s.a.s) hayatta iken, diğer İslâmî ilimler gibi, akaid ilmi de yazılmamış ve tedvin edilmemiştir. Henüz vahiy kesilmediği için inanç, ibadet veya beşeri muamele konularında problemi olan kimseler, Allah’ın elçisine başvuruyor, konu vahiy ışığında çözümleniyordu. Ashab-ı kiram her konuda olduğu gibi, akide konularında da Kur’an-ı Kerim’e ve Resûlullah (s.a.s)’a tam olarak teslimiyet içindeydi. Onlar Allah Resûlü’nün getirdiği bir inanç ilkesini tartışmasız kabul ederlerdi.
Hz. Ebubekir (r.a)’in, Hz. Peygamber’in mirac mucizesini alaylı bir şekilde soran Mekke müşriklerine; “Eğer Miraca, semalara çıktığını Muhammed (s.a.s) söylemişse, bu doğrudur. Ben buna da O’nun Allah Teâlâ’dan getirdiği her şeye de inanmaktayım” diye cevap verdiği bilinmektedir. Diğer yandan Allah’ın Resûlü kader konusunu tartışan bazı sahabileri bu tartışmadan menetmiştir. Çünkü bazı inanç konularının akıl tarafından kavranması mümkün olmayabilir. Ona, haber verildiği şekliyle inanmak gerekir.
Hz. Peygamber’in ahirete irtihalinden ve dolayısıyla vahyin kesilmesinden sonra ashab-ı kiramın çoğu bu saf ve berrak İslâmî inançlarını korudular. Bununla birlikte nüfusun artması, yeni kültür çevrelerinin İslâm’a girmesi ve yeni yeni meselelerin ortaya çıkması yüzünden bazı problemlerle karşı karşıya gelmeye başladılar. Halifelerin seçim şekli, Hz. Ali devrindeki Hakem olayı, büyük günah işleyenin (mürtekib-i kebire) dinden çıkıp çıkmadığı gibi[1] meseleler bunlar arasında sayılabilir.
Selefiyye Nedir?
Sahabe ve tabiileri içine alan ilk nesiller, akideyle ilgili âyet ve hadislere, yoruma tabi tutmadan inanıyordu. Bunlara “Selefiyye” adı verilmiştir. Bunlar; “Rahmân (olan Allah), arşın üstüne oturdu” âyetini[2] Allah’ın tahtı vardır, fakat biz bunun niteliğini bilmeyiz, şeklinde, “Allah’ın eli, onların ellerinin üstündedir” âyetini[3] ise, Allah’ın eli vardır, fakat biz niteliğini bilemeyiz, şeklinde anlarlar. Daha sonra yetişen kelâm bilginleri ise, bu gibi âyetlerde, mecaz anlamın kastedildiğini; Allah’ın tahta oturmasıyla, varlıklar âlemine hâkim olması, mutlak kudret sahibi bulunması anlamının; Allah’ın eliyle de O’nun güç ve kudretinin kastedildiğini söylediler. Onlar bu konuda, “Allah’ın eşi, dengi ve benzeri bulunmadığını” bildiren âyetlere dayandılar.[4]
EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMAAT
Hz. Peygamber’in ve sahabenin yolunu izleyen, Allah’ın Kitab’ını ve Hz. Muhammed’in sünnetini rehber edinen ümmet çoğunluğuna verilen bir addır. Bu tamlama ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemaate tâbi olmak gibi iki önemli özelliği vardır. İnsanların, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrîrleri ile ahlâkî ve beşerî tavırlarını içine alan sünnetini benimsemede görüş birliğine varıp, bunu uygulaması “cemâat” adını alır.
Kur’an’ın çeşitli âyetlerinde, inanç ve amel konusunda sünnetin dikkate alınması gerektiği açıkça bildirilir. “Aralarında hüküm vermesi için, onlar Allah’a ve Elçisi’ne çağrıldıklarında, inananların sözü ancak, “duyduk, boyun eğdik!” demektir. İşte kurtulanlar ancak bunlardır.” [5] “Allah’a itâat edin, Rasûle de itâat edin ve sakının!” [6] “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” [7]
Hz. Peygamber de bu konuda şöyle buyurmuştur: “Size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin.” [8] Kur’an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etme meyli, tarih boyunca bid’at fırkalarının başvurduğu bir yoldur. Hz. Peygamber dini kaygısı zayıf olan bu gibi kişilerin ileride ortaya çıkabileceğini bildirmiş ve bunlardan sakınılmasını isteyerek şöyle buyurmuştur: “Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size, “Kur’an yeterlidir; Kur’an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa, onu haram bilin” diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun; bana Kur’an ile birlikte onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir.” [9]
Hz. Peygamber kendi sünnetine uyulmasını istediği gibi, ashabının yoluna da uyulmasını istemiştir. “İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara tanık olacaktır. Size sünnetimi, doğru yolu bulmuş halîfelerimin yolunu tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sakının. Çünkü her uydurma; bid’at, her bid’at da sapıklıktır.”[10] Ensar, muhâcirler ve onların yoluna iyilikle uyanlardan Allah Teâlâ’nın râzı olduğu Kur’an-ı Kerîm’de bildirildiği gibi,[11] Hz. Peygamber de bu kuşakların yoluna şöyle dikkat çekmiştir: “Ümmetimin en hayırlı dönemi benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir.” [12] Başka bir hadiste sahâbe, onlara uyanlar ve bunlara uyanlar olmak üzere üç kuşak zikredildikten sonra, yalanın yaygınlaşacağı ve Allah’ın kudret elinin cemâatin üzerinde olacağı haber verilir.[13]
73 Fırka Hadisi
Başka bir hadiste, Yahudilerin 71, Hıristiyanların 72 fırkaya ayrıldıkları, İslâm ümmetinin ise 73 fırkaya ayrılacağını, bunlardan birinin kurtuluşta, diğerlerinin ateşte olacağını bildirmiş, kurtuluşta olanların kimler olacağı sorusuna da, “Benim ve ashabımın yolunu izleyenler” [14] cevabını vermiştir. Fırka-i nâciye adını alan bu grup, “ehl-i sünnet ve’l-cemâat”, ateşte olanlar da “ehl-i bid’at” adı verilerek incelenir olmuştur. Ancak İslâm toplumunun başka bir niteliği de hadiste şöyle açıklanmıştır: “Ümmetim sapıklık üzerinde bir araya gelmez. Toplumda bölünme gördüğünüz zaman size “sevâdü’l-a’zam”ı (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim.” [15]
Ehl-i Bidat Nedir?
Ehl-i bid’at sözlükte “dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler” anlamına gelir. Bir akâid terimi olarak ise, Hz. Peygamber’in ve sahâbenin sünnetini terk ederek, onların izledikleri yoldan ayrılan ve ehl-i sünnete muhalefet eden mezhep ve grupları ifade eder. Gâliye, Batıniye, Yizîdiyye gibi ehl-i bid’at sayılan mezheplerin bir bölümü, inanç olarak İslâm ve iman çerçevesinin dışında kalırlar. Bunlara ehl-i hevâ, firak-ı dâlle veya ehl-i dalâl (sapıklık içinde kalanlar) da denilmiştir. Bir kısmı da sünnete aykırı davranmakla birlikte kıble ehlinden sayılırlar ve İslâm ümmetine mensupturlar. Hâriciyye, Mu’tezile, Şîa gibi.
Aşağıda, akideyle ilgili âyet ve hadisleri bir bütün olarak değerlendiren, yorumlayan ve İslâm inancının ana noktalarını belirleyen mezheplerden kısaca söz edeceğiz.
EHL-İ SÜNNET MEZHEPLERİ
1. Eşarilik Mezhebi
Ehl-i sünnetin, İmam Mâtüridî ile birlikte ikinci itikad imamı sayılan Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, 260/873 yılında Basra’da doğmuş, 324/936 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. Asıl adı Ali, babasının adı İsmail’dir. İmam Eş’arî, önce Mu’tezile mezhebine bağlı idi. Kırk yaşına kadar bu mezhebin görüşlerini savundu. Rüyasında Hz. Muhammed’i görmesi üzerine, yanlış yolda olduğunu anladı. Bu arada “üç kardeş meselesi” diye bilinen meselenin tartışmasında hocası Ebû Ali el-Cübbâî’ye (ö.303/936) üstün gelmiş, onun görüşlerini yeterli bulmadığı için Mu’tezile’den ayrılarak Eş’arîliği kurmuştur.
İmam Eşari’nin Görüşleri
İmam Eş’arî bundan sonra vahyi akılla açıklayıp güçlendirmeyi esas alan yeni kelâm metodunu benimsedi. Artık ehl-i sünnet mezhebinin savunucusu oldu. İmam Mâturidî ile aynı devirde yaşayan Eş‘arî, inanç konularında onunla aynı görüşleri paylaşır. Aralarında ayrıntı üzerinde bazı farklar vardır. Meselâ; Mâturidî, kalpdeki imanın bir bütün olduğunu, artıp eksilmeyeceğini söylerken, Eş’arî; imanın artıp eksilebileceğini ileri sürmüştür.
Mâlikî ve Şâfiler itikadda Eş’arî mezhebini benimsemişlerdir. Hanbelîler’e göre, fıkıh ve itikad mezhebi birdir. Onlar, Ahmed İbn Hanbel’in mezhebinden ayrı, selef görüşünü esas alan bir inanca sahiptirler.
İmam Eşari’nin Eserleri
İmam Eş’arî’nin başlıca eserleri şunlardır:
a) Makâlâtu’l-İslâmiyyîn; Eş’arî, bu eserinde mezhepler hakkında bilgi verir, ölçülü tenkitler yapar, ehl-i kıbleyi dinsizlikle ithamdan kaçınır ve müsamahalı bir yol izler.
b) el-İbâne an Usûli’d-Diyâne; bu eserde, Allah’ın görülüp, görülememesi, kelâmullah, istivâ, Allah’ın sıfatları, ecel, rızık, hidayet ve dalâlet gibi kelâm problemleri kitap ve sünnet ehlinin görüşlerine göre açıklanmıştır.
c) er-Risâle fî İstihsani’l-Havz; Eş’arî, bu eserde, kendisine bid’atçı diyenlere karşı âyet ve hadislerle cevap vermiş, dinde akıl yürütmenin mübah olduğunu ortaya koymuştur.
d) el-Lum’a; Eş’arî’nin kelâma dair görüşlerini içine alan önemli bir eserdir.[16]
İmam Maturidi ve İmam Eş’arî kendi devirlerinde ortaya çıkan bozuk akide, felsefe ve bid’atların önüne geçmiş, ayrılık ve bölünmelere fırsat vermemişlerdir.
2. Maturidilik Mezhebi
Bir akaid mezhebi olan Mâturidîlik’in kurucusu, Ebu Mansur Muhammed, Semerkand köylerinden Mâturid’de doğmuş ve 333/944 yılında vefat etmiştir.
İmam Maturidi’nin Görüşleri
O devirde çeşitli kültürlere sahip olan halk kitlelerinin İslâm’a girişi, Hint ve Yunan felsefelerinin Arapça’ya tercüme edilmesi karşısında, İslâm’ın esaslarını savunmak için aklın verilerinden ve mantık kurallarından yararlanmak gerekiyordu. Müslüman bilginlerin inanç konularını savunmak için meydana getirdiği bu yeni ilim dalına “kelâm” adı verildi. Bunun latince karşılığı “teoloji”dir. İşte Ebu Mansur Muhammed Mâturidî bu devirde yetişen büyük bir mütekellim (teolog)dir. O, İslâm akaidini Kitap ve sünnete uygun biçimde ve aklî verilerden de yararlanarak açıklamış, ehl-i sünnet yolunu sapıklara, bid’atçılara karşı savunmuş ve özellikle Mâverâünnehir’de Hanefîlerin itikad imamı olmuştur.
Mâturidi akaidinin esasını, Ebu Hanife’nin (ö.150/767) düşünceleri özellikle “el-Fıkhu’l-Ekber” isimli eseri teşkil eder. Ebu Hanife’nin bu eseri inanç konularının ana esaslarını, ihtilaflı itikadî konuların çözümlerini içine alır. Çünkü, Ebu Hanife’nin fıkıhtan önce kelâm ilmi ile uğraştığı ve el-Fıkhu’l-Ekber, er-Risâle, el-Fıkhu’l-Evsat, Kitabü’l-Âlim ve el-Vasiyye adlarını taşıyan beş tane risale kaleme aldığı bilinmektedir.[17]
İmam Maturidi’nin Eserleri
İmam Mâturidî’den sonra Hanefîler’e, aynı zamanda Mâturidî de denmiştir. Bütün Hanefîler ve bu arada genel olarak Türkler itikatta Maturîdîlik mezhebini tercih etmişlerdir. İmam Mâturidî’nin başta gelen iki eseri şunlardır:
a) Kitabü’t-Tevhîd: İmam Mâturidî’nin, İslâm inancını, bid’at görüşler karşısında savunduğu bu eseri Mısırlı bilgin Fethullah Huleyf tarafından yayınlanmıştır.[18] Mâturidî özellikle Mutezile ekolünün görüşlerini çürütmek için çalışmış, bu mezhebin temsilcisi sayılan el-Kâbî’nin görüşlerine cevap olmak üzere, bazı reddiyeler yazmıştır.[19] Diğer yandan Karmatî ve Râfizîlere karşı da mücadele etmiştir.
b) Te’vilâtü’l-Kur’an: İmam Maturidî’nin aklî ve naklî delillere dayanarak ehl-i sünnet inancını savunduğu bir Kur’an tefsiridir. Konular herkesin anlayabileceği sade bir üslupla anlatılmış, gerek duyuldukça diğer mezhep ve fırkaların görüşlerine de yer verilmiştir.[20]
İleride Ehl-i sünnetin iman esasları üzerinde ayrıca duracağımız için, burada inanç mezheplerinin görüşlerini kısa geçiyoruz.
EHL-İ BİDAT MEZHEPLERİ
Bid’at veya dalâlet ehlinden sayılan, temel konularda bile görüş birliği bulunmayan, kimi zaman birbirleriyle çelişen görüşler öne süren bid’atçı mezhepleri, Mu’tezile, Cebriyye, Hâriciyye, Şîa, Mürcie, Müşebbihe olmak üzere altı grupta toplamak mümkündür. Bunlardan İslâm âlemi üzerinde etkileri görülen ilk dört tanesi üzerinde kısaca duracağız.
1. Mutezile Mezhebi
Mutezile Nedir?
Mu’tezile sözlükte, “ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler” anlamına gelir. Büyük günah işleyenin imanla küfür arası bir mertebede olduğunu söyleyerek, Ehl-i Sünnet bilginlerinden Hasan el-Basrî’nin (ö.110/728) derslerini terk eden Vâsıl İbn Atâ (ö.131/148) ile ona uyanların oluşturduğu mezhep bu adla anılır. Mu’tezile kendisini “Ehlü’l-adl ve’t-tevhîd” diye tanımlar. Akılcı bir mezhep olan Mu’tezile, mantıkla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri yorumlamada akla öncelik vermiştir.
Mutezile Temsilcileri
Mu’tezile’nin temsilcileri arasında Ebü’l-Huzeyl el-Allâf (ö.235/850), Nazzâm (ö. 231/845), Câhiz (ö. 255/869), Bişr İbn Mu’temir (ö.210/825), Cübbâî, (. 303/916), Kadî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ve Zemahşerî (ö. 538/1143) sayılabilir. Abbasîler döneminde en parlak günlerini yaşayan Mu’tezile daha sonra etkinliğini, hatta bir mezhep olma niteliğini yitirmiştir. Günümüzde Mu’tezile’nin görüşleri Şia’nın Ca’feriyye ve Zeydiyye kolları ile Hâricîliğin İbâdiyye kolunda yaşamaktadır.
Mutezile Görüşleri
Mu’tezile’nin esas aldığı beş prensip şunlardır: a) Allah zat ve sıfatları ile tektir (tevhîd), b) Kul özgür iradesiyle iş yapar, Allah en uygun olanı yaratır (adl), c) İyilik yapana mükâfat, kötülük yapana ceza vardır (vaad ve vaîd), d) Büyük günah işleyen imanla küfür arasında fısk derecesinde kalır (el-menzile beyne’l-menzileteyn), e) İyiliği emir ve kötülüğü nehiy her müslümana farzdır.
Allah’ın belirlediği kader yerine, insanın belirlediği bir kadere inanan ve fiilleri Allah’a değil de insana isnat eden “Kaderiyye” ekolü, çeşitli kişilerce temsil edilmekle birlikte, varlığını Mu’tezile’nin temel tezleri arasında sürdürmüştür. İnsanın irade ve fiilleri üzerinde Allah’ın bir irade ve bilgisinin bulunmadığını, Allah’ın insanın fiillerini ancak ortaya çıktıktan sonra bileceğini öne süren bu akımın ilk önderlerinden Ma’bed İbn Halid el-Cühenî, Emevîler döneminde Haccac tarafından, Gaylan İbn Müslim el-Kıptî ed-Dımaşkî ise Halîfe Hışam İbn Abdilmelik tarafından öldürülmüştür.
2. Cebriyye Mezhebi
Cebriyye Nedir?
Kader ve irade konusunda Kaderiyye fırkasının tam aksi görüşte olan bir ekoldür.
Cebriyye Temsilcileri ve Görüşleri
İslâm âleminde kader konusunu ilk tartışma gündemine getirenin Ma’bed İbn Hâlid el-Cühenî (ö. 85/704) olduğu nakledilir. Onu Gaylan ed-Dımaşkî izlemiş ve kaderle ilgili görüşlerini daha da geliştirmiştir. Ma’bed, Allah tarafından önceden belirlenmiş bir kader programı bulunmadığını, insanın fiil ve davranışlarında tamamen serbest olduğunu öne sürmüştür. Muhtemelen o, Emevîlerin aşırı baskı ve zulümlerine karşı kaderci bir tevekküle saplanmış kimselere bakarak, Emevî zulmünün bir kader olmadığını söylemekle işe başlamış ve sonunda kaderi inkâr etmeye kadar varmıştır. Nitekim gerek Ma’bed’in, gerekse onu izleyen Gaylan’ın Emevî yöneticilerince öldürülmesi, konunun o günkü siyâsî konjonktürle yakın ilişkisi bulunduğunu göstermektedir.
Ma’bed’in kaderi kökten inkâr etmesine tepki olarak Cehm İbn Safvân (ö. 128/745) da her şeyin Allah’ın ilmi ve iradesi altında cereyan ettiğini, insanın yazılmış bir kaderinin bulunduğunu bildiren âyetlere dayanarak,[21] cebr akidesini, yani insanın yaptığı işlerde bir ihtiyarının bulunmadığı, yaptığı işleri kader gereği zorunlu olarak yaptığı görüşünü öne sürmüştür. Bu inanca göre, yaptığı iş ve eylemlerde insanın irade ve gücü yoktur. Kul, rüzgârın önünde sürüklenen yaprak gibidir, yaprağın yönünü kendisi değil rüzgâr belirler. Allah cansız bitkinin hareketlerini yarattığı gibi, insanın fiillerini de yaratır. Kimi cebriyeciler, insanda bir kudretin bulunduğunu, fakat bunun insanın fiilleri üzerinde etkili olmadığını kabul ederler.[22]
Ehl-i sünnet ise, kulların ihtiyârî veya gayri ihtiyârî bütün fiillerinin, Allah tarafından yaratıldığını kabul etmekle birlikte, Allah’ın insana verdiği irade-i cü’ziyyeyi herhangi bir yöne yönlendirebileceğini söyleyerek Kaderiyye ile Cebriyye arasında orta bir yol izlemişlerdir. Kur’an’ın birçok yerlerinde “Yaptıklarınıza karşılık olarak…” buyurularak “fiil” insana nisbet edilmiştir. İnsanın ne yapacağının Allah tarafından önceden bilinmesi ve onu kaderine yazması, insanın bu amele zorlandığı anlamına gelmez. Aksine insan o işi serbest iradesiyle ister ve kendi ihtiyarı ile yapar. Bu yüzden de sonucundan sorumlu olur.
3. Haricilik Mezhebi
Hariciler Kimdir? (Haricilik Nedir?)
Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden Sıffîn savaşından (37/657) sonra, halife tayin işinin hakeme bırakılması üzerine, Hz. Ali’ye isyan ederek, büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağı ve günah işleyen devlet başkanına itâat edilmeyeceği iddiasıyla ortaya çıkan gruba “hârîcîler” adı verilmiştir. Çoğulu Havâric’tir. Bunlara Harûriyye veya kendi kullandıkları bir ad olarak “Şurât (kendini Allah’a satanlar)” adı da verilir.
Haricilik Görüşleri
Hâricîlerin ilk bakışta dini hükümleri korumada titizlik gösteren bir ekol olarak algılanması mümkün ise de, sübjektif değerlendirmeye açık olan konulara fazla girmeleri yüzünden İslâm toplumunda anarşinin de ilk tohumlarını oluşturdukları görülür. Bu ekol başlangıçta cahil halk tabakasının benimsediği bir görüş olarak ortaya çıkmış, her dönemde az veya çok müntesibi bulunmuştur. Günümüzde İbâdiyye kolu daha çok Kuzey Afrika, Madagaskar, Zengibar ve Umman sultanlığında rastlanır. Kur’an’ın yalnız zâhirine dayandıkları için, fıkıh konusunda da Ehl-i Sünnet’ten farklı görüşleri vardır.
4. Şia Mezhebi
Şia Ne Demek?
Şîa sözlükte taraftar, yardımcı anlamına gelir. Bir mezhep olarak; Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Hz. Ali’yi halîfeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu ilk meşrû halîfe kabul eden, vefatından sonra da halifeliğe Hz. Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ortak adıdır. Şîa, Ehl-i sünnet topluluğunun dışında kalan, günümüze kadar varlığını sürdüren, İslâm dünyasında da önemli sayıda taraftarı bulunan en önemli itikadî, fıkhî ve siyâsî bir mezheptir.
Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra meydana gelen olaylarda, Hz. Ali’nin tarafını tutan, onun safında savaşanlara “Şîatü Alî İbn Tâlib (Ali İbn Tâlib taraftarları)” denilmiştir.[23]
Şia Mezhebinin Kolları
Şîa’nın günümüze ulaşan üç büyük kolu Zeydiyye, İsmailiyye ve İmâmiyye- İsnâaşeriyye’dir. Zeydiyye, Hz. Ali’nin torunu Zeyd İbn Alî Zeynelâbidîn’e nisbet edildiği için bu adı almıştır. Günümüzde Yemen bölgesinde taraftarları bulunan Zeydiyye, itikadî konularda Mu’tezile’ye, fıkıh konularında ise Hanefî mezhebine yakın görüşlere sahiptir. Zeydiyye, hılâfetin Hz. Ali’nin soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebûbekir ve Ömer’in halîfeliklerini de meşrû görürler. Hılâfetin Hüseyinoğulları’na ait olduğu ve imamların masum olduğu görüşünü de kabul etmezler. Zeydiyye bu durumuyla, Ehl-i Sünnet’e en yakın mezhep olarak tanınır.
Ca’fer es-Sâdık’ın 148/769 yılında ölümünden sonra, devlet başkanlığına oğlu İsmail’in ve soyunun hak sahibi olduğu iddiası, Şîa içinde aşırı görüşleriyle tanınan İsmailiyye fırkasının ortaya çıkmasına neden oldu. Bir buçuk yüzyıl süreyle gizli imamlar ve davetçiler tarafından yönetilen İsmâiliyye ekolü, IV. hicret yüzyılının başında Fâtımîler Devleti’ni kurmakla güçlendi. Daha sonra doğu ve batı İsmailîler’i olmak üzere ikiye ayrıldı. Eski Yunan ve Doğu felsefelerinden, Ortadoğu dinlerinden etkilenmesi ve Bâtınî yorumlara dalması yüzünden birçok uç görüşlere sahip oldu. Günümüzde az olmakla birlikte Pakistan, İran ve Orta Asya’da mensupları vardır.
İmâmiyye, günümüzde dünya Müslümanlarının yüzde on kadarını içinde barındıran, Şîa’nın en büyük koludur. Mezhebin imâmet ve siyaset görüşü on iki imam çevresinde şekillendiğinden “İsnâaşeriyye (12 imamcı ekol)”, inanç ve fıkıhta Ca’fer es-Sâdık’ın görüşlerini esas aldıkları için “Ca’feriyye” adıyla da anılırlar.
İsnaaşeriyye (12 İmamcı Ekol) Görüşleri
On iki imam mezhebinin temel görüşleri şöyle özetlenebilir: a) İmâmet dinin bir rüknüdür, bu yüzden her zaman bir imamın bulunması gereklidir. b) Hz. Peygamber’in, Hz. Ali’yi halîfe tayin ettiğine ve bunun devam eden bir süreç olduğuna inanırlar. c) İmamların masum olduğuna inanırlar. İmamlar büyük, küçük, bilerek veya bilmeyerek günah işlemezler. Bu inanç, imamın sözünün dinlenmesi ve kalplerden korkunun çıkmaması için önemlidir. d) İmamların on iki oluşuna inanmak gerekir. e) Küçük yaşta kaybolan on ikinci imam, Muhammed el- Mehdî’nin kurtarıcı (mehdî) olarak geleceğine inanmak, tehlike bulunan durumlarda kendini gizlemek (takıyye), Hz. Ali’ye bîat etmeyen sahabilere karşı tavır almak ve onlara ta’n etmek yine İmâmiyye’nin benimsediği esaslardandır.[24]
Hz. Ali döneminde başlayan, Emeviler ve Abbasiler dönemleri boyunca süren iktidar mücadelesi, başarısızlıklar, zulüm, baskı ve haksızlıklar karşısında içine kapanan ve kendisini İslâm ümmetinin çoğunluğundan soyutlayarak, imâmet ve siyâset etrafında kendine özgü teoriler geliştiren İmâmiyye, saydam olmayışı, bilimsel tartışmalara açık bulunmayışı yüzünden, İslâm âlemi içinde yol açtığı görüş ayrılıkları, izlediği uzlaşmaz tutum ve sahip olduğu itikadî görüşler yüzünden Ehl-i sünnet âlimlerince eleştiriye uğramıştır. Ancak iman esasları, namaz, oruç, hac, zekat, içki, kumar, zina hadler gibi İslâm’ın kesin hükümleri üzerinde, müslümanların çoğunluğu ile görüş birliği içinde bulunan mutedil Şîa, hiç bir zaman tekfîr edilmemiştir.
Tarihte görüş ayrılığına yol açan konular, günümüzde bilimsel metotlarla araştırılarak ve Ehl-i sünnetin elindeki geçerli kaynaklarla karşılaştırılarak barışçı bir sürece girilmelidir. Gayrimüslimlerin hâkim olduğu ülkelerle siyâsî, kültürel ve ekonomik işbirliklerinin kurulmaya çalışıldığı, diyalog ve hoşgörü toplantılarının yapıldığı bir dönemde, Kur’an’ı ve büyük ölçüde sünneti referans alan toplumlarla, bilimsel bir zeminde buluşmanın güç olamaması gerekir.
Dipnotlar:
[1] bk. Şerafettin Gölcük, İslam Akaidi, Konya, 1989, s. 8 vd. [2] Tâhâ, 20/5; bk. A’raf, 7/54; Tevbe, 9/129; Yunus, 10/3; er-Ra’d, 13/2; Furkan, 25/59 [3] Feth 48,/10; bk. Al-i İmrân, 3/73; Mâide, 5/64; Hadîd, 57/29 [4] Şûrâ, 42/11, İhlâs, 112/4 [5] Nûr, 24/51 [6] Mâide, 5/92 [7] Haşr, 59/7. Ayrıca bk. Âl-i İmrân, 3/3; Nisâ, 4/65.Ahzâb, 33/ 36; Nûr, 24/63 [8] İbn Mâce, Mukaddime, 1 [9] Ebû Dâvud, Sünnet, 6; A. İbn Hanbel, IV, 131 [10] Ebû Dâvud, Sünnet, 5 [11] Tevbe, 9/100 [12] Buhârî, Fazâilü’s-Sahâbe, 1 [13] Tirmizî, Fiten, 7 [14] Ebû Dâvud, Sünnet, 1; İbn Mâce, Fiten, 17 [15] İbn Mâce, Fiten, 8. bk. İbnü’l-Esîr, Nihâye, II, 419 [16] Eş’arî’nin eserlerinin baskıları için bk. Makâlât, İstanbul 1928; İbâne, Hayarabâd 1948; Risâle, Haydarabâd, 1323; 1344, Beyrut 1923. (Lum’a içinde İngilizce tercemesiyle birlikte); Lum’a, Beyrut 1955 [17] Kemaluddin Beyazî, Ebû Hanife’nin bu beş risâlesini, “İşârâtu’l-Merâm min İbârâti’l-İmâm” isimli kitabında toplamış ve bu eser 1949. yılında Mısır’da yayınlanmıştır. [18] bk. Maturidî, Kitâbü’t-Tevhîd, nşr Fethullah Huleyf, Beyrut 1970 [19] Kemal Işık, Maturidî’nin Kelam Sisteminde İman, Allah ve Peygamberlik Anlayışı, Ankara 1980, s.19 [20] Işık, age, s.18 [21] bk. A’râf, 7/178; Tevbe, 9/51; Ra’d, 13/8; Zümer, 39/62; Kamer, 54/49; İnsan, 76/30 [22] Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut 1975, I, 85 [23] Şehristânî, age, I, 146 [24] Bilgi için bk. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, İstanbul 1981, s. 218; Mustafa Öz, “Ca’fer es-Sâdık” mad., TDV İslâm Ansik., “Şîa” mad., Şamil İslâm Ansik.; Hamdi Döndüren, “Ca’fer-i Sâdık” mad., Şamil İslâm Ansik.; Komisyon, İlmihal, I, 29-31
Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, Erkam Yayınları
İTİKADİ MEZHEPLERİN ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ
Mezhep sözlükte “gidilecek yol, gidilecek yer, görüş, doktrin ve akım” gibi anlamlara gelir. Bir terim olarak ise mezhep; kendi içinde tutarlı bir düşünce sistemi olduğu kabul edilen inanç ve fıkıhla ilgili ekolleri ifade eder. Çoğulu “mezâhib” tir. Mezhep kurucusu diye bilinen müctehit imamlar bir din koyucusu veya tebliğcisi değildir. Bunlar; Kur’an, sünnet, icmâ, kıyas ve diğer hüküm çıkarma metotlarını kullanarak nasslar üzerinde yorum yapan ve sayısı sınırlı olan nassları sınırsız hayat olaylarına uygulamaya çalışan bilim adamlarıdır. Genelde mezhepler kurucularının adlarıyla anılır. İtikadda, Mâtüridî, Eş’arî; fıkıhta Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri gibi. Akâid mezhepleri için grup anlamına gelen “fırka (çoğulu fırak)” da kullanılmıştır.
İtikad Nedir? (Akide Ne Demek?)
İtikad, inanç demektir. Bir şeye inanmaya, bir kimseyi veya bir haberi kabul edip, ona bağlı kalmaya “akîde” denir. Çoğulu akâid’dir. İtikad ve iman eşanlamlıdır. Terim olarak iman; Allah Teâlâ’nın dinini kalb ile kabul etmek, yani Resûlullah (s.a.s)’ın bildirdiği şeyleri kesin bir şekilde kalben tasdik etmektir. Toplumda müslüman muamelesi görmek için de bu imanı açığa vurmak gereklidir.
Akâid, imanı esas alan İslâmî kaide ve hükümlerin bütününü ifade eder. İbadet ve amel konuları bu bilimin sınırları dışında kalır. İslâm’ın inanç sistemi “âmentü” cümlesinde toplanmıştır. Bu da Allah’ın varlığına ve birliğine, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine imandan ibarettir.
İslâm’ın ilk dönemi olan asr-ı saadette, Resûlullah (s.a.s) hayatta iken, diğer İslâmî ilimler gibi, akaid ilmi de yazılmamış ve tedvin edilmemiştir. Henüz vahiy kesilmediği için inanç, ibadet veya beşeri muamele konularında problemi olan kimseler, Allah’ın elçisine başvuruyor, konu vahiy ışığında çözümleniyordu. Ashab-ı kiram her konuda olduğu gibi, akide konularında da Kur’an-ı Kerim’e ve Resûlullah (s.a.s)’a tam olarak teslimiyet içindeydi. Onlar Allah Resûlü’nün getirdiği bir inanç ilkesini tartışmasız kabul ederlerdi.
Hz. Ebubekir (r.a)’in, Hz. Peygamber’in mirac mucizesini alaylı bir şekilde soran Mekke müşriklerine; “Eğer Miraca, semalara çıktığını Muhammed (s.a.s) söylemişse, bu doğrudur. Ben buna da O’nun Allah Teâlâ’dan getirdiği her şeye de inanmaktayım” diye cevap verdiği bilinmektedir. Diğer yandan Allah’ın Resûlü kader konusunu tartışan bazı sahabileri bu tartışmadan menetmiştir. Çünkü bazı inanç konularının akıl tarafından kavranması mümkün olmayabilir. Ona, haber verildiği şekliyle inanmak gerekir.
Hz. Peygamber’in ahirete irtihalinden ve dolayısıyla vahyin kesilmesinden sonra ashab-ı kiramın çoğu bu saf ve berrak İslâmî inançlarını korudular. Bununla birlikte nüfusun artması, yeni kültür çevrelerinin İslâm’a girmesi ve yeni yeni meselelerin ortaya çıkması yüzünden bazı problemlerle karşı karşıya gelmeye başladılar. Halifelerin seçim şekli, Hz. Ali devrindeki Hakem olayı, büyük günah işleyenin (mürtekib-i kebire) dinden çıkıp çıkmadığı gibi[1] meseleler bunlar arasında sayılabilir.
Selefiyye Nedir?
Sahabe ve tabiileri içine alan ilk nesiller, akideyle ilgili âyet ve hadislere, yoruma tabi tutmadan inanıyordu. Bunlara “Selefiyye” adı verilmiştir. Bunlar; “Rahmân (olan Allah), arşın üstüne oturdu” âyetini[2] Allah’ın tahtı vardır, fakat biz bunun niteliğini bilmeyiz, şeklinde, “Allah’ın eli, onların ellerinin üstündedir” âyetini[3] ise, Allah’ın eli vardır, fakat biz niteliğini bilemeyiz, şeklinde anlarlar. Daha sonra yetişen kelâm bilginleri ise, bu gibi âyetlerde, mecaz anlamın kastedildiğini; Allah’ın tahta oturmasıyla, varlıklar âlemine hâkim olması, mutlak kudret sahibi bulunması anlamının; Allah’ın eliyle de O’nun güç ve kudretinin kastedildiğini söylediler. Onlar bu konuda, “Allah’ın eşi, dengi ve benzeri bulunmadığını” bildiren âyetlere dayandılar.[4]
EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMAAT
Hz. Peygamber’in ve sahabenin yolunu izleyen, Allah’ın Kitab’ını ve Hz. Muhammed’in sünnetini rehber edinen ümmet çoğunluğuna verilen bir addır. Bu tamlama ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemaate tâbi olmak gibi iki önemli özelliği vardır. İnsanların, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrîrleri ile ahlâkî ve beşerî tavırlarını içine alan sünnetini benimsemede görüş birliğine varıp, bunu uygulaması “cemâat” adını alır.
Kur’an’ın çeşitli âyetlerinde, inanç ve amel konusunda sünnetin dikkate alınması gerektiği açıkça bildirilir. “Aralarında hüküm vermesi için, onlar Allah’a ve Elçisi’ne çağrıldıklarında, inananların sözü ancak, “duyduk, boyun eğdik!” demektir. İşte kurtulanlar ancak bunlardır.” [5] “Allah’a itâat edin, Rasûle de itâat edin ve sakının!” [6] “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” [7]
Hz. Peygamber de bu konuda şöyle buyurmuştur: “Size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin.” [8] Kur’an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etme meyli, tarih boyunca bid’at fırkalarının başvurduğu bir yoldur. Hz. Peygamber dini kaygısı zayıf olan bu gibi kişilerin ileride ortaya çıkabileceğini bildirmiş ve bunlardan sakınılmasını isteyerek şöyle buyurmuştur: “Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size, “Kur’an yeterlidir; Kur’an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa, onu haram bilin” diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun; bana Kur’an ile birlikte onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir.” [9]
Hz. Peygamber kendi sünnetine uyulmasını istediği gibi, ashabının yoluna da uyulmasını istemiştir. “İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara tanık olacaktır. Size sünnetimi, doğru yolu bulmuş halîfelerimin yolunu tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sakının. Çünkü her uydurma; bid’at, her bid’at da sapıklıktır.”[10] Ensar, muhâcirler ve onların yoluna iyilikle uyanlardan Allah Teâlâ’nın râzı olduğu Kur’an-ı Kerîm’de bildirildiği gibi,[11] Hz. Peygamber de bu kuşakların yoluna şöyle dikkat çekmiştir: “Ümmetimin en hayırlı dönemi benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir.” [12] Başka bir hadiste sahâbe, onlara uyanlar ve bunlara uyanlar olmak üzere üç kuşak zikredildikten sonra, yalanın yaygınlaşacağı ve Allah’ın kudret elinin cemâatin üzerinde olacağı haber verilir.[13]
73 Fırka Hadisi
Başka bir hadiste, Yahudilerin 71, Hıristiyanların 72 fırkaya ayrıldıkları, İslâm ümmetinin ise 73 fırkaya ayrılacağını, bunlardan birinin kurtuluşta, diğerlerinin ateşte olacağını bildirmiş, kurtuluşta olanların kimler olacağı sorusuna da, “Benim ve ashabımın yolunu izleyenler” [14] cevabını vermiştir. Fırka-i nâciye adını alan bu grup, “ehl-i sünnet ve’l-cemâat”, ateşte olanlar da “ehl-i bid’at” adı verilerek incelenir olmuştur. Ancak İslâm toplumunun başka bir niteliği de hadiste şöyle açıklanmıştır: “Ümmetim sapıklık üzerinde bir araya gelmez. Toplumda bölünme gördüğünüz zaman size “sevâdü’l-a’zam”ı (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim.” [15]
Ehl-i Bidat Nedir?
Ehl-i bid’at sözlükte “dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler” anlamına gelir. Bir akâid terimi olarak ise, Hz. Peygamber’in ve sahâbenin sünnetini terk ederek, onların izledikleri yoldan ayrılan ve ehl-i sünnete muhalefet eden mezhep ve grupları ifade eder. Gâliye, Batıniye, Yizîdiyye gibi ehl-i bid’at sayılan mezheplerin bir bölümü, inanç olarak İslâm ve iman çerçevesinin dışında kalırlar. Bunlara ehl-i hevâ, firak-ı dâlle veya ehl-i dalâl (sapıklık içinde kalanlar) da denilmiştir. Bir kısmı da sünnete aykırı davranmakla birlikte kıble ehlinden sayılırlar ve İslâm ümmetine mensupturlar. Hâriciyye, Mu’tezile, Şîa gibi.
Aşağıda, akideyle ilgili âyet ve hadisleri bir bütün olarak değerlendiren, yorumlayan ve İslâm inancının ana noktalarını belirleyen mezheplerden kısaca söz edeceğiz.
EHL-İ SÜNNET MEZHEPLERİ
1. Eşarilik Mezhebi
Ehl-i sünnetin, İmam Mâtüridî ile birlikte ikinci itikad imamı sayılan Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, 260/873 yılında Basra’da doğmuş, 324/936 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. Asıl adı Ali, babasının adı İsmail’dir. İmam Eş’arî, önce Mu’tezile mezhebine bağlı idi. Kırk yaşına kadar bu mezhebin görüşlerini savundu. Rüyasında Hz. Muhammed’i görmesi üzerine, yanlış yolda olduğunu anladı. Bu arada “üç kardeş meselesi” diye bilinen meselenin tartışmasında hocası Ebû Ali el-Cübbâî’ye (ö.303/936) üstün gelmiş, onun görüşlerini yeterli bulmadığı için Mu’tezile’den ayrılarak Eş’arîliği kurmuştur.
İmam Eşari’nin Görüşleri
İmam Eş’arî bundan sonra vahyi akılla açıklayıp güçlendirmeyi esas alan yeni kelâm metodunu benimsedi. Artık ehl-i sünnet mezhebinin savunucusu oldu. İmam Mâturidî ile aynı devirde yaşayan Eş‘arî, inanç konularında onunla aynı görüşleri paylaşır. Aralarında ayrıntı üzerinde bazı farklar vardır. Meselâ; Mâturidî, kalpdeki imanın bir bütün olduğunu, artıp eksilmeyeceğini söylerken, Eş’arî; imanın artıp eksilebileceğini ileri sürmüştür.
Mâlikî ve Şâfiler itikadda Eş’arî mezhebini benimsemişlerdir. Hanbelîler’e göre, fıkıh ve itikad mezhebi birdir. Onlar, Ahmed İbn Hanbel’in mezhebinden ayrı, selef görüşünü esas alan bir inanca sahiptirler.
İmam Eşari’nin Eserleri
İmam Eş’arî’nin başlıca eserleri şunlardır:
a) Makâlâtu’l-İslâmiyyîn; Eş’arî, bu eserinde mezhepler hakkında bilgi verir, ölçülü tenkitler yapar, ehl-i kıbleyi dinsizlikle ithamdan kaçınır ve müsamahalı bir yol izler.
b) el-İbâne an Usûli’d-Diyâne; bu eserde, Allah’ın görülüp, görülememesi, kelâmullah, istivâ, Allah’ın sıfatları, ecel, rızık, hidayet ve dalâlet gibi kelâm problemleri kitap ve sünnet ehlinin görüşlerine göre açıklanmıştır.
c) er-Risâle fî İstihsani’l-Havz; Eş’arî, bu eserde, kendisine bid’atçı diyenlere karşı âyet ve hadislerle cevap vermiş, dinde akıl yürütmenin mübah olduğunu ortaya koymuştur.
d) el-Lum’a; Eş’arî’nin kelâma dair görüşlerini içine alan önemli bir eserdir.[16]
İmam Maturidi ve İmam Eş’arî kendi devirlerinde ortaya çıkan bozuk akide, felsefe ve bid’atların önüne geçmiş, ayrılık ve bölünmelere fırsat vermemişlerdir.
2. Maturidilik Mezhebi
Bir akaid mezhebi olan Mâturidîlik’in kurucusu, Ebu Mansur Muhammed, Semerkand köylerinden Mâturid’de doğmuş ve 333/944 yılında vefat etmiştir.
İmam Maturidi’nin Görüşleri
O devirde çeşitli kültürlere sahip olan halk kitlelerinin İslâm’a girişi, Hint ve Yunan felsefelerinin Arapça’ya tercüme edilmesi karşısında, İslâm’ın esaslarını savunmak için aklın verilerinden ve mantık kurallarından yararlanmak gerekiyordu. Müslüman bilginlerin inanç konularını savunmak için meydana getirdiği bu yeni ilim dalına “kelâm” adı verildi. Bunun latince karşılığı “teoloji”dir. İşte Ebu Mansur Muhammed Mâturidî bu devirde yetişen büyük bir mütekellim (teolog)dir. O, İslâm akaidini Kitap ve sünnete uygun biçimde ve aklî verilerden de yararlanarak açıklamış, ehl-i sünnet yolunu sapıklara, bid’atçılara karşı savunmuş ve özellikle Mâverâünnehir’de Hanefîlerin itikad imamı olmuştur.
Mâturidi akaidinin esasını, Ebu Hanife’nin (ö.150/767) düşünceleri özellikle “el-Fıkhu’l-Ekber” isimli eseri teşkil eder. Ebu Hanife’nin bu eseri inanç konularının ana esaslarını, ihtilaflı itikadî konuların çözümlerini içine alır. Çünkü, Ebu Hanife’nin fıkıhtan önce kelâm ilmi ile uğraştığı ve el-Fıkhu’l-Ekber, er-Risâle, el-Fıkhu’l-Evsat, Kitabü’l-Âlim ve el-Vasiyye adlarını taşıyan beş tane risale kaleme aldığı bilinmektedir.[17]
İmam Maturidi’nin Eserleri
İmam Mâturidî’den sonra Hanefîler’e, aynı zamanda Mâturidî de denmiştir. Bütün Hanefîler ve bu arada genel olarak Türkler itikatta Maturîdîlik mezhebini tercih etmişlerdir. İmam Mâturidî’nin başta gelen iki eseri şunlardır:
a) Kitabü’t-Tevhîd: İmam Mâturidî’nin, İslâm inancını, bid’at görüşler karşısında savunduğu bu eseri Mısırlı bilgin Fethullah Huleyf tarafından yayınlanmıştır.[18] Mâturidî özellikle Mutezile ekolünün görüşlerini çürütmek için çalışmış, bu mezhebin temsilcisi sayılan el-Kâbî’nin görüşlerine cevap olmak üzere, bazı reddiyeler yazmıştır.[19] Diğer yandan Karmatî ve Râfizîlere karşı da mücadele etmiştir.
b) Te’vilâtü’l-Kur’an: İmam Maturidî’nin aklî ve naklî delillere dayanarak ehl-i sünnet inancını savunduğu bir Kur’an tefsiridir. Konular herkesin anlayabileceği sade bir üslupla anlatılmış, gerek duyuldukça diğer mezhep ve fırkaların görüşlerine de yer verilmiştir.[20]
İleride Ehl-i sünnetin iman esasları üzerinde ayrıca duracağımız için, burada inanç mezheplerinin görüşlerini kısa geçiyoruz.
EHL-İ BİDAT MEZHEPLERİ
Bid’at veya dalâlet ehlinden sayılan, temel konularda bile görüş birliği bulunmayan, kimi zaman birbirleriyle çelişen görüşler öne süren bid’atçı mezhepleri, Mu’tezile, Cebriyye, Hâriciyye, Şîa, Mürcie, Müşebbihe olmak üzere altı grupta toplamak mümkündür. Bunlardan İslâm âlemi üzerinde etkileri görülen ilk dört tanesi üzerinde kısaca duracağız.
1. Mutezile Mezhebi
Mutezile Nedir?
Mu’tezile sözlükte, “ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler” anlamına gelir. Büyük günah işleyenin imanla küfür arası bir mertebede olduğunu söyleyerek, Ehl-i Sünnet bilginlerinden Hasan el-Basrî’nin (ö.110/728) derslerini terk eden Vâsıl İbn Atâ (ö.131/148) ile ona uyanların oluşturduğu mezhep bu adla anılır. Mu’tezile kendisini “Ehlü’l-adl ve’t-tevhîd” diye tanımlar. Akılcı bir mezhep olan Mu’tezile, mantıkla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri yorumlamada akla öncelik vermiştir.
Mutezile Temsilcileri
Mu’tezile’nin temsilcileri arasında Ebü’l-Huzeyl el-Allâf (ö.235/850), Nazzâm (ö. 231/845), Câhiz (ö. 255/869), Bişr İbn Mu’temir (ö.210/825), Cübbâî, (. 303/916), Kadî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ve Zemahşerî (ö. 538/1143) sayılabilir. Abbasîler döneminde en parlak günlerini yaşayan Mu’tezile daha sonra etkinliğini, hatta bir mezhep olma niteliğini yitirmiştir. Günümüzde Mu’tezile’nin görüşleri Şia’nın Ca’feriyye ve Zeydiyye kolları ile Hâricîliğin İbâdiyye kolunda yaşamaktadır.
Mutezile Görüşleri
Mu’tezile’nin esas aldığı beş prensip şunlardır: a) Allah zat ve sıfatları ile tektir (tevhîd), b) Kul özgür iradesiyle iş yapar, Allah en uygun olanı yaratır (adl), c) İyilik yapana mükâfat, kötülük yapana ceza vardır (vaad ve vaîd), d) Büyük günah işleyen imanla küfür arasında fısk derecesinde kalır (el-menzile beyne’l-menzileteyn), e) İyiliği emir ve kötülüğü nehiy her müslümana farzdır.
Allah’ın belirlediği kader yerine, insanın belirlediği bir kadere inanan ve fiilleri Allah’a değil de insana isnat eden “Kaderiyye” ekolü, çeşitli kişilerce temsil edilmekle birlikte, varlığını Mu’tezile’nin temel tezleri arasında sürdürmüştür. İnsanın irade ve fiilleri üzerinde Allah’ın bir irade ve bilgisinin bulunmadığını, Allah’ın insanın fiillerini ancak ortaya çıktıktan sonra bileceğini öne süren bu akımın ilk önderlerinden Ma’bed İbn Halid el-Cühenî, Emevîler döneminde Haccac tarafından, Gaylan İbn Müslim el-Kıptî ed-Dımaşkî ise Halîfe Hışam İbn Abdilmelik tarafından öldürülmüştür.
2. Cebriyye Mezhebi
Cebriyye Nedir?
Kader ve irade konusunda Kaderiyye fırkasının tam aksi görüşte olan bir ekoldür.
Cebriyye Temsilcileri ve Görüşleri
İslâm âleminde kader konusunu ilk tartışma gündemine getirenin Ma’bed İbn Hâlid el-Cühenî (ö. 85/704) olduğu nakledilir. Onu Gaylan ed-Dımaşkî izlemiş ve kaderle ilgili görüşlerini daha da geliştirmiştir. Ma’bed, Allah tarafından önceden belirlenmiş bir kader programı bulunmadığını, insanın fiil ve davranışlarında tamamen serbest olduğunu öne sürmüştür. Muhtemelen o, Emevîlerin aşırı baskı ve zulümlerine karşı kaderci bir tevekküle saplanmış kimselere bakarak, Emevî zulmünün bir kader olmadığını söylemekle işe başlamış ve sonunda kaderi inkâr etmeye kadar varmıştır. Nitekim gerek Ma’bed’in, gerekse onu izleyen Gaylan’ın Emevî yöneticilerince öldürülmesi, konunun o günkü siyâsî konjonktürle yakın ilişkisi bulunduğunu göstermektedir.
Ma’bed’in kaderi kökten inkâr etmesine tepki olarak Cehm İbn Safvân (ö. 128/745) da her şeyin Allah’ın ilmi ve iradesi altında cereyan ettiğini, insanın yazılmış bir kaderinin bulunduğunu bildiren âyetlere dayanarak,[21] cebr akidesini, yani insanın yaptığı işlerde bir ihtiyarının bulunmadığı, yaptığı işleri kader gereği zorunlu olarak yaptığı görüşünü öne sürmüştür. Bu inanca göre, yaptığı iş ve eylemlerde insanın irade ve gücü yoktur. Kul, rüzgârın önünde sürüklenen yaprak gibidir, yaprağın yönünü kendisi değil rüzgâr belirler. Allah cansız bitkinin hareketlerini yarattığı gibi, insanın fiillerini de yaratır. Kimi cebriyeciler, insanda bir kudretin bulunduğunu, fakat bunun insanın fiilleri üzerinde etkili olmadığını kabul ederler.[22]
Ehl-i sünnet ise, kulların ihtiyârî veya gayri ihtiyârî bütün fiillerinin, Allah tarafından yaratıldığını kabul etmekle birlikte, Allah’ın insana verdiği irade-i cü’ziyyeyi herhangi bir yöne yönlendirebileceğini söyleyerek Kaderiyye ile Cebriyye arasında orta bir yol izlemişlerdir. Kur’an’ın birçok yerlerinde “Yaptıklarınıza karşılık olarak…” buyurularak “fiil” insana nisbet edilmiştir. İnsanın ne yapacağının Allah tarafından önceden bilinmesi ve onu kaderine yazması, insanın bu amele zorlandığı anlamına gelmez. Aksine insan o işi serbest iradesiyle ister ve kendi ihtiyarı ile yapar. Bu yüzden de sonucundan sorumlu olur.
3. Haricilik Mezhebi
Hariciler Kimdir? (Haricilik Nedir?)
Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden Sıffîn savaşından (37/657) sonra, halife tayin işinin hakeme bırakılması üzerine, Hz. Ali’ye isyan ederek, büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağı ve günah işleyen devlet başkanına itâat edilmeyeceği iddiasıyla ortaya çıkan gruba “hârîcîler” adı verilmiştir. Çoğulu Havâric’tir. Bunlara Harûriyye veya kendi kullandıkları bir ad olarak “Şurât (kendini Allah’a satanlar)” adı da verilir.
Haricilik Görüşleri
Hâricîlerin ilk bakışta dini hükümleri korumada titizlik gösteren bir ekol olarak algılanması mümkün ise de, sübjektif değerlendirmeye açık olan konulara fazla girmeleri yüzünden İslâm toplumunda anarşinin de ilk tohumlarını oluşturdukları görülür. Bu ekol başlangıçta cahil halk tabakasının benimsediği bir görüş olarak ortaya çıkmış, her dönemde az veya çok müntesibi bulunmuştur. Günümüzde İbâdiyye kolu daha çok Kuzey Afrika, Madagaskar, Zengibar ve Umman sultanlığında rastlanır. Kur’an’ın yalnız zâhirine dayandıkları için, fıkıh konusunda da Ehl-i Sünnet’ten farklı görüşleri vardır.
4. Şia Mezhebi
Şia Ne Demek?
Şîa sözlükte taraftar, yardımcı anlamına gelir. Bir mezhep olarak; Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Hz. Ali’yi halîfeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu ilk meşrû halîfe kabul eden, vefatından sonra da halifeliğe Hz. Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ortak adıdır. Şîa, Ehl-i sünnet topluluğunun dışında kalan, günümüze kadar varlığını sürdüren, İslâm dünyasında da önemli sayıda taraftarı bulunan en önemli itikadî, fıkhî ve siyâsî bir mezheptir.
Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra meydana gelen olaylarda, Hz. Ali’nin tarafını tutan, onun safında savaşanlara “Şîatü Alî İbn Tâlib (Ali İbn Tâlib taraftarları)” denilmiştir.[23]
Şia Mezhebinin Kolları
Şîa’nın günümüze ulaşan üç büyük kolu Zeydiyye, İsmailiyye ve İmâmiyye- İsnâaşeriyye’dir. Zeydiyye, Hz. Ali’nin torunu Zeyd İbn Alî Zeynelâbidîn’e nisbet edildiği için bu adı almıştır. Günümüzde Yemen bölgesinde taraftarları bulunan Zeydiyye, itikadî konularda Mu’tezile’ye, fıkıh konularında ise Hanefî mezhebine yakın görüşlere sahiptir. Zeydiyye, hılâfetin Hz. Ali’nin soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebûbekir ve Ömer’in halîfeliklerini de meşrû görürler. Hılâfetin Hüseyinoğulları’na ait olduğu ve imamların masum olduğu görüşünü de kabul etmezler. Zeydiyye bu durumuyla, Ehl-i Sünnet’e en yakın mezhep olarak tanınır.
Ca’fer es-Sâdık’ın 148/769 yılında ölümünden sonra, devlet başkanlığına oğlu İsmail’in ve soyunun hak sahibi olduğu iddiası, Şîa içinde aşırı görüşleriyle tanınan İsmailiyye fırkasının ortaya çıkmasına neden oldu. Bir buçuk yüzyıl süreyle gizli imamlar ve davetçiler tarafından yönetilen İsmâiliyye ekolü, IV. hicret yüzyılının başında Fâtımîler Devleti’ni kurmakla güçlendi. Daha sonra doğu ve batı İsmailîler’i olmak üzere ikiye ayrıldı. Eski Yunan ve Doğu felsefelerinden, Ortadoğu dinlerinden etkilenmesi ve Bâtınî yorumlara dalması yüzünden birçok uç görüşlere sahip oldu. Günümüzde az olmakla birlikte Pakistan, İran ve Orta Asya’da mensupları vardır.
İmâmiyye, günümüzde dünya Müslümanlarının yüzde on kadarını içinde barındıran, Şîa’nın en büyük koludur. Mezhebin imâmet ve siyaset görüşü on iki imam çevresinde şekillendiğinden “İsnâaşeriyye (12 imamcı ekol)”, inanç ve fıkıhta Ca’fer es-Sâdık’ın görüşlerini esas aldıkları için “Ca’feriyye” adıyla da anılırlar.
İsnaaşeriyye (12 İmamcı Ekol) Görüşleri
On iki imam mezhebinin temel görüşleri şöyle özetlenebilir: a) İmâmet dinin bir rüknüdür, bu yüzden her zaman bir imamın bulunması gereklidir. b) Hz. Peygamber’in, Hz. Ali’yi halîfe tayin ettiğine ve bunun devam eden bir süreç olduğuna inanırlar. c) İmamların masum olduğuna inanırlar. İmamlar büyük, küçük, bilerek veya bilmeyerek günah işlemezler. Bu inanç, imamın sözünün dinlenmesi ve kalplerden korkunun çıkmaması için önemlidir. d) İmamların on iki oluşuna inanmak gerekir. e) Küçük yaşta kaybolan on ikinci imam, Muhammed el- Mehdî’nin kurtarıcı (mehdî) olarak geleceğine inanmak, tehlike bulunan durumlarda kendini gizlemek (takıyye), Hz. Ali’ye bîat etmeyen sahabilere karşı tavır almak ve onlara ta’n etmek yine İmâmiyye’nin benimsediği esaslardandır.[24]
Hz. Ali döneminde başlayan, Emeviler ve Abbasiler dönemleri boyunca süren iktidar mücadelesi, başarısızlıklar, zulüm, baskı ve haksızlıklar karşısında içine kapanan ve kendisini İslâm ümmetinin çoğunluğundan soyutlayarak, imâmet ve siyâset etrafında kendine özgü teoriler geliştiren İmâmiyye, saydam olmayışı, bilimsel tartışmalara açık bulunmayışı yüzünden, İslâm âlemi içinde yol açtığı görüş ayrılıkları, izlediği uzlaşmaz tutum ve sahip olduğu itikadî görüşler yüzünden Ehl-i sünnet âlimlerince eleştiriye uğramıştır. Ancak iman esasları, namaz, oruç, hac, zekat, içki, kumar, zina hadler gibi İslâm’ın kesin hükümleri üzerinde, müslümanların çoğunluğu ile görüş birliği içinde bulunan mutedil Şîa, hiç bir zaman tekfîr edilmemiştir.
Tarihte görüş ayrılığına yol açan konular, günümüzde bilimsel metotlarla araştırılarak ve Ehl-i sünnetin elindeki geçerli kaynaklarla karşılaştırılarak barışçı bir sürece girilmelidir. Gayrimüslimlerin hâkim olduğu ülkelerle siyâsî, kültürel ve ekonomik işbirliklerinin kurulmaya çalışıldığı, diyalog ve hoşgörü toplantılarının yapıldığı bir dönemde, Kur’an’ı ve büyük ölçüde sünneti referans alan toplumlarla, bilimsel bir zeminde buluşmanın güç olamaması gerekir.
Dipnotlar:
[1] bk. Şerafettin Gölcük, İslam Akaidi, Konya, 1989, s. 8 vd. [2] Tâhâ, 20/5; bk. A’raf, 7/54; Tevbe, 9/129; Yunus, 10/3; er-Ra’d, 13/2; Furkan, 25/59 [3] Feth 48,/10; bk. Al-i İmrân, 3/73; Mâide, 5/64; Hadîd, 57/29 [4] Şûrâ, 42/11, İhlâs, 112/4 [5] Nûr, 24/51 [6] Mâide, 5/92 [7] Haşr, 59/7. Ayrıca bk. Âl-i İmrân, 3/3; Nisâ, 4/65.Ahzâb, 33/ 36; Nûr, 24/63 [8] İbn Mâce, Mukaddime, 1 [9] Ebû Dâvud, Sünnet, 6; A. İbn Hanbel, IV, 131 [10] Ebû Dâvud, Sünnet, 5 [11] Tevbe, 9/100 [12] Buhârî, Fazâilü’s-Sahâbe, 1 [13] Tirmizî, Fiten, 7 [14] Ebû Dâvud, Sünnet, 1; İbn Mâce, Fiten, 17 [15] İbn Mâce, Fiten, 8. bk. İbnü’l-Esîr, Nihâye, II, 419 [16] Eş’arî’nin eserlerinin baskıları için bk. Makâlât, İstanbul 1928; İbâne, Hayarabâd 1948; Risâle, Haydarabâd, 1323; 1344, Beyrut 1923. (Lum’a içinde İngilizce tercemesiyle birlikte); Lum’a, Beyrut 1955 [17] Kemaluddin Beyazî, Ebû Hanife’nin bu beş risâlesini, “İşârâtu’l-Merâm min İbârâti’l-İmâm” isimli kitabında toplamış ve bu eser 1949. yılında Mısır’da yayınlanmıştır. [18] bk. Maturidî, Kitâbü’t-Tevhîd, nşr Fethullah Huleyf, Beyrut 1970 [19] Kemal Işık, Maturidî’nin Kelam Sisteminde İman, Allah ve Peygamberlik Anlayışı, Ankara 1980, s.19 [20] Işık, age, s.18 [21] bk. A’râf, 7/178; Tevbe, 9/51; Ra’d, 13/8; Zümer, 39/62; Kamer, 54/49; İnsan, 76/30 [22] Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut 1975, I, 85 [23] Şehristânî, age, I, 146 [24] Bilgi için bk. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, İstanbul 1981, s. 218; Mustafa Öz, “Ca’fer es-Sâdık” mad., TDV İslâm Ansik., “Şîa” mad., Şamil İslâm Ansik.; Hamdi Döndüren, “Ca’fer-i Sâdık” mad., Şamil İslâm Ansik.; Komisyon, İlmihal, I, 29-31
Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, Erkam Yayınları
İTİKADİ MEZHEPLERİN ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ
Mezhep sözlükte “gidilecek yol, gidilecek yer, görüş, doktrin ve akım” gibi anlamlara gelir. Bir terim olarak ise mezhep; kendi içinde tutarlı bir düşünce sistemi olduğu kabul edilen inanç ve fıkıhla ilgili ekolleri ifade eder. Çoğulu “mezâhib” tir. Mezhep kurucusu diye bilinen müctehit imamlar bir din koyucusu veya tebliğcisi değildir. Bunlar; Kur’an, sünnet, icmâ, kıyas ve diğer hüküm çıkarma metotlarını kullanarak nasslar üzerinde yorum yapan ve sayısı sınırlı olan nassları sınırsız hayat olaylarına uygulamaya çalışan bilim adamlarıdır. Genelde mezhepler kurucularının adlarıyla anılır. İtikadda, Mâtüridî, Eş’arî; fıkıhta Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri gibi. Akâid mezhepleri için grup anlamına gelen “fırka (çoğulu fırak)” da kullanılmıştır.
İtikad Nedir? (Akide Ne Demek?)
İtikad, inanç demektir. Bir şeye inanmaya, bir kimseyi veya bir haberi kabul edip, ona bağlı kalmaya “akîde” denir. Çoğulu akâid’dir. İtikad ve iman eşanlamlıdır. Terim olarak iman; Allah Teâlâ’nın dinini kalb ile kabul etmek, yani Resûlullah (s.a.s)’ın bildirdiği şeyleri kesin bir şekilde kalben tasdik etmektir. Toplumda müslüman muamelesi görmek için de bu imanı açığa vurmak gereklidir.
Akâid, imanı esas alan İslâmî kaide ve hükümlerin bütününü ifade eder. İbadet ve amel konuları bu bilimin sınırları dışında kalır. İslâm’ın inanç sistemi “âmentü” cümlesinde toplanmıştır. Bu da Allah’ın varlığına ve birliğine, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine imandan ibarettir.
İslâm’ın ilk dönemi olan asr-ı saadette, Resûlullah (s.a.s) hayatta iken, diğer İslâmî ilimler gibi, akaid ilmi de yazılmamış ve tedvin edilmemiştir. Henüz vahiy kesilmediği için inanç, ibadet veya beşeri muamele konularında problemi olan kimseler, Allah’ın elçisine başvuruyor, konu vahiy ışığında çözümleniyordu. Ashab-ı kiram her konuda olduğu gibi, akide konularında da Kur’an-ı Kerim’e ve Resûlullah (s.a.s)’a tam olarak teslimiyet içindeydi. Onlar Allah Resûlü’nün getirdiği bir inanç ilkesini tartışmasız kabul ederlerdi.
Hz. Ebubekir (r.a)’in, Hz. Peygamber’in mirac mucizesini alaylı bir şekilde soran Mekke müşriklerine; “Eğer Miraca, semalara çıktığını Muhammed (s.a.s) söylemişse, bu doğrudur. Ben buna da O’nun Allah Teâlâ’dan getirdiği her şeye de inanmaktayım” diye cevap verdiği bilinmektedir. Diğer yandan Allah’ın Resûlü kader konusunu tartışan bazı sahabileri bu tartışmadan menetmiştir. Çünkü bazı inanç konularının akıl tarafından kavranması mümkün olmayabilir. Ona, haber verildiği şekliyle inanmak gerekir.
Hz. Peygamber’in ahirete irtihalinden ve dolayısıyla vahyin kesilmesinden sonra ashab-ı kiramın çoğu bu saf ve berrak İslâmî inançlarını korudular. Bununla birlikte nüfusun artması, yeni kültür çevrelerinin İslâm’a girmesi ve yeni yeni meselelerin ortaya çıkması yüzünden bazı problemlerle karşı karşıya gelmeye başladılar. Halifelerin seçim şekli, Hz. Ali devrindeki Hakem olayı, büyük günah işleyenin (mürtekib-i kebire) dinden çıkıp çıkmadığı gibi[1] meseleler bunlar arasında sayılabilir.
Selefiyye Nedir?
Sahabe ve tabiileri içine alan ilk nesiller, akideyle ilgili âyet ve hadislere, yoruma tabi tutmadan inanıyordu. Bunlara “Selefiyye” adı verilmiştir. Bunlar; “Rahmân (olan Allah), arşın üstüne oturdu” âyetini[2] Allah’ın tahtı vardır, fakat biz bunun niteliğini bilmeyiz, şeklinde, “Allah’ın eli, onların ellerinin üstündedir” âyetini[3] ise, Allah’ın eli vardır, fakat biz niteliğini bilemeyiz, şeklinde anlarlar. Daha sonra yetişen kelâm bilginleri ise, bu gibi âyetlerde, mecaz anlamın kastedildiğini; Allah’ın tahta oturmasıyla, varlıklar âlemine hâkim olması, mutlak kudret sahibi bulunması anlamının; Allah’ın eliyle de O’nun güç ve kudretinin kastedildiğini söylediler. Onlar bu konuda, “Allah’ın eşi, dengi ve benzeri bulunmadığını” bildiren âyetlere dayandılar.[4]
EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMAAT
Hz. Peygamber’in ve sahabenin yolunu izleyen, Allah’ın Kitab’ını ve Hz. Muhammed’in sünnetini rehber edinen ümmet çoğunluğuna verilen bir addır. Bu tamlama ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemaate tâbi olmak gibi iki önemli özelliği vardır. İnsanların, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrîrleri ile ahlâkî ve beşerî tavırlarını içine alan sünnetini benimsemede görüş birliğine varıp, bunu uygulaması “cemâat” adını alır.
Kur’an’ın çeşitli âyetlerinde, inanç ve amel konusunda sünnetin dikkate alınması gerektiği açıkça bildirilir. “Aralarında hüküm vermesi için, onlar Allah’a ve Elçisi’ne çağrıldıklarında, inananların sözü ancak, “duyduk, boyun eğdik!” demektir. İşte kurtulanlar ancak bunlardır.” [5] “Allah’a itâat edin, Rasûle de itâat edin ve sakının!” [6] “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” [7]
Hz. Peygamber de bu konuda şöyle buyurmuştur: “Size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin.” [8] Kur’an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etme meyli, tarih boyunca bid’at fırkalarının başvurduğu bir yoldur. Hz. Peygamber dini kaygısı zayıf olan bu gibi kişilerin ileride ortaya çıkabileceğini bildirmiş ve bunlardan sakınılmasını isteyerek şöyle buyurmuştur: “Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size, “Kur’an yeterlidir; Kur’an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa, onu haram bilin” diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun; bana Kur’an ile birlikte onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir.” [9]
Hz. Peygamber kendi sünnetine uyulmasını istediği gibi, ashabının yoluna da uyulmasını istemiştir. “İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara tanık olacaktır. Size sünnetimi, doğru yolu bulmuş halîfelerimin yolunu tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sakının. Çünkü her uydurma; bid’at, her bid’at da sapıklıktır.”[10] Ensar, muhâcirler ve onların yoluna iyilikle uyanlardan Allah Teâlâ’nın râzı olduğu Kur’an-ı Kerîm’de bildirildiği gibi,[11] Hz. Peygamber de bu kuşakların yoluna şöyle dikkat çekmiştir: “Ümmetimin en hayırlı dönemi benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir.” [12] Başka bir hadiste sahâbe, onlara uyanlar ve bunlara uyanlar olmak üzere üç kuşak zikredildikten sonra, yalanın yaygınlaşacağı ve Allah’ın kudret elinin cemâatin üzerinde olacağı haber verilir.[13]
73 Fırka Hadisi
Başka bir hadiste, Yahudilerin 71, Hıristiyanların 72 fırkaya ayrıldıkları, İslâm ümmetinin ise 73 fırkaya ayrılacağını, bunlardan birinin kurtuluşta, diğerlerinin ateşte olacağını bildirmiş, kurtuluşta olanların kimler olacağı sorusuna da, “Benim ve ashabımın yolunu izleyenler” [14] cevabını vermiştir. Fırka-i nâciye adını alan bu grup, “ehl-i sünnet ve’l-cemâat”, ateşte olanlar da “ehl-i bid’at” adı verilerek incelenir olmuştur. Ancak İslâm toplumunun başka bir niteliği de hadiste şöyle açıklanmıştır: “Ümmetim sapıklık üzerinde bir araya gelmez. Toplumda bölünme gördüğünüz zaman size “sevâdü’l-a’zam”ı (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim.” [15]
Ehl-i Bidat Nedir?
Ehl-i bid’at sözlükte “dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler” anlamına gelir. Bir akâid terimi olarak ise, Hz. Peygamber’in ve sahâbenin sünnetini terk ederek, onların izledikleri yoldan ayrılan ve ehl-i sünnete muhalefet eden mezhep ve grupları ifade eder. Gâliye, Batıniye, Yizîdiyye gibi ehl-i bid’at sayılan mezheplerin bir bölümü, inanç olarak İslâm ve iman çerçevesinin dışında kalırlar. Bunlara ehl-i hevâ, firak-ı dâlle veya ehl-i dalâl (sapıklık içinde kalanlar) da denilmiştir. Bir kısmı da sünnete aykırı davranmakla birlikte kıble ehlinden sayılırlar ve İslâm ümmetine mensupturlar. Hâriciyye, Mu’tezile, Şîa gibi.
Aşağıda, akideyle ilgili âyet ve hadisleri bir bütün olarak değerlendiren, yorumlayan ve İslâm inancının ana noktalarını belirleyen mezheplerden kısaca söz edeceğiz.
EHL-İ SÜNNET MEZHEPLERİ
1. Eşarilik Mezhebi
Ehl-i sünnetin, İmam Mâtüridî ile birlikte ikinci itikad imamı sayılan Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, 260/873 yılında Basra’da doğmuş, 324/936 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. Asıl adı Ali, babasının adı İsmail’dir. İmam Eş’arî, önce Mu’tezile mezhebine bağlı idi. Kırk yaşına kadar bu mezhebin görüşlerini savundu. Rüyasında Hz. Muhammed’i görmesi üzerine, yanlış yolda olduğunu anladı. Bu arada “üç kardeş meselesi” diye bilinen meselenin tartışmasında hocası Ebû Ali el-Cübbâî’ye (ö.303/936) üstün gelmiş, onun görüşlerini yeterli bulmadığı için Mu’tezile’den ayrılarak Eş’arîliği kurmuştur.
İmam Eşari’nin Görüşleri
İmam Eş’arî bundan sonra vahyi akılla açıklayıp güçlendirmeyi esas alan yeni kelâm metodunu benimsedi. Artık ehl-i sünnet mezhebinin savunucusu oldu. İmam Mâturidî ile aynı devirde yaşayan Eş‘arî, inanç konularında onunla aynı görüşleri paylaşır. Aralarında ayrıntı üzerinde bazı farklar vardır. Meselâ; Mâturidî, kalpdeki imanın bir bütün olduğunu, artıp eksilmeyeceğini söylerken, Eş’arî; imanın artıp eksilebileceğini ileri sürmüştür.
Mâlikî ve Şâfiler itikadda Eş’arî mezhebini benimsemişlerdir. Hanbelîler’e göre, fıkıh ve itikad mezhebi birdir. Onlar, Ahmed İbn Hanbel’in mezhebinden ayrı, selef görüşünü esas alan bir inanca sahiptirler.
İmam Eşari’nin Eserleri
İmam Eş’arî’nin başlıca eserleri şunlardır:
a) Makâlâtu’l-İslâmiyyîn; Eş’arî, bu eserinde mezhepler hakkında bilgi verir, ölçülü tenkitler yapar, ehl-i kıbleyi dinsizlikle ithamdan kaçınır ve müsamahalı bir yol izler.
b) el-İbâne an Usûli’d-Diyâne; bu eserde, Allah’ın görülüp, görülememesi, kelâmullah, istivâ, Allah’ın sıfatları, ecel, rızık, hidayet ve dalâlet gibi kelâm problemleri kitap ve sünnet ehlinin görüşlerine göre açıklanmıştır.
c) er-Risâle fî İstihsani’l-Havz; Eş’arî, bu eserde, kendisine bid’atçı diyenlere karşı âyet ve hadislerle cevap vermiş, dinde akıl yürütmenin mübah olduğunu ortaya koymuştur.
d) el-Lum’a; Eş’arî’nin kelâma dair görüşlerini içine alan önemli bir eserdir.[16]
İmam Maturidi ve İmam Eş’arî kendi devirlerinde ortaya çıkan bozuk akide, felsefe ve bid’atların önüne geçmiş, ayrılık ve bölünmelere fırsat vermemişlerdir.
2. Maturidilik Mezhebi
Bir akaid mezhebi olan Mâturidîlik’in kurucusu, Ebu Mansur Muhammed, Semerkand köylerinden Mâturid’de doğmuş ve 333/944 yılında vefat etmiştir.
İmam Maturidi’nin Görüşleri
O devirde çeşitli kültürlere sahip olan halk kitlelerinin İslâm’a girişi, Hint ve Yunan felsefelerinin Arapça’ya tercüme edilmesi karşısında, İslâm’ın esaslarını savunmak için aklın verilerinden ve mantık kurallarından yararlanmak gerekiyordu. Müslüman bilginlerin inanç konularını savunmak için meydana getirdiği bu yeni ilim dalına “kelâm” adı verildi. Bunun latince karşılığı “teoloji”dir. İşte Ebu Mansur Muhammed Mâturidî bu devirde yetişen büyük bir mütekellim (teolog)dir. O, İslâm akaidini Kitap ve sünnete uygun biçimde ve aklî verilerden de yararlanarak açıklamış, ehl-i sünnet yolunu sapıklara, bid’atçılara karşı savunmuş ve özellikle Mâverâünnehir’de Hanefîlerin itikad imamı olmuştur.
Mâturidi akaidinin esasını, Ebu Hanife’nin (ö.150/767) düşünceleri özellikle “el-Fıkhu’l-Ekber” isimli eseri teşkil eder. Ebu Hanife’nin bu eseri inanç konularının ana esaslarını, ihtilaflı itikadî konuların çözümlerini içine alır. Çünkü, Ebu Hanife’nin fıkıhtan önce kelâm ilmi ile uğraştığı ve el-Fıkhu’l-Ekber, er-Risâle, el-Fıkhu’l-Evsat, Kitabü’l-Âlim ve el-Vasiyye adlarını taşıyan beş tane risale kaleme aldığı bilinmektedir.[17]
İmam Maturidi’nin Eserleri
İmam Mâturidî’den sonra Hanefîler’e, aynı zamanda Mâturidî de denmiştir. Bütün Hanefîler ve bu arada genel olarak Türkler itikatta Maturîdîlik mezhebini tercih etmişlerdir. İmam Mâturidî’nin başta gelen iki eseri şunlardır:
a) Kitabü’t-Tevhîd: İmam Mâturidî’nin, İslâm inancını, bid’at görüşler karşısında savunduğu bu eseri Mısırlı bilgin Fethullah Huleyf tarafından yayınlanmıştır.[18] Mâturidî özellikle Mutezile ekolünün görüşlerini çürütmek için çalışmış, bu mezhebin temsilcisi sayılan el-Kâbî’nin görüşlerine cevap olmak üzere, bazı reddiyeler yazmıştır.[19] Diğer yandan Karmatî ve Râfizîlere karşı da mücadele etmiştir.
b) Te’vilâtü’l-Kur’an: İmam Maturidî’nin aklî ve naklî delillere dayanarak ehl-i sünnet inancını savunduğu bir Kur’an tefsiridir. Konular herkesin anlayabileceği sade bir üslupla anlatılmış, gerek duyuldukça diğer mezhep ve fırkaların görüşlerine de yer verilmiştir.[20]
İleride Ehl-i sünnetin iman esasları üzerinde ayrıca duracağımız için, burada inanç mezheplerinin görüşlerini kısa geçiyoruz.
EHL-İ BİDAT MEZHEPLERİ
Bid’at veya dalâlet ehlinden sayılan, temel konularda bile görüş birliği bulunmayan, kimi zaman birbirleriyle çelişen görüşler öne süren bid’atçı mezhepleri, Mu’tezile, Cebriyye, Hâriciyye, Şîa, Mürcie, Müşebbihe olmak üzere altı grupta toplamak mümkündür. Bunlardan İslâm âlemi üzerinde etkileri görülen ilk dört tanesi üzerinde kısaca duracağız.
1. Mutezile Mezhebi
Mutezile Nedir?
Mu’tezile sözlükte, “ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler” anlamına gelir. Büyük günah işleyenin imanla küfür arası bir mertebede olduğunu söyleyerek, Ehl-i Sünnet bilginlerinden Hasan el-Basrî’nin (ö.110/728) derslerini terk eden Vâsıl İbn Atâ (ö.131/148) ile ona uyanların oluşturduğu mezhep bu adla anılır. Mu’tezile kendisini “Ehlü’l-adl ve’t-tevhîd” diye tanımlar. Akılcı bir mezhep olan Mu’tezile, mantıkla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri yorumlamada akla öncelik vermiştir.
Mutezile Temsilcileri
Mu’tezile’nin temsilcileri arasında Ebü’l-Huzeyl el-Allâf (ö.235/850), Nazzâm (ö. 231/845), Câhiz (ö. 255/869), Bişr İbn Mu’temir (ö.210/825), Cübbâî, (. 303/916), Kadî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ve Zemahşerî (ö. 538/1143) sayılabilir. Abbasîler döneminde en parlak günlerini yaşayan Mu’tezile daha sonra etkinliğini, hatta bir mezhep olma niteliğini yitirmiştir. Günümüzde Mu’tezile’nin görüşleri Şia’nın Ca’feriyye ve Zeydiyye kolları ile Hâricîliğin İbâdiyye kolunda yaşamaktadır.
Mutezile Görüşleri
Mu’tezile’nin esas aldığı beş prensip şunlardır: a) Allah zat ve sıfatları ile tektir (tevhîd), b) Kul özgür iradesiyle iş yapar, Allah en uygun olanı yaratır (adl), c) İyilik yapana mükâfat, kötülük yapana ceza vardır (vaad ve vaîd), d) Büyük günah işleyen imanla küfür arasında fısk derecesinde kalır (el-menzile beyne’l-menzileteyn), e) İyiliği emir ve kötülüğü nehiy her müslümana farzdır.
Allah’ın belirlediği kader yerine, insanın belirlediği bir kadere inanan ve fiilleri Allah’a değil de insana isnat eden “Kaderiyye” ekolü, çeşitli kişilerce temsil edilmekle birlikte, varlığını Mu’tezile’nin temel tezleri arasında sürdürmüştür. İnsanın irade ve fiilleri üzerinde Allah’ın bir irade ve bilgisinin bulunmadığını, Allah’ın insanın fiillerini ancak ortaya çıktıktan sonra bileceğini öne süren bu akımın ilk önderlerinden Ma’bed İbn Halid el-Cühenî, Emevîler döneminde Haccac tarafından, Gaylan İbn Müslim el-Kıptî ed-Dımaşkî ise Halîfe Hışam İbn Abdilmelik tarafından öldürülmüştür.
2. Cebriyye Mezhebi
Cebriyye Nedir?
Kader ve irade konusunda Kaderiyye fırkasının tam aksi görüşte olan bir ekoldür.
Cebriyye Temsilcileri ve Görüşleri
İslâm âleminde kader konusunu ilk tartışma gündemine getirenin Ma’bed İbn Hâlid el-Cühenî (ö. 85/704) olduğu nakledilir. Onu Gaylan ed-Dımaşkî izlemiş ve kaderle ilgili görüşlerini daha da geliştirmiştir. Ma’bed, Allah tarafından önceden belirlenmiş bir kader programı bulunmadığını, insanın fiil ve davranışlarında tamamen serbest olduğunu öne sürmüştür. Muhtemelen o, Emevîlerin aşırı baskı ve zulümlerine karşı kaderci bir tevekküle saplanmış kimselere bakarak, Emevî zulmünün bir kader olmadığını söylemekle işe başlamış ve sonunda kaderi inkâr etmeye kadar varmıştır. Nitekim gerek Ma’bed’in, gerekse onu izleyen Gaylan’ın Emevî yöneticilerince öldürülmesi, konunun o günkü siyâsî konjonktürle yakın ilişkisi bulunduğunu göstermektedir.
Ma’bed’in kaderi kökten inkâr etmesine tepki olarak Cehm İbn Safvân (ö. 128/745) da her şeyin Allah’ın ilmi ve iradesi altında cereyan ettiğini, insanın yazılmış bir kaderinin bulunduğunu bildiren âyetlere dayanarak,[21] cebr akidesini, yani insanın yaptığı işlerde bir ihtiyarının bulunmadığı, yaptığı işleri kader gereği zorunlu olarak yaptığı görüşünü öne sürmüştür. Bu inanca göre, yaptığı iş ve eylemlerde insanın irade ve gücü yoktur. Kul, rüzgârın önünde sürüklenen yaprak gibidir, yaprağın yönünü kendisi değil rüzgâr belirler. Allah cansız bitkinin hareketlerini yarattığı gibi, insanın fiillerini de yaratır. Kimi cebriyeciler, insanda bir kudretin bulunduğunu, fakat bunun insanın fiilleri üzerinde etkili olmadığını kabul ederler.[22]
Ehl-i sünnet ise, kulların ihtiyârî veya gayri ihtiyârî bütün fiillerinin, Allah tarafından yaratıldığını kabul etmekle birlikte, Allah’ın insana verdiği irade-i cü’ziyyeyi herhangi bir yöne yönlendirebileceğini söyleyerek Kaderiyye ile Cebriyye arasında orta bir yol izlemişlerdir. Kur’an’ın birçok yerlerinde “Yaptıklarınıza karşılık olarak…” buyurularak “fiil” insana nisbet edilmiştir. İnsanın ne yapacağının Allah tarafından önceden bilinmesi ve onu kaderine yazması, insanın bu amele zorlandığı anlamına gelmez. Aksine insan o işi serbest iradesiyle ister ve kendi ihtiyarı ile yapar. Bu yüzden de sonucundan sorumlu olur.
3. Haricilik Mezhebi
Hariciler Kimdir? (Haricilik Nedir?)
Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden Sıffîn savaşından (37/657) sonra, halife tayin işinin hakeme bırakılması üzerine, Hz. Ali’ye isyan ederek, büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağı ve günah işleyen devlet başkanına itâat edilmeyeceği iddiasıyla ortaya çıkan gruba “hârîcîler” adı verilmiştir. Çoğulu Havâric’tir. Bunlara Harûriyye veya kendi kullandıkları bir ad olarak “Şurât (kendini Allah’a satanlar)” adı da verilir.
Haricilik Görüşleri
Hâricîlerin ilk bakışta dini hükümleri korumada titizlik gösteren bir ekol olarak algılanması mümkün ise de, sübjektif değerlendirmeye açık olan konulara fazla girmeleri yüzünden İslâm toplumunda anarşinin de ilk tohumlarını oluşturdukları görülür. Bu ekol başlangıçta cahil halk tabakasının benimsediği bir görüş olarak ortaya çıkmış, her dönemde az veya çok müntesibi bulunmuştur. Günümüzde İbâdiyye kolu daha çok Kuzey Afrika, Madagaskar, Zengibar ve Umman sultanlığında rastlanır. Kur’an’ın yalnız zâhirine dayandıkları için, fıkıh konusunda da Ehl-i Sünnet’ten farklı görüşleri vardır.
4. Şia Mezhebi
Şia Ne Demek?
Şîa sözlükte taraftar, yardımcı anlamına gelir. Bir mezhep olarak; Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Hz. Ali’yi halîfeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu ilk meşrû halîfe kabul eden, vefatından sonra da halifeliğe Hz. Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ortak adıdır. Şîa, Ehl-i sünnet topluluğunun dışında kalan, günümüze kadar varlığını sürdüren, İslâm dünyasında da önemli sayıda taraftarı bulunan en önemli itikadî, fıkhî ve siyâsî bir mezheptir.
Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra meydana gelen olaylarda, Hz. Ali’nin tarafını tutan, onun safında savaşanlara “Şîatü Alî İbn Tâlib (Ali İbn Tâlib taraftarları)” denilmiştir.[23]
Şia Mezhebinin Kolları
Şîa’nın günümüze ulaşan üç büyük kolu Zeydiyye, İsmailiyye ve İmâmiyye- İsnâaşeriyye’dir. Zeydiyye, Hz. Ali’nin torunu Zeyd İbn Alî Zeynelâbidîn’e nisbet edildiği için bu adı almıştır. Günümüzde Yemen bölgesinde taraftarları bulunan Zeydiyye, itikadî konularda Mu’tezile’ye, fıkıh konularında ise Hanefî mezhebine yakın görüşlere sahiptir. Zeydiyye, hılâfetin Hz. Ali’nin soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebûbekir ve Ömer’in halîfeliklerini de meşrû görürler. Hılâfetin Hüseyinoğulları’na ait olduğu ve imamların masum olduğu görüşünü de kabul etmezler. Zeydiyye bu durumuyla, Ehl-i Sünnet’e en yakın mezhep olarak tanınır.
Ca’fer es-Sâdık’ın 148/769 yılında ölümünden sonra, devlet başkanlığına oğlu İsmail’in ve soyunun hak sahibi olduğu iddiası, Şîa içinde aşırı görüşleriyle tanınan İsmailiyye fırkasının ortaya çıkmasına neden oldu. Bir buçuk yüzyıl süreyle gizli imamlar ve davetçiler tarafından yönetilen İsmâiliyye ekolü, IV. hicret yüzyılının başında Fâtımîler Devleti’ni kurmakla güçlendi. Daha sonra doğu ve batı İsmailîler’i olmak üzere ikiye ayrıldı. Eski Yunan ve Doğu felsefelerinden, Ortadoğu dinlerinden etkilenmesi ve Bâtınî yorumlara dalması yüzünden birçok uç görüşlere sahip oldu. Günümüzde az olmakla birlikte Pakistan, İran ve Orta Asya’da mensupları vardır.
İmâmiyye, günümüzde dünya Müslümanlarının yüzde on kadarını içinde barındıran, Şîa’nın en büyük koludur. Mezhebin imâmet ve siyaset görüşü on iki imam çevresinde şekillendiğinden “İsnâaşeriyye (12 imamcı ekol)”, inanç ve fıkıhta Ca’fer es-Sâdık’ın görüşlerini esas aldıkları için “Ca’feriyye” adıyla da anılırlar.
İsnaaşeriyye (12 İmamcı Ekol) Görüşleri
On iki imam mezhebinin temel görüşleri şöyle özetlenebilir: a) İmâmet dinin bir rüknüdür, bu yüzden her zaman bir imamın bulunması gereklidir. b) Hz. Peygamber’in, Hz. Ali’yi halîfe tayin ettiğine ve bunun devam eden bir süreç olduğuna inanırlar. c) İmamların masum olduğuna inanırlar. İmamlar büyük, küçük, bilerek veya bilmeyerek günah işlemezler. Bu inanç, imamın sözünün dinlenmesi ve kalplerden korkunun çıkmaması için önemlidir. d) İmamların on iki oluşuna inanmak gerekir. e) Küçük yaşta kaybolan on ikinci imam, Muhammed el- Mehdî’nin kurtarıcı (mehdî) olarak geleceğine inanmak, tehlike bulunan durumlarda kendini gizlemek (takıyye), Hz. Ali’ye bîat etmeyen sahabilere karşı tavır almak ve onlara ta’n etmek yine İmâmiyye’nin benimsediği esaslardandır.[24]
Hz. Ali döneminde başlayan, Emeviler ve Abbasiler dönemleri boyunca süren iktidar mücadelesi, başarısızlıklar, zulüm, baskı ve haksızlıklar karşısında içine kapanan ve kendisini İslâm ümmetinin çoğunluğundan soyutlayarak, imâmet ve siyâset etrafında kendine özgü teoriler geliştiren İmâmiyye, saydam olmayışı, bilimsel tartışmalara açık bulunmayışı yüzünden, İslâm âlemi içinde yol açtığı görüş ayrılıkları, izlediği uzlaşmaz tutum ve sahip olduğu itikadî görüşler yüzünden Ehl-i sünnet âlimlerince eleştiriye uğramıştır. Ancak iman esasları, namaz, oruç, hac, zekat, içki, kumar, zina hadler gibi İslâm’ın kesin hükümleri üzerinde, müslümanların çoğunluğu ile görüş birliği içinde bulunan mutedil Şîa, hiç bir zaman tekfîr edilmemiştir.
Tarihte görüş ayrılığına yol açan konular, günümüzde bilimsel metotlarla araştırılarak ve Ehl-i sünnetin elindeki geçerli kaynaklarla karşılaştırılarak barışçı bir sürece girilmelidir. Gayrimüslimlerin hâkim olduğu ülkelerle siyâsî, kültürel ve ekonomik işbirliklerinin kurulmaya çalışıldığı, diyalog ve hoşgörü toplantılarının yapıldığı bir dönemde, Kur’an’ı ve büyük ölçüde sünneti referans alan toplumlarla, bilimsel bir zeminde buluşmanın güç olamaması gerekir.
Dipnotlar:
[1] bk. Şerafettin Gölcük, İslam Akaidi, Konya, 1989, s. 8 vd. [2] Tâhâ, 20/5; bk. A’raf, 7/54; Tevbe, 9/129; Yunus, 10/3; er-Ra’d, 13/2; Furkan, 25/59 [3] Feth 48,/10; bk. Al-i İmrân, 3/73; Mâide, 5/64; Hadîd, 57/29 [4] Şûrâ, 42/11, İhlâs, 112/4 [5] Nûr, 24/51 [6] Mâide, 5/92 [7] Haşr, 59/7. Ayrıca bk. Âl-i İmrân, 3/3; Nisâ, 4/65.Ahzâb, 33/ 36; Nûr, 24/63 [8] İbn Mâce, Mukaddime, 1 [9] Ebû Dâvud, Sünnet, 6; A. İbn Hanbel, IV, 131 [10] Ebû Dâvud, Sünnet, 5 [11] Tevbe, 9/100 [12] Buhârî, Fazâilü’s-Sahâbe, 1 [13] Tirmizî, Fiten, 7 [14] Ebû Dâvud, Sünnet, 1; İbn Mâce, Fiten, 17 [15] İbn Mâce, Fiten, 8. bk. İbnü’l-Esîr, Nihâye, II, 419 [16] Eş’arî’nin eserlerinin baskıları için bk. Makâlât, İstanbul 1928; İbâne, Hayarabâd 1948; Risâle, Haydarabâd, 1323; 1344, Beyrut 1923. (Lum’a içinde İngilizce tercemesiyle birlikte); Lum’a, Beyrut 1955 [17] Kemaluddin Beyazî, Ebû Hanife’nin bu beş risâlesini, “İşârâtu’l-Merâm min İbârâti’l-İmâm” isimli kitabında toplamış ve bu eser 1949. yılında Mısır’da yayınlanmıştır. [18] bk. Maturidî, Kitâbü’t-Tevhîd, nşr Fethullah Huleyf, Beyrut 1970 [19] Kemal Işık, Maturidî’nin Kelam Sisteminde İman, Allah ve Peygamberlik Anlayışı, Ankara 1980, s.19 [20] Işık, age, s.18 [21] bk. A’râf, 7/178; Tevbe, 9/51; Ra’d, 13/8; Zümer, 39/62; Kamer, 54/49; İnsan, 76/30 [22] Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut 1975, I, 85 [23] Şehristânî, age, I, 146 [24] Bilgi için bk. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, İstanbul 1981, s. 218; Mustafa Öz, “Ca’fer es-Sâdık” mad., TDV İslâm Ansik., “Şîa” mad., Şamil İslâm Ansik.; Hamdi Döndüren, “Ca’fer-i Sâdık” mad., Şamil İslâm Ansik.; Komisyon, İlmihal, I, 29-31
Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, Erkam Yayınları
İTİKADİ MEZHEPLERİN ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ
Mezhep sözlükte “gidilecek yol, gidilecek yer, görüş, doktrin ve akım” gibi anlamlara gelir. Bir terim olarak ise mezhep; kendi içinde tutarlı bir düşünce sistemi olduğu kabul edilen inanç ve fıkıhla ilgili ekolleri ifade eder. Çoğulu “mezâhib” tir. Mezhep kurucusu diye bilinen müctehit imamlar bir din koyucusu veya tebliğcisi değildir. Bunlar; Kur’an, sünnet, icmâ, kıyas ve diğer hüküm çıkarma metotlarını kullanarak nasslar üzerinde yorum yapan ve sayısı sınırlı olan nassları sınırsız hayat olaylarına uygulamaya çalışan bilim adamlarıdır. Genelde mezhepler kurucularının adlarıyla anılır. İtikadda, Mâtüridî, Eş’arî; fıkıhta Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri gibi. Akâid mezhepleri için grup anlamına gelen “fırka (çoğulu fırak)” da kullanılmıştır.
İtikad Nedir? (Akide Ne Demek?)
İtikad, inanç demektir. Bir şeye inanmaya, bir kimseyi veya bir haberi kabul edip, ona bağlı kalmaya “akîde” denir. Çoğulu akâid’dir. İtikad ve iman eşanlamlıdır. Terim olarak iman; Allah Teâlâ’nın dinini kalb ile kabul etmek, yani Resûlullah (s.a.s)’ın bildirdiği şeyleri kesin bir şekilde kalben tasdik etmektir. Toplumda müslüman muamelesi görmek için de bu imanı açığa vurmak gereklidir.
Akâid, imanı esas alan İslâmî kaide ve hükümlerin bütününü ifade eder. İbadet ve amel konuları bu bilimin sınırları dışında kalır. İslâm’ın inanç sistemi “âmentü” cümlesinde toplanmıştır. Bu da Allah’ın varlığına ve birliğine, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine imandan ibarettir.
İslâm’ın ilk dönemi olan asr-ı saadette, Resûlullah (s.a.s) hayatta iken, diğer İslâmî ilimler gibi, akaid ilmi de yazılmamış ve tedvin edilmemiştir. Henüz vahiy kesilmediği için inanç, ibadet veya beşeri muamele konularında problemi olan kimseler, Allah’ın elçisine başvuruyor, konu vahiy ışığında çözümleniyordu. Ashab-ı kiram her konuda olduğu gibi, akide konularında da Kur’an-ı Kerim’e ve Resûlullah (s.a.s)’a tam olarak teslimiyet içindeydi. Onlar Allah Resûlü’nün getirdiği bir inanç ilkesini tartışmasız kabul ederlerdi.
Hz. Ebubekir (r.a)’in, Hz. Peygamber’in mirac mucizesini alaylı bir şekilde soran Mekke müşriklerine; “Eğer Miraca, semalara çıktığını Muhammed (s.a.s) söylemişse, bu doğrudur. Ben buna da O’nun Allah Teâlâ’dan getirdiği her şeye de inanmaktayım” diye cevap verdiği bilinmektedir. Diğer yandan Allah’ın Resûlü kader konusunu tartışan bazı sahabileri bu tartışmadan menetmiştir. Çünkü bazı inanç konularının akıl tarafından kavranması mümkün olmayabilir. Ona, haber verildiği şekliyle inanmak gerekir.
Hz. Peygamber’in ahirete irtihalinden ve dolayısıyla vahyin kesilmesinden sonra ashab-ı kiramın çoğu bu saf ve berrak İslâmî inançlarını korudular. Bununla birlikte nüfusun artması, yeni kültür çevrelerinin İslâm’a girmesi ve yeni yeni meselelerin ortaya çıkması yüzünden bazı problemlerle karşı karşıya gelmeye başladılar. Halifelerin seçim şekli, Hz. Ali devrindeki Hakem olayı, büyük günah işleyenin (mürtekib-i kebire) dinden çıkıp çıkmadığı gibi[1] meseleler bunlar arasında sayılabilir.
Selefiyye Nedir?
Sahabe ve tabiileri içine alan ilk nesiller, akideyle ilgili âyet ve hadislere, yoruma tabi tutmadan inanıyordu. Bunlara “Selefiyye” adı verilmiştir. Bunlar; “Rahmân (olan Allah), arşın üstüne oturdu” âyetini[2] Allah’ın tahtı vardır, fakat biz bunun niteliğini bilmeyiz, şeklinde, “Allah’ın eli, onların ellerinin üstündedir” âyetini[3] ise, Allah’ın eli vardır, fakat biz niteliğini bilemeyiz, şeklinde anlarlar. Daha sonra yetişen kelâm bilginleri ise, bu gibi âyetlerde, mecaz anlamın kastedildiğini; Allah’ın tahta oturmasıyla, varlıklar âlemine hâkim olması, mutlak kudret sahibi bulunması anlamının; Allah’ın eliyle de O’nun güç ve kudretinin kastedildiğini söylediler. Onlar bu konuda, “Allah’ın eşi, dengi ve benzeri bulunmadığını” bildiren âyetlere dayandılar.[4]
EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMAAT
Hz. Peygamber’in ve sahabenin yolunu izleyen, Allah’ın Kitab’ını ve Hz. Muhammed’in sünnetini rehber edinen ümmet çoğunluğuna verilen bir addır. Bu tamlama ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemaate tâbi olmak gibi iki önemli özelliği vardır. İnsanların, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrîrleri ile ahlâkî ve beşerî tavırlarını içine alan sünnetini benimsemede görüş birliğine varıp, bunu uygulaması “cemâat” adını alır.
Kur’an’ın çeşitli âyetlerinde, inanç ve amel konusunda sünnetin dikkate alınması gerektiği açıkça bildirilir. “Aralarında hüküm vermesi için, onlar Allah’a ve Elçisi’ne çağrıldıklarında, inananların sözü ancak, “duyduk, boyun eğdik!” demektir. İşte kurtulanlar ancak bunlardır.” [5] “Allah’a itâat edin, Rasûle de itâat edin ve sakının!” [6] “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” [7]
Hz. Peygamber de bu konuda şöyle buyurmuştur: “Size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin.” [8] Kur’an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etme meyli, tarih boyunca bid’at fırkalarının başvurduğu bir yoldur. Hz. Peygamber dini kaygısı zayıf olan bu gibi kişilerin ileride ortaya çıkabileceğini bildirmiş ve bunlardan sakınılmasını isteyerek şöyle buyurmuştur: “Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size, “Kur’an yeterlidir; Kur’an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa, onu haram bilin” diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun; bana Kur’an ile birlikte onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir.” [9]
Hz. Peygamber kendi sünnetine uyulmasını istediği gibi, ashabının yoluna da uyulmasını istemiştir. “İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara tanık olacaktır. Size sünnetimi, doğru yolu bulmuş halîfelerimin yolunu tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sakının. Çünkü her uydurma; bid’at, her bid’at da sapıklıktır.”[10] Ensar, muhâcirler ve onların yoluna iyilikle uyanlardan Allah Teâlâ’nın râzı olduğu Kur’an-ı Kerîm’de bildirildiği gibi,[11] Hz. Peygamber de bu kuşakların yoluna şöyle dikkat çekmiştir: “Ümmetimin en hayırlı dönemi benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir.” [12] Başka bir hadiste sahâbe, onlara uyanlar ve bunlara uyanlar olmak üzere üç kuşak zikredildikten sonra, yalanın yaygınlaşacağı ve Allah’ın kudret elinin cemâatin üzerinde olacağı haber verilir.[13]
73 Fırka Hadisi
Başka bir hadiste, Yahudilerin 71, Hıristiyanların 72 fırkaya ayrıldıkları, İslâm ümmetinin ise 73 fırkaya ayrılacağını, bunlardan birinin kurtuluşta, diğerlerinin ateşte olacağını bildirmiş, kurtuluşta olanların kimler olacağı sorusuna da, “Benim ve ashabımın yolunu izleyenler” [14] cevabını vermiştir. Fırka-i nâciye adını alan bu grup, “ehl-i sünnet ve’l-cemâat”, ateşte olanlar da “ehl-i bid’at” adı verilerek incelenir olmuştur. Ancak İslâm toplumunun başka bir niteliği de hadiste şöyle açıklanmıştır: “Ümmetim sapıklık üzerinde bir araya gelmez. Toplumda bölünme gördüğünüz zaman size “sevâdü’l-a’zam”ı (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim.” [15]
Ehl-i Bidat Nedir?
Ehl-i bid’at sözlükte “dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler” anlamına gelir. Bir akâid terimi olarak ise, Hz. Peygamber’in ve sahâbenin sünnetini terk ederek, onların izledikleri yoldan ayrılan ve ehl-i sünnete muhalefet eden mezhep ve grupları ifade eder. Gâliye, Batıniye, Yizîdiyye gibi ehl-i bid’at sayılan mezheplerin bir bölümü, inanç olarak İslâm ve iman çerçevesinin dışında kalırlar. Bunlara ehl-i hevâ, firak-ı dâlle veya ehl-i dalâl (sapıklık içinde kalanlar) da denilmiştir. Bir kısmı da sünnete aykırı davranmakla birlikte kıble ehlinden sayılırlar ve İslâm ümmetine mensupturlar. Hâriciyye, Mu’tezile, Şîa gibi.
Aşağıda, akideyle ilgili âyet ve hadisleri bir bütün olarak değerlendiren, yorumlayan ve İslâm inancının ana noktalarını belirleyen mezheplerden kısaca söz edeceğiz.
EHL-İ SÜNNET MEZHEPLERİ
1. Eşarilik Mezhebi
Ehl-i sünnetin, İmam Mâtüridî ile birlikte ikinci itikad imamı sayılan Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, 260/873 yılında Basra’da doğmuş, 324/936 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. Asıl adı Ali, babasının adı İsmail’dir. İmam Eş’arî, önce Mu’tezile mezhebine bağlı idi. Kırk yaşına kadar bu mezhebin görüşlerini savundu. Rüyasında Hz. Muhammed’i görmesi üzerine, yanlış yolda olduğunu anladı. Bu arada “üç kardeş meselesi” diye bilinen meselenin tartışmasında hocası Ebû Ali el-Cübbâî’ye (ö.303/936) üstün gelmiş, onun görüşlerini yeterli bulmadığı için Mu’tezile’den ayrılarak Eş’arîliği kurmuştur.
İmam Eşari’nin Görüşleri
İmam Eş’arî bundan sonra vahyi akılla açıklayıp güçlendirmeyi esas alan yeni kelâm metodunu benimsedi. Artık ehl-i sünnet mezhebinin savunucusu oldu. İmam Mâturidî ile aynı devirde yaşayan Eş‘arî, inanç konularında onunla aynı görüşleri paylaşır. Aralarında ayrıntı üzerinde bazı farklar vardır. Meselâ; Mâturidî, kalpdeki imanın bir bütün olduğunu, artıp eksilmeyeceğini söylerken, Eş’arî; imanın artıp eksilebileceğini ileri sürmüştür.
Mâlikî ve Şâfiler itikadda Eş’arî mezhebini benimsemişlerdir. Hanbelîler’e göre, fıkıh ve itikad mezhebi birdir. Onlar, Ahmed İbn Hanbel’in mezhebinden ayrı, selef görüşünü esas alan bir inanca sahiptirler.
İmam Eşari’nin Eserleri
İmam Eş’arî’nin başlıca eserleri şunlardır:
a) Makâlâtu’l-İslâmiyyîn; Eş’arî, bu eserinde mezhepler hakkında bilgi verir, ölçülü tenkitler yapar, ehl-i kıbleyi dinsizlikle ithamdan kaçınır ve müsamahalı bir yol izler.
b) el-İbâne an Usûli’d-Diyâne; bu eserde, Allah’ın görülüp, görülememesi, kelâmullah, istivâ, Allah’ın sıfatları, ecel, rızık, hidayet ve dalâlet gibi kelâm problemleri kitap ve sünnet ehlinin görüşlerine göre açıklanmıştır.
c) er-Risâle fî İstihsani’l-Havz; Eş’arî, bu eserde, kendisine bid’atçı diyenlere karşı âyet ve hadislerle cevap vermiş, dinde akıl yürütmenin mübah olduğunu ortaya koymuştur.
d) el-Lum’a; Eş’arî’nin kelâma dair görüşlerini içine alan önemli bir eserdir.[16]
İmam Maturidi ve İmam Eş’arî kendi devirlerinde ortaya çıkan bozuk akide, felsefe ve bid’atların önüne geçmiş, ayrılık ve bölünmelere fırsat vermemişlerdir.
2. Maturidilik Mezhebi
Bir akaid mezhebi olan Mâturidîlik’in kurucusu, Ebu Mansur Muhammed, Semerkand köylerinden Mâturid’de doğmuş ve 333/944 yılında vefat etmiştir.
İmam Maturidi’nin Görüşleri
O devirde çeşitli kültürlere sahip olan halk kitlelerinin İslâm’a girişi, Hint ve Yunan felsefelerinin Arapça’ya tercüme edilmesi karşısında, İslâm’ın esaslarını savunmak için aklın verilerinden ve mantık kurallarından yararlanmak gerekiyordu. Müslüman bilginlerin inanç konularını savunmak için meydana getirdiği bu yeni ilim dalına “kelâm” adı verildi. Bunun latince karşılığı “teoloji”dir. İşte Ebu Mansur Muhammed Mâturidî bu devirde yetişen büyük bir mütekellim (teolog)dir. O, İslâm akaidini Kitap ve sünnete uygun biçimde ve aklî verilerden de yararlanarak açıklamış, ehl-i sünnet yolunu sapıklara, bid’atçılara karşı savunmuş ve özellikle Mâverâünnehir’de Hanefîlerin itikad imamı olmuştur.
Mâturidi akaidinin esasını, Ebu Hanife’nin (ö.150/767) düşünceleri özellikle “el-Fıkhu’l-Ekber” isimli eseri teşkil eder. Ebu Hanife’nin bu eseri inanç konularının ana esaslarını, ihtilaflı itikadî konuların çözümlerini içine alır. Çünkü, Ebu Hanife’nin fıkıhtan önce kelâm ilmi ile uğraştığı ve el-Fıkhu’l-Ekber, er-Risâle, el-Fıkhu’l-Evsat, Kitabü’l-Âlim ve el-Vasiyye adlarını taşıyan beş tane risale kaleme aldığı bilinmektedir.[17]
İmam Maturidi’nin Eserleri
İmam Mâturidî’den sonra Hanefîler’e, aynı zamanda Mâturidî de denmiştir. Bütün Hanefîler ve bu arada genel olarak Türkler itikatta Maturîdîlik mezhebini tercih etmişlerdir. İmam Mâturidî’nin başta gelen iki eseri şunlardır:
a) Kitabü’t-Tevhîd: İmam Mâturidî’nin, İslâm inancını, bid’at görüşler karşısında savunduğu bu eseri Mısırlı bilgin Fethullah Huleyf tarafından yayınlanmıştır.[18] Mâturidî özellikle Mutezile ekolünün görüşlerini çürütmek için çalışmış, bu mezhebin temsilcisi sayılan el-Kâbî’nin görüşlerine cevap olmak üzere, bazı reddiyeler yazmıştır.[19] Diğer yandan Karmatî ve Râfizîlere karşı da mücadele etmiştir.
b) Te’vilâtü’l-Kur’an: İmam Maturidî’nin aklî ve naklî delillere dayanarak ehl-i sünnet inancını savunduğu bir Kur’an tefsiridir. Konular herkesin anlayabileceği sade bir üslupla anlatılmış, gerek duyuldukça diğer mezhep ve fırkaların görüşlerine de yer verilmiştir.[20]
İleride Ehl-i sünnetin iman esasları üzerinde ayrıca duracağımız için, burada inanç mezheplerinin görüşlerini kısa geçiyoruz.
EHL-İ BİDAT MEZHEPLERİ
Bid’at veya dalâlet ehlinden sayılan, temel konularda bile görüş birliği bulunmayan, kimi zaman birbirleriyle çelişen görüşler öne süren bid’atçı mezhepleri, Mu’tezile, Cebriyye, Hâriciyye, Şîa, Mürcie, Müşebbihe olmak üzere altı grupta toplamak mümkündür. Bunlardan İslâm âlemi üzerinde etkileri görülen ilk dört tanesi üzerinde kısaca duracağız.
1. Mutezile Mezhebi
Mutezile Nedir?
Mu’tezile sözlükte, “ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler” anlamına gelir. Büyük günah işleyenin imanla küfür arası bir mertebede olduğunu söyleyerek, Ehl-i Sünnet bilginlerinden Hasan el-Basrî’nin (ö.110/728) derslerini terk eden Vâsıl İbn Atâ (ö.131/148) ile ona uyanların oluşturduğu mezhep bu adla anılır. Mu’tezile kendisini “Ehlü’l-adl ve’t-tevhîd” diye tanımlar. Akılcı bir mezhep olan Mu’tezile, mantıkla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri yorumlamada akla öncelik vermiştir.
Mutezile Temsilcileri
Mu’tezile’nin temsilcileri arasında Ebü’l-Huzeyl el-Allâf (ö.235/850), Nazzâm (ö. 231/845), Câhiz (ö. 255/869), Bişr İbn Mu’temir (ö.210/825), Cübbâî, (. 303/916), Kadî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ve Zemahşerî (ö. 538/1143) sayılabilir. Abbasîler döneminde en parlak günlerini yaşayan Mu’tezile daha sonra etkinliğini, hatta bir mezhep olma niteliğini yitirmiştir. Günümüzde Mu’tezile’nin görüşleri Şia’nın Ca’feriyye ve Zeydiyye kolları ile Hâricîliğin İbâdiyye kolunda yaşamaktadır.
Mutezile Görüşleri
Mu’tezile’nin esas aldığı beş prensip şunlardır: a) Allah zat ve sıfatları ile tektir (tevhîd), b) Kul özgür iradesiyle iş yapar, Allah en uygun olanı yaratır (adl), c) İyilik yapana mükâfat, kötülük yapana ceza vardır (vaad ve vaîd), d) Büyük günah işleyen imanla küfür arasında fısk derecesinde kalır (el-menzile beyne’l-menzileteyn), e) İyiliği emir ve kötülüğü nehiy her müslümana farzdır.
Allah’ın belirlediği kader yerine, insanın belirlediği bir kadere inanan ve fiilleri Allah’a değil de insana isnat eden “Kaderiyye” ekolü, çeşitli kişilerce temsil edilmekle birlikte, varlığını Mu’tezile’nin temel tezleri arasında sürdürmüştür. İnsanın irade ve fiilleri üzerinde Allah’ın bir irade ve bilgisinin bulunmadığını, Allah’ın insanın fiillerini ancak ortaya çıktıktan sonra bileceğini öne süren bu akımın ilk önderlerinden Ma’bed İbn Halid el-Cühenî, Emevîler döneminde Haccac tarafından, Gaylan İbn Müslim el-Kıptî ed-Dımaşkî ise Halîfe Hışam İbn Abdilmelik tarafından öldürülmüştür.
2. Cebriyye Mezhebi
Cebriyye Nedir?
Kader ve irade konusunda Kaderiyye fırkasının tam aksi görüşte olan bir ekoldür.
Cebriyye Temsilcileri ve Görüşleri
İslâm âleminde kader konusunu ilk tartışma gündemine getirenin Ma’bed İbn Hâlid el-Cühenî (ö. 85/704) olduğu nakledilir. Onu Gaylan ed-Dımaşkî izlemiş ve kaderle ilgili görüşlerini daha da geliştirmiştir. Ma’bed, Allah tarafından önceden belirlenmiş bir kader programı bulunmadığını, insanın fiil ve davranışlarında tamamen serbest olduğunu öne sürmüştür. Muhtemelen o, Emevîlerin aşırı baskı ve zulümlerine karşı kaderci bir tevekküle saplanmış kimselere bakarak, Emevî zulmünün bir kader olmadığını söylemekle işe başlamış ve sonunda kaderi inkâr etmeye kadar varmıştır. Nitekim gerek Ma’bed’in, gerekse onu izleyen Gaylan’ın Emevî yöneticilerince öldürülmesi, konunun o günkü siyâsî konjonktürle yakın ilişkisi bulunduğunu göstermektedir.
Ma’bed’in kaderi kökten inkâr etmesine tepki olarak Cehm İbn Safvân (ö. 128/745) da her şeyin Allah’ın ilmi ve iradesi altında cereyan ettiğini, insanın yazılmış bir kaderinin bulunduğunu bildiren âyetlere dayanarak,[21] cebr akidesini, yani insanın yaptığı işlerde bir ihtiyarının bulunmadığı, yaptığı işleri kader gereği zorunlu olarak yaptığı görüşünü öne sürmüştür. Bu inanca göre, yaptığı iş ve eylemlerde insanın irade ve gücü yoktur. Kul, rüzgârın önünde sürüklenen yaprak gibidir, yaprağın yönünü kendisi değil rüzgâr belirler. Allah cansız bitkinin hareketlerini yarattığı gibi, insanın fiillerini de yaratır. Kimi cebriyeciler, insanda bir kudretin bulunduğunu, fakat bunun insanın fiilleri üzerinde etkili olmadığını kabul ederler.[22]
Ehl-i sünnet ise, kulların ihtiyârî veya gayri ihtiyârî bütün fiillerinin, Allah tarafından yaratıldığını kabul etmekle birlikte, Allah’ın insana verdiği irade-i cü’ziyyeyi herhangi bir yöne yönlendirebileceğini söyleyerek Kaderiyye ile Cebriyye arasında orta bir yol izlemişlerdir. Kur’an’ın birçok yerlerinde “Yaptıklarınıza karşılık olarak…” buyurularak “fiil” insana nisbet edilmiştir. İnsanın ne yapacağının Allah tarafından önceden bilinmesi ve onu kaderine yazması, insanın bu amele zorlandığı anlamına gelmez. Aksine insan o işi serbest iradesiyle ister ve kendi ihtiyarı ile yapar. Bu yüzden de sonucundan sorumlu olur.
3. Haricilik Mezhebi
Hariciler Kimdir? (Haricilik Nedir?)
Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden Sıffîn savaşından (37/657) sonra, halife tayin işinin hakeme bırakılması üzerine, Hz. Ali’ye isyan ederek, büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağı ve günah işleyen devlet başkanına itâat edilmeyeceği iddiasıyla ortaya çıkan gruba “hârîcîler” adı verilmiştir. Çoğulu Havâric’tir. Bunlara Harûriyye veya kendi kullandıkları bir ad olarak “Şurât (kendini Allah’a satanlar)” adı da verilir.
Haricilik Görüşleri
Hâricîlerin ilk bakışta dini hükümleri korumada titizlik gösteren bir ekol olarak algılanması mümkün ise de, sübjektif değerlendirmeye açık olan konulara fazla girmeleri yüzünden İslâm toplumunda anarşinin de ilk tohumlarını oluşturdukları görülür. Bu ekol başlangıçta cahil halk tabakasının benimsediği bir görüş olarak ortaya çıkmış, her dönemde az veya çok müntesibi bulunmuştur. Günümüzde İbâdiyye kolu daha çok Kuzey Afrika, Madagaskar, Zengibar ve Umman sultanlığında rastlanır. Kur’an’ın yalnız zâhirine dayandıkları için, fıkıh konusunda da Ehl-i Sünnet’ten farklı görüşleri vardır.
4. Şia Mezhebi
Şia Ne Demek?
Şîa sözlükte taraftar, yardımcı anlamına gelir. Bir mezhep olarak; Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Hz. Ali’yi halîfeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu ilk meşrû halîfe kabul eden, vefatından sonra da halifeliğe Hz. Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ortak adıdır. Şîa, Ehl-i sünnet topluluğunun dışında kalan, günümüze kadar varlığını sürdüren, İslâm dünyasında da önemli sayıda taraftarı bulunan en önemli itikadî, fıkhî ve siyâsî bir mezheptir.
Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra meydana gelen olaylarda, Hz. Ali’nin tarafını tutan, onun safında savaşanlara “Şîatü Alî İbn Tâlib (Ali İbn Tâlib taraftarları)” denilmiştir.[23]
Şia Mezhebinin Kolları
Şîa’nın günümüze ulaşan üç büyük kolu Zeydiyye, İsmailiyye ve İmâmiyye- İsnâaşeriyye’dir. Zeydiyye, Hz. Ali’nin torunu Zeyd İbn Alî Zeynelâbidîn’e nisbet edildiği için bu adı almıştır. Günümüzde Yemen bölgesinde taraftarları bulunan Zeydiyye, itikadî konularda Mu’tezile’ye, fıkıh konularında ise Hanefî mezhebine yakın görüşlere sahiptir. Zeydiyye, hılâfetin Hz. Ali’nin soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebûbekir ve Ömer’in halîfeliklerini de meşrû görürler. Hılâfetin Hüseyinoğulları’na ait olduğu ve imamların masum olduğu görüşünü de kabul etmezler. Zeydiyye bu durumuyla, Ehl-i Sünnet’e en yakın mezhep olarak tanınır.
Ca’fer es-Sâdık’ın 148/769 yılında ölümünden sonra, devlet başkanlığına oğlu İsmail’in ve soyunun hak sahibi olduğu iddiası, Şîa içinde aşırı görüşleriyle tanınan İsmailiyye fırkasının ortaya çıkmasına neden oldu. Bir buçuk yüzyıl süreyle gizli imamlar ve davetçiler tarafından yönetilen İsmâiliyye ekolü, IV. hicret yüzyılının başında Fâtımîler Devleti’ni kurmakla güçlendi. Daha sonra doğu ve batı İsmailîler’i olmak üzere ikiye ayrıldı. Eski Yunan ve Doğu felsefelerinden, Ortadoğu dinlerinden etkilenmesi ve Bâtınî yorumlara dalması yüzünden birçok uç görüşlere sahip oldu. Günümüzde az olmakla birlikte Pakistan, İran ve Orta Asya’da mensupları vardır.
İmâmiyye, günümüzde dünya Müslümanlarının yüzde on kadarını içinde barındıran, Şîa’nın en büyük koludur. Mezhebin imâmet ve siyaset görüşü on iki imam çevresinde şekillendiğinden “İsnâaşeriyye (12 imamcı ekol)”, inanç ve fıkıhta Ca’fer es-Sâdık’ın görüşlerini esas aldıkları için “Ca’feriyye” adıyla da anılırlar.
İsnaaşeriyye (12 İmamcı Ekol) Görüşleri
On iki imam mezhebinin temel görüşleri şöyle özetlenebilir: a) İmâmet dinin bir rüknüdür, bu yüzden her zaman bir imamın bulunması gereklidir. b) Hz. Peygamber’in, Hz. Ali’yi halîfe tayin ettiğine ve bunun devam eden bir süreç olduğuna inanırlar. c) İmamların masum olduğuna inanırlar. İmamlar büyük, küçük, bilerek veya bilmeyerek günah işlemezler. Bu inanç, imamın sözünün dinlenmesi ve kalplerden korkunun çıkmaması için önemlidir. d) İmamların on iki oluşuna inanmak gerekir. e) Küçük yaşta kaybolan on ikinci imam, Muhammed el- Mehdî’nin kurtarıcı (mehdî) olarak geleceğine inanmak, tehlike bulunan durumlarda kendini gizlemek (takıyye), Hz. Ali’ye bîat etmeyen sahabilere karşı tavır almak ve onlara ta’n etmek yine İmâmiyye’nin benimsediği esaslardandır.[24]
Hz. Ali döneminde başlayan, Emeviler ve Abbasiler dönemleri boyunca süren iktidar mücadelesi, başarısızlıklar, zulüm, baskı ve haksızlıklar karşısında içine kapanan ve kendisini İslâm ümmetinin çoğunluğundan soyutlayarak, imâmet ve siyâset etrafında kendine özgü teoriler geliştiren İmâmiyye, saydam olmayışı, bilimsel tartışmalara açık bulunmayışı yüzünden, İslâm âlemi içinde yol açtığı görüş ayrılıkları, izlediği uzlaşmaz tutum ve sahip olduğu itikadî görüşler yüzünden Ehl-i sünnet âlimlerince eleştiriye uğramıştır. Ancak iman esasları, namaz, oruç, hac, zekat, içki, kumar, zina hadler gibi İslâm’ın kesin hükümleri üzerinde, müslümanların çoğunluğu ile görüş birliği içinde bulunan mutedil Şîa, hiç bir zaman tekfîr edilmemiştir.
Tarihte görüş ayrılığına yol açan konular, günümüzde bilimsel metotlarla araştırılarak ve Ehl-i sünnetin elindeki geçerli kaynaklarla karşılaştırılarak barışçı bir sürece girilmelidir. Gayrimüslimlerin hâkim olduğu ülkelerle siyâsî, kültürel ve ekonomik işbirliklerinin kurulmaya çalışıldığı, diyalog ve hoşgörü toplantılarının yapıldığı bir dönemde, Kur’an’ı ve büyük ölçüde sünneti referans alan toplumlarla, bilimsel bir zeminde buluşmanın güç olamaması gerekir.
Dipnotlar:
[1] bk. Şerafettin Gölcük, İslam Akaidi, Konya, 1989, s. 8 vd. [2] Tâhâ, 20/5; bk. A’raf, 7/54; Tevbe, 9/129; Yunus, 10/3; er-Ra’d, 13/2; Furkan, 25/59 [3] Feth 48,/10; bk. Al-i İmrân, 3/73; Mâide, 5/64; Hadîd, 57/29 [4] Şûrâ, 42/11, İhlâs, 112/4 [5] Nûr, 24/51 [6] Mâide, 5/92 [7] Haşr, 59/7. Ayrıca bk. Âl-i İmrân, 3/3; Nisâ, 4/65.Ahzâb, 33/ 36; Nûr, 24/63 [8] İbn Mâce, Mukaddime, 1 [9] Ebû Dâvud, Sünnet, 6; A. İbn Hanbel, IV, 131 [10] Ebû Dâvud, Sünnet, 5 [11] Tevbe, 9/100 [12] Buhârî, Fazâilü’s-Sahâbe, 1 [13] Tirmizî, Fiten, 7 [14] Ebû Dâvud, Sünnet, 1; İbn Mâce, Fiten, 17 [15] İbn Mâce, Fiten, 8. bk. İbnü’l-Esîr, Nihâye, II, 419 [16] Eş’arî’nin eserlerinin baskıları için bk. Makâlât, İstanbul 1928; İbâne, Hayarabâd 1948; Risâle, Haydarabâd, 1323; 1344, Beyrut 1923. (Lum’a içinde İngilizce tercemesiyle birlikte); Lum’a, Beyrut 1955 [17] Kemaluddin Beyazî, Ebû Hanife’nin bu beş risâlesini, “İşârâtu’l-Merâm min İbârâti’l-İmâm” isimli kitabında toplamış ve bu eser 1949. yılında Mısır’da yayınlanmıştır. [18] bk. Maturidî, Kitâbü’t-Tevhîd, nşr Fethullah Huleyf, Beyrut 1970 [19] Kemal Işık, Maturidî’nin Kelam Sisteminde İman, Allah ve Peygamberlik Anlayışı, Ankara 1980, s.19 [20] Işık, age, s.18 [21] bk. A’râf, 7/178; Tevbe, 9/51; Ra’d, 13/8; Zümer, 39/62; Kamer, 54/49; İnsan, 76/30 [22] Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut 1975, I, 85 [23] Şehristânî, age, I, 146 [24] Bilgi için bk. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, İstanbul 1981, s. 218; Mustafa Öz, “Ca’fer es-Sâdık” mad., TDV İslâm Ansik., “Şîa” mad., Şamil İslâm Ansik.; Hamdi Döndüren, “Ca’fer-i Sâdık” mad., Şamil İslâm Ansik.; Komisyon, İlmihal, I, 29-31
Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, Erkam Yayınları
İTİKADİ MEZHEPLERİN ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ
Mezhep sözlükte “gidilecek yol, gidilecek yer, görüş, doktrin ve akım” gibi anlamlara gelir. Bir terim olarak ise mezhep; kendi içinde tutarlı bir düşünce sistemi olduğu kabul edilen inanç ve fıkıhla ilgili ekolleri ifade eder. Çoğulu “mezâhib” tir. Mezhep kurucusu diye bilinen müctehit imamlar bir din koyucusu veya tebliğcisi değildir. Bunlar; Kur’an, sünnet, icmâ, kıyas ve diğer hüküm çıkarma metotlarını kullanarak nasslar üzerinde yorum yapan ve sayısı sınırlı olan nassları sınırsız hayat olaylarına uygulamaya çalışan bilim adamlarıdır. Genelde mezhepler kurucularının adlarıyla anılır. İtikadda, Mâtüridî, Eş’arî; fıkıhta Hanefî, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri gibi. Akâid mezhepleri için grup anlamına gelen “fırka (çoğulu fırak)” da kullanılmıştır.
İtikad Nedir? (Akide Ne Demek?)
İtikad, inanç demektir. Bir şeye inanmaya, bir kimseyi veya bir haberi kabul edip, ona bağlı kalmaya “akîde” denir. Çoğulu akâid’dir. İtikad ve iman eşanlamlıdır. Terim olarak iman; Allah Teâlâ’nın dinini kalb ile kabul etmek, yani Resûlullah (s.a.s)’ın bildirdiği şeyleri kesin bir şekilde kalben tasdik etmektir. Toplumda müslüman muamelesi görmek için de bu imanı açığa vurmak gereklidir.
Akâid, imanı esas alan İslâmî kaide ve hükümlerin bütününü ifade eder. İbadet ve amel konuları bu bilimin sınırları dışında kalır. İslâm’ın inanç sistemi “âmentü” cümlesinde toplanmıştır. Bu da Allah’ın varlığına ve birliğine, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine imandan ibarettir.
İslâm’ın ilk dönemi olan asr-ı saadette, Resûlullah (s.a.s) hayatta iken, diğer İslâmî ilimler gibi, akaid ilmi de yazılmamış ve tedvin edilmemiştir. Henüz vahiy kesilmediği için inanç, ibadet veya beşeri muamele konularında problemi olan kimseler, Allah’ın elçisine başvuruyor, konu vahiy ışığında çözümleniyordu. Ashab-ı kiram her konuda olduğu gibi, akide konularında da Kur’an-ı Kerim’e ve Resûlullah (s.a.s)’a tam olarak teslimiyet içindeydi. Onlar Allah Resûlü’nün getirdiği bir inanç ilkesini tartışmasız kabul ederlerdi.
Hz. Ebubekir (r.a)’in, Hz. Peygamber’in mirac mucizesini alaylı bir şekilde soran Mekke müşriklerine; “Eğer Miraca, semalara çıktığını Muhammed (s.a.s) söylemişse, bu doğrudur. Ben buna da O’nun Allah Teâlâ’dan getirdiği her şeye de inanmaktayım” diye cevap verdiği bilinmektedir. Diğer yandan Allah’ın Resûlü kader konusunu tartışan bazı sahabileri bu tartışmadan menetmiştir. Çünkü bazı inanç konularının akıl tarafından kavranması mümkün olmayabilir. Ona, haber verildiği şekliyle inanmak gerekir.
Hz. Peygamber’in ahirete irtihalinden ve dolayısıyla vahyin kesilmesinden sonra ashab-ı kiramın çoğu bu saf ve berrak İslâmî inançlarını korudular. Bununla birlikte nüfusun artması, yeni kültür çevrelerinin İslâm’a girmesi ve yeni yeni meselelerin ortaya çıkması yüzünden bazı problemlerle karşı karşıya gelmeye başladılar. Halifelerin seçim şekli, Hz. Ali devrindeki Hakem olayı, büyük günah işleyenin (mürtekib-i kebire) dinden çıkıp çıkmadığı gibi[1] meseleler bunlar arasında sayılabilir.
Selefiyye Nedir?
Sahabe ve tabiileri içine alan ilk nesiller, akideyle ilgili âyet ve hadislere, yoruma tabi tutmadan inanıyordu. Bunlara “Selefiyye” adı verilmiştir. Bunlar; “Rahmân (olan Allah), arşın üstüne oturdu” âyetini[2] Allah’ın tahtı vardır, fakat biz bunun niteliğini bilmeyiz, şeklinde, “Allah’ın eli, onların ellerinin üstündedir” âyetini[3] ise, Allah’ın eli vardır, fakat biz niteliğini bilemeyiz, şeklinde anlarlar. Daha sonra yetişen kelâm bilginleri ise, bu gibi âyetlerde, mecaz anlamın kastedildiğini; Allah’ın tahta oturmasıyla, varlıklar âlemine hâkim olması, mutlak kudret sahibi bulunması anlamının; Allah’ın eliyle de O’nun güç ve kudretinin kastedildiğini söylediler. Onlar bu konuda, “Allah’ın eşi, dengi ve benzeri bulunmadığını” bildiren âyetlere dayandılar.[4]
EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMAAT
Hz. Peygamber’in ve sahabenin yolunu izleyen, Allah’ın Kitab’ını ve Hz. Muhammed’in sünnetini rehber edinen ümmet çoğunluğuna verilen bir addır. Bu tamlama ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemaate tâbi olmak gibi iki önemli özelliği vardır. İnsanların, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrîrleri ile ahlâkî ve beşerî tavırlarını içine alan sünnetini benimsemede görüş birliğine varıp, bunu uygulaması “cemâat” adını alır.
Kur’an’ın çeşitli âyetlerinde, inanç ve amel konusunda sünnetin dikkate alınması gerektiği açıkça bildirilir. “Aralarında hüküm vermesi için, onlar Allah’a ve Elçisi’ne çağrıldıklarında, inananların sözü ancak, “duyduk, boyun eğdik!” demektir. İşte kurtulanlar ancak bunlardır.” [5] “Allah’a itâat edin, Rasûle de itâat edin ve sakının!” [6] “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” [7]
Hz. Peygamber de bu konuda şöyle buyurmuştur: “Size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin.” [8] Kur’an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etme meyli, tarih boyunca bid’at fırkalarının başvurduğu bir yoldur. Hz. Peygamber dini kaygısı zayıf olan bu gibi kişilerin ileride ortaya çıkabileceğini bildirmiş ve bunlardan sakınılmasını isteyerek şöyle buyurmuştur: “Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size, “Kur’an yeterlidir; Kur’an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa, onu haram bilin” diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun; bana Kur’an ile birlikte onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir.” [9]
Hz. Peygamber kendi sünnetine uyulmasını istediği gibi, ashabının yoluna da uyulmasını istemiştir. “İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara tanık olacaktır. Size sünnetimi, doğru yolu bulmuş halîfelerimin yolunu tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sakının. Çünkü her uydurma; bid’at, her bid’at da sapıklıktır.”[10] Ensar, muhâcirler ve onların yoluna iyilikle uyanlardan Allah Teâlâ’nın râzı olduğu Kur’an-ı Kerîm’de bildirildiği gibi,[11] Hz. Peygamber de bu kuşakların yoluna şöyle dikkat çekmiştir: “Ümmetimin en hayırlı dönemi benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir.” [12] Başka bir hadiste sahâbe, onlara uyanlar ve bunlara uyanlar olmak üzere üç kuşak zikredildikten sonra, yalanın yaygınlaşacağı ve Allah’ın kudret elinin cemâatin üzerinde olacağı haber verilir.[13]
73 Fırka Hadisi
Başka bir hadiste, Yahudilerin 71, Hıristiyanların 72 fırkaya ayrıldıkları, İslâm ümmetinin ise 73 fırkaya ayrılacağını, bunlardan birinin kurtuluşta, diğerlerinin ateşte olacağını bildirmiş, kurtuluşta olanların kimler olacağı sorusuna da, “Benim ve ashabımın yolunu izleyenler” [14] cevabını vermiştir. Fırka-i nâciye adını alan bu grup, “ehl-i sünnet ve’l-cemâat”, ateşte olanlar da “ehl-i bid’at” adı verilerek incelenir olmuştur. Ancak İslâm toplumunun başka bir niteliği de hadiste şöyle açıklanmıştır: “Ümmetim sapıklık üzerinde bir araya gelmez. Toplumda bölünme gördüğünüz zaman size “sevâdü’l-a’zam”ı (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim.” [15]
Ehl-i Bidat Nedir?
Ehl-i bid’at sözlükte “dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler” anlamına gelir. Bir akâid terimi olarak ise, Hz. Peygamber’in ve sahâbenin sünnetini terk ederek, onların izledikleri yoldan ayrılan ve ehl-i sünnete muhalefet eden mezhep ve grupları ifade eder. Gâliye, Batıniye, Yizîdiyye gibi ehl-i bid’at sayılan mezheplerin bir bölümü, inanç olarak İslâm ve iman çerçevesinin dışında kalırlar. Bunlara ehl-i hevâ, firak-ı dâlle veya ehl-i dalâl (sapıklık içinde kalanlar) da denilmiştir. Bir kısmı da sünnete aykırı davranmakla birlikte kıble ehlinden sayılırlar ve İslâm ümmetine mensupturlar. Hâriciyye, Mu’tezile, Şîa gibi.
Aşağıda, akideyle ilgili âyet ve hadisleri bir bütün olarak değerlendiren, yorumlayan ve İslâm inancının ana noktalarını belirleyen mezheplerden kısaca söz edeceğiz.
EHL-İ SÜNNET MEZHEPLERİ
1. Eşarilik Mezhebi
Ehl-i sünnetin, İmam Mâtüridî ile birlikte ikinci itikad imamı sayılan Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, 260/873 yılında Basra’da doğmuş, 324/936 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. Asıl adı Ali, babasının adı İsmail’dir. İmam Eş’arî, önce Mu’tezile mezhebine bağlı idi. Kırk yaşına kadar bu mezhebin görüşlerini savundu. Rüyasında Hz. Muhammed’i görmesi üzerine, yanlış yolda olduğunu anladı. Bu arada “üç kardeş meselesi” diye bilinen meselenin tartışmasında hocası Ebû Ali el-Cübbâî’ye (ö.303/936) üstün gelmiş, onun görüşlerini yeterli bulmadığı için Mu’tezile’den ayrılarak Eş’arîliği kurmuştur.
İmam Eşari’nin Görüşleri
İmam Eş’arî bundan sonra vahyi akılla açıklayıp güçlendirmeyi esas alan yeni kelâm metodunu benimsedi. Artık ehl-i sünnet mezhebinin savunucusu oldu. İmam Mâturidî ile aynı devirde yaşayan Eş‘arî, inanç konularında onunla aynı görüşleri paylaşır. Aralarında ayrıntı üzerinde bazı farklar vardır. Meselâ; Mâturidî, kalpdeki imanın bir bütün olduğunu, artıp eksilmeyeceğini söylerken, Eş’arî; imanın artıp eksilebileceğini ileri sürmüştür.
Mâlikî ve Şâfiler itikadda Eş’arî mezhebini benimsemişlerdir. Hanbelîler’e göre, fıkıh ve itikad mezhebi birdir. Onlar, Ahmed İbn Hanbel’in mezhebinden ayrı, selef görüşünü esas alan bir inanca sahiptirler.
İmam Eşari’nin Eserleri
İmam Eş’arî’nin başlıca eserleri şunlardır:
a) Makâlâtu’l-İslâmiyyîn; Eş’arî, bu eserinde mezhepler hakkında bilgi verir, ölçülü tenkitler yapar, ehl-i kıbleyi dinsizlikle ithamdan kaçınır ve müsamahalı bir yol izler.
b) el-İbâne an Usûli’d-Diyâne; bu eserde, Allah’ın görülüp, görülememesi, kelâmullah, istivâ, Allah’ın sıfatları, ecel, rızık, hidayet ve dalâlet gibi kelâm problemleri kitap ve sünnet ehlinin görüşlerine göre açıklanmıştır.
c) er-Risâle fî İstihsani’l-Havz; Eş’arî, bu eserde, kendisine bid’atçı diyenlere karşı âyet ve hadislerle cevap vermiş, dinde akıl yürütmenin mübah olduğunu ortaya koymuştur.
d) el-Lum’a; Eş’arî’nin kelâma dair görüşlerini içine alan önemli bir eserdir.[16]
İmam Maturidi ve İmam Eş’arî kendi devirlerinde ortaya çıkan bozuk akide, felsefe ve bid’atların önüne geçmiş, ayrılık ve bölünmelere fırsat vermemişlerdir.
2. Maturidilik Mezhebi
Bir akaid mezhebi olan Mâturidîlik’in kurucusu, Ebu Mansur Muhammed, Semerkand köylerinden Mâturid’de doğmuş ve 333/944 yılında vefat etmiştir.
İmam Maturidi’nin Görüşleri
O devirde çeşitli kültürlere sahip olan halk kitlelerinin İslâm’a girişi, Hint ve Yunan felsefelerinin Arapça’ya tercüme edilmesi karşısında, İslâm’ın esaslarını savunmak için aklın verilerinden ve mantık kurallarından yararlanmak gerekiyordu. Müslüman bilginlerin inanç konularını savunmak için meydana getirdiği bu yeni ilim dalına “kelâm” adı verildi. Bunun latince karşılığı “teoloji”dir. İşte Ebu Mansur Muhammed Mâturidî bu devirde yetişen büyük bir mütekellim (teolog)dir. O, İslâm akaidini Kitap ve sünnete uygun biçimde ve aklî verilerden de yararlanarak açıklamış, ehl-i sünnet yolunu sapıklara, bid’atçılara karşı savunmuş ve özellikle Mâverâünnehir’de Hanefîlerin itikad imamı olmuştur.
Mâturidi akaidinin esasını, Ebu Hanife’nin (ö.150/767) düşünceleri özellikle “el-Fıkhu’l-Ekber” isimli eseri teşkil eder. Ebu Hanife’nin bu eseri inanç konularının ana esaslarını, ihtilaflı itikadî konuların çözümlerini içine alır. Çünkü, Ebu Hanife’nin fıkıhtan önce kelâm ilmi ile uğraştığı ve el-Fıkhu’l-Ekber, er-Risâle, el-Fıkhu’l-Evsat, Kitabü’l-Âlim ve el-Vasiyye adlarını taşıyan beş tane risale kaleme aldığı bilinmektedir.[17]
İmam Maturidi’nin Eserleri
İmam Mâturidî’den sonra Hanefîler’e, aynı zamanda Mâturidî de denmiştir. Bütün Hanefîler ve bu arada genel olarak Türkler itikatta Maturîdîlik mezhebini tercih etmişlerdir. İmam Mâturidî’nin başta gelen iki eseri şunlardır:
a) Kitabü’t-Tevhîd: İmam Mâturidî’nin, İslâm inancını, bid’at görüşler karşısında savunduğu bu eseri Mısırlı bilgin Fethullah Huleyf tarafından yayınlanmıştır.[18] Mâturidî özellikle Mutezile ekolünün görüşlerini çürütmek için çalışmış, bu mezhebin temsilcisi sayılan el-Kâbî’nin görüşlerine cevap olmak üzere, bazı reddiyeler yazmıştır.[19] Diğer yandan Karmatî ve Râfizîlere karşı da mücadele etmiştir.
b) Te’vilâtü’l-Kur’an: İmam Maturidî’nin aklî ve naklî delillere dayanarak ehl-i sünnet inancını savunduğu bir Kur’an tefsiridir. Konular herkesin anlayabileceği sade bir üslupla anlatılmış, gerek duyuldukça diğer mezhep ve fırkaların görüşlerine de yer verilmiştir.[20]
İleride Ehl-i sünnetin iman esasları üzerinde ayrıca duracağımız için, burada inanç mezheplerinin görüşlerini kısa geçiyoruz.
EHL-İ BİDAT MEZHEPLERİ
Bid’at veya dalâlet ehlinden sayılan, temel konularda bile görüş birliği bulunmayan, kimi zaman birbirleriyle çelişen görüşler öne süren bid’atçı mezhepleri, Mu’tezile, Cebriyye, Hâriciyye, Şîa, Mürcie, Müşebbihe olmak üzere altı grupta toplamak mümkündür. Bunlardan İslâm âlemi üzerinde etkileri görülen ilk dört tanesi üzerinde kısaca duracağız.
1. Mutezile Mezhebi
Mutezile Nedir?
Mu’tezile sözlükte, “ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler” anlamına gelir. Büyük günah işleyenin imanla küfür arası bir mertebede olduğunu söyleyerek, Ehl-i Sünnet bilginlerinden Hasan el-Basrî’nin (ö.110/728) derslerini terk eden Vâsıl İbn Atâ (ö.131/148) ile ona uyanların oluşturduğu mezhep bu adla anılır. Mu’tezile kendisini “Ehlü’l-adl ve’t-tevhîd” diye tanımlar. Akılcı bir mezhep olan Mu’tezile, mantıkla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri yorumlamada akla öncelik vermiştir.
Mutezile Temsilcileri
Mu’tezile’nin temsilcileri arasında Ebü’l-Huzeyl el-Allâf (ö.235/850), Nazzâm (ö. 231/845), Câhiz (ö. 255/869), Bişr İbn Mu’temir (ö.210/825), Cübbâî, (. 303/916), Kadî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ve Zemahşerî (ö. 538/1143) sayılabilir. Abbasîler döneminde en parlak günlerini yaşayan Mu’tezile daha sonra etkinliğini, hatta bir mezhep olma niteliğini yitirmiştir. Günümüzde Mu’tezile’nin görüşleri Şia’nın Ca’feriyye ve Zeydiyye kolları ile Hâricîliğin İbâdiyye kolunda yaşamaktadır.
Mutezile Görüşleri
Mu’tezile’nin esas aldığı beş prensip şunlardır: a) Allah zat ve sıfatları ile tektir (tevhîd), b) Kul özgür iradesiyle iş yapar, Allah en uygun olanı yaratır (adl), c) İyilik yapana mükâfat, kötülük yapana ceza vardır (vaad ve vaîd), d) Büyük günah işleyen imanla küfür arasında fısk derecesinde kalır (el-menzile beyne’l-menzileteyn), e) İyiliği emir ve kötülüğü nehiy her müslümana farzdır.
Allah’ın belirlediği kader yerine, insanın belirlediği bir kadere inanan ve fiilleri Allah’a değil de insana isnat eden “Kaderiyye” ekolü, çeşitli kişilerce temsil edilmekle birlikte, varlığını Mu’tezile’nin temel tezleri arasında sürdürmüştür. İnsanın irade ve fiilleri üzerinde Allah’ın bir irade ve bilgisinin bulunmadığını, Allah’ın insanın fiillerini ancak ortaya çıktıktan sonra bileceğini öne süren bu akımın ilk önderlerinden Ma’bed İbn Halid el-Cühenî, Emevîler döneminde Haccac tarafından, Gaylan İbn Müslim el-Kıptî ed-Dımaşkî ise Halîfe Hışam İbn Abdilmelik tarafından öldürülmüştür.
2. Cebriyye Mezhebi
Cebriyye Nedir?
Kader ve irade konusunda Kaderiyye fırkasının tam aksi görüşte olan bir ekoldür.
Cebriyye Temsilcileri ve Görüşleri
İslâm âleminde kader konusunu ilk tartışma gündemine getirenin Ma’bed İbn Hâlid el-Cühenî (ö. 85/704) olduğu nakledilir. Onu Gaylan ed-Dımaşkî izlemiş ve kaderle ilgili görüşlerini daha da geliştirmiştir. Ma’bed, Allah tarafından önceden belirlenmiş bir kader programı bulunmadığını, insanın fiil ve davranışlarında tamamen serbest olduğunu öne sürmüştür. Muhtemelen o, Emevîlerin aşırı baskı ve zulümlerine karşı kaderci bir tevekküle saplanmış kimselere bakarak, Emevî zulmünün bir kader olmadığını söylemekle işe başlamış ve sonunda kaderi inkâr etmeye kadar varmıştır. Nitekim gerek Ma’bed’in, gerekse onu izleyen Gaylan’ın Emevî yöneticilerince öldürülmesi, konunun o günkü siyâsî konjonktürle yakın ilişkisi bulunduğunu göstermektedir.
Ma’bed’in kaderi kökten inkâr etmesine tepki olarak Cehm İbn Safvân (ö. 128/745) da her şeyin Allah’ın ilmi ve iradesi altında cereyan ettiğini, insanın yazılmış bir kaderinin bulunduğunu bildiren âyetlere dayanarak,[21] cebr akidesini, yani insanın yaptığı işlerde bir ihtiyarının bulunmadığı, yaptığı işleri kader gereği zorunlu olarak yaptığı görüşünü öne sürmüştür. Bu inanca göre, yaptığı iş ve eylemlerde insanın irade ve gücü yoktur. Kul, rüzgârın önünde sürüklenen yaprak gibidir, yaprağın yönünü kendisi değil rüzgâr belirler. Allah cansız bitkinin hareketlerini yarattığı gibi, insanın fiillerini de yaratır. Kimi cebriyeciler, insanda bir kudretin bulunduğunu, fakat bunun insanın fiilleri üzerinde etkili olmadığını kabul ederler.[22]
Ehl-i sünnet ise, kulların ihtiyârî veya gayri ihtiyârî bütün fiillerinin, Allah tarafından yaratıldığını kabul etmekle birlikte, Allah’ın insana verdiği irade-i cü’ziyyeyi herhangi bir yöne yönlendirebileceğini söyleyerek Kaderiyye ile Cebriyye arasında orta bir yol izlemişlerdir. Kur’an’ın birçok yerlerinde “Yaptıklarınıza karşılık olarak…” buyurularak “fiil” insana nisbet edilmiştir. İnsanın ne yapacağının Allah tarafından önceden bilinmesi ve onu kaderine yazması, insanın bu amele zorlandığı anlamına gelmez. Aksine insan o işi serbest iradesiyle ister ve kendi ihtiyarı ile yapar. Bu yüzden de sonucundan sorumlu olur.
3. Haricilik Mezhebi
Hariciler Kimdir? (Haricilik Nedir?)
Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden Sıffîn savaşından (37/657) sonra, halife tayin işinin hakeme bırakılması üzerine, Hz. Ali’ye isyan ederek, büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağı ve günah işleyen devlet başkanına itâat edilmeyeceği iddiasıyla ortaya çıkan gruba “hârîcîler” adı verilmiştir. Çoğulu Havâric’tir. Bunlara Harûriyye veya kendi kullandıkları bir ad olarak “Şurât (kendini Allah’a satanlar)” adı da verilir.
Haricilik Görüşleri
Hâricîlerin ilk bakışta dini hükümleri korumada titizlik gösteren bir ekol olarak algılanması mümkün ise de, sübjektif değerlendirmeye açık olan konulara fazla girmeleri yüzünden İslâm toplumunda anarşinin de ilk tohumlarını oluşturdukları görülür. Bu ekol başlangıçta cahil halk tabakasının benimsediği bir görüş olarak ortaya çıkmış, her dönemde az veya çok müntesibi bulunmuştur. Günümüzde İbâdiyye kolu daha çok Kuzey Afrika, Madagaskar, Zengibar ve Umman sultanlığında rastlanır. Kur’an’ın yalnız zâhirine dayandıkları için, fıkıh konusunda da Ehl-i Sünnet’ten farklı görüşleri vardır.
4. Şia Mezhebi
Şia Ne Demek?
Şîa sözlükte taraftar, yardımcı anlamına gelir. Bir mezhep olarak; Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Hz. Ali’yi halîfeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu ilk meşrû halîfe kabul eden, vefatından sonra da halifeliğe Hz. Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ortak adıdır. Şîa, Ehl-i sünnet topluluğunun dışında kalan, günümüze kadar varlığını sürdüren, İslâm dünyasında da önemli sayıda taraftarı bulunan en önemli itikadî, fıkhî ve siyâsî bir mezheptir.
Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra meydana gelen olaylarda, Hz. Ali’nin tarafını tutan, onun safında savaşanlara “Şîatü Alî İbn Tâlib (Ali İbn Tâlib taraftarları)” denilmiştir.[23]
Şia Mezhebinin Kolları
Şîa’nın günümüze ulaşan üç büyük kolu Zeydiyye, İsmailiyye ve İmâmiyye- İsnâaşeriyye’dir. Zeydiyye, Hz. Ali’nin torunu Zeyd İbn Alî Zeynelâbidîn’e nisbet edildiği için bu adı almıştır. Günümüzde Yemen bölgesinde taraftarları bulunan Zeydiyye, itikadî konularda Mu’tezile’ye, fıkıh konularında ise Hanefî mezhebine yakın görüşlere sahiptir. Zeydiyye, hılâfetin Hz. Ali’nin soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebûbekir ve Ömer’in halîfeliklerini de meşrû görürler. Hılâfetin Hüseyinoğulları’na ait olduğu ve imamların masum olduğu görüşünü de kabul etmezler. Zeydiyye bu durumuyla, Ehl-i Sünnet’e en yakın mezhep olarak tanınır.
Ca’fer es-Sâdık’ın 148/769 yılında ölümünden sonra, devlet başkanlığına oğlu İsmail’in ve soyunun hak sahibi olduğu iddiası, Şîa içinde aşırı görüşleriyle tanınan İsmailiyye fırkasının ortaya çıkmasına neden oldu. Bir buçuk yüzyıl süreyle gizli imamlar ve davetçiler tarafından yönetilen İsmâiliyye ekolü, IV. hicret yüzyılının başında Fâtımîler Devleti’ni kurmakla güçlendi. Daha sonra doğu ve batı İsmailîler’i olmak üzere ikiye ayrıldı. Eski Yunan ve Doğu felsefelerinden, Ortadoğu dinlerinden etkilenmesi ve Bâtınî yorumlara dalması yüzünden birçok uç görüşlere sahip oldu. Günümüzde az olmakla birlikte Pakistan, İran ve Orta Asya’da mensupları vardır.
İmâmiyye, günümüzde dünya Müslümanlarının yüzde on kadarını içinde barındıran, Şîa’nın en büyük koludur. Mezhebin imâmet ve siyaset görüşü on iki imam çevresinde şekillendiğinden “İsnâaşeriyye (12 imamcı ekol)”, inanç ve fıkıhta Ca’fer es-Sâdık’ın görüşlerini esas aldıkları için “Ca’feriyye” adıyla da anılırlar.
İsnaaşeriyye (12 İmamcı Ekol) Görüşleri
On iki imam mezhebinin temel görüşleri şöyle özetlenebilir: a) İmâmet dinin bir rüknüdür, bu yüzden her zaman bir imamın bulunması gereklidir. b) Hz. Peygamber’in, Hz. Ali’yi halîfe tayin ettiğine ve bunun devam eden bir süreç olduğuna inanırlar. c) İmamların masum olduğuna inanırlar. İmamlar büyük, küçük, bilerek veya bilmeyerek günah işlemezler. Bu inanç, imamın sözünün dinlenmesi ve kalplerden korkunun çıkmaması için önemlidir. d) İmamların on iki oluşuna inanmak gerekir. e) Küçük yaşta kaybolan on ikinci imam, Muhammed el- Mehdî’nin kurtarıcı (mehdî) olarak geleceğine inanmak, tehlike bulunan durumlarda kendini gizlemek (takıyye), Hz. Ali’ye bîat etmeyen sahabilere karşı tavır almak ve onlara ta’n etmek yine İmâmiyye’nin benimsediği esaslardandır.[24]
Hz. Ali döneminde başlayan, Emeviler ve Abbasiler dönemleri boyunca süren iktidar mücadelesi, başarısızlıklar, zulüm, baskı ve haksızlıklar karşısında içine kapanan ve kendisini İslâm ümmetinin çoğunluğundan soyutlayarak, imâmet ve siyâset etrafında kendine özgü teoriler geliştiren İmâmiyye, saydam olmayışı, bilimsel tartışmalara açık bulunmayışı yüzünden, İslâm âlemi içinde yol açtığı görüş ayrılıkları, izlediği uzlaşmaz tutum ve sahip olduğu itikadî görüşler yüzünden Ehl-i sünnet âlimlerince eleştiriye uğramıştır. Ancak iman esasları, namaz, oruç, hac, zekat, içki, kumar, zina hadler gibi İslâm’ın kesin hükümleri üzerinde, müslümanların çoğunluğu ile görüş birliği içinde bulunan mutedil Şîa, hiç bir zaman tekfîr edilmemiştir.
Tarihte görüş ayrılığına yol açan konular, günümüzde bilimsel metotlarla araştırılarak ve Ehl-i sünnetin elindeki geçerli kaynaklarla karşılaştırılarak barışçı bir sürece girilmelidir. Gayrimüslimlerin hâkim olduğu ülkelerle siyâsî, kültürel ve ekonomik işbirliklerinin kurulmaya çalışıldığı, diyalog ve hoşgörü toplantılarının yapıldığı bir dönemde, Kur’an’ı ve büyük ölçüde sünneti referans alan toplumlarla, bilimsel bir zeminde buluşmanın güç olamaması gerekir.
Dipnotlar:
[1] bk. Şerafettin Gölcük, İslam Akaidi, Konya, 1989, s. 8 vd. [2] Tâhâ, 20/5; bk. A’raf, 7/54; Tevbe, 9/129; Yunus, 10/3; er-Ra’d, 13/2; Furkan, 25/59 [3] Feth 48,/10; bk. Al-i İmrân, 3/73; Mâide, 5/64; Hadîd, 57/29 [4] Şûrâ, 42/11, İhlâs, 112/4 [5] Nûr, 24/51 [6] Mâide, 5/92 [7] Haşr, 59/7. Ayrıca bk. Âl-i İmrân, 3/3; Nisâ, 4/65.Ahzâb, 33/ 36; Nûr, 24/63 [8] İbn Mâce, Mukaddime, 1 [9] Ebû Dâvud, Sünnet, 6; A. İbn Hanbel, IV, 131 [10] Ebû Dâvud, Sünnet, 5 [11] Tevbe, 9/100 [12] Buhârî, Fazâilü’s-Sahâbe, 1 [13] Tirmizî, Fiten, 7 [14] Ebû Dâvud, Sünnet, 1; İbn Mâce, Fiten, 17 [15] İbn Mâce, Fiten, 8. bk. İbnü’l-Esîr, Nihâye, II, 419 [16] Eş’arî’nin eserlerinin baskıları için bk. Makâlât, İstanbul 1928; İbâne, Hayarabâd 1948; Risâle, Haydarabâd, 1323; 1344, Beyrut 1923. (Lum’a içinde İngilizce tercemesiyle birlikte); Lum’a, Beyrut 1955 [17] Kemaluddin Beyazî, Ebû Hanife’nin bu beş risâlesini, “İşârâtu’l-Merâm min İbârâti’l-İmâm” isimli kitabında toplamış ve bu eser 1949. yılında Mısır’da yayınlanmıştır. [18] bk. Maturidî, Kitâbü’t-Tevhîd, nşr Fethullah Huleyf, Beyrut 1970 [19] Kemal Işık, Maturidî’nin Kelam Sisteminde İman, Allah ve Peygamberlik Anlayışı, Ankara 1980, s.19 [20] Işık, age, s.18 [21] bk. A’râf, 7/178; Tevbe, 9/51; Ra’d, 13/8; Zümer, 39/62; Kamer, 54/49; İnsan, 76/30 [22] Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut 1975, I, 85 [23] Şehristânî, age, I, 146 [24] Bilgi için bk. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, İstanbul 1981, s. 218; Mustafa Öz, “Ca’fer es-Sâdık” mad., TDV İslâm Ansik., “Şîa” mad., Şamil İslâm Ansik.; Hamdi Döndüren, “Ca’fer-i Sâdık” mad., Şamil İslâm Ansik.; Komisyon, İlmihal, I, 29-31
Kaynak: Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, Erkam Yayınları