Bedir Haber

Kur’ânî Kelimeler Sözlüğü: İnfak 2

Kur’ânî Kelimeler Sözlüğü: İnfak 2
Mustafa Zahideoğlu( mustafa.zahideoglu@bedirhaber.com )
136 views
16 Temmuz 2016 - 16:13

İLGİLİ ÂYET

وَأَنفِقُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ تُلْقُواْ بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ وَأَحْسِنُوَاْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ {195}

“Allah yolunda harcama yapın; kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin, kuş¬kusuz Allah iyilik edenleri sever.” (Bakara Suresi 195)

262-264.Malî yardımın, infak ve sadakanın Allah rızâsı için yapılmış olmasının kesin işareti, yardım yapılan kimseden hiçbir menfaat beklememek, onu yar¬dım sebebiyle minnet altında tutmamak, incitmemek, hiç böyle bir şey olmamış gibi davranmaktır. Büyük ecri bu şekilde verenler alacak, korku ve üzüntüden kur¬tulma saadeti de bunların olacaktır.

Vâhidî’nin rivayetine göre 262. âyet Hz. Osman ve Abdurrahman b. Avf’ın, Tebük Seferi öncesinde orduya yaptıkları yardım vesilesiyle gelmiştir. Bu iki bü¬yük sahâbîden birincisi savaş araç ve gereçleri olmayan bütün gazilerin bu ihtiyaç¬larım karşılamış, ikincisi de servetinin yarısını bağışlamıştır.

Kendisine sadaka verilecek kişiye karşı takınılacak tavır bir şekilde onu inci-tecekse bunu vermek yerine uygun sözler söylemek ve ihtiyacını arzeden kişiyi hoş görmek, durumunu başkalarına duyurmamak manevî sonuç, ecir ve ahlâkî davranış olarak tercih edilmektedir.

İnsanları, sadaka ve malî yardım yüzünden minnet altında bırakmaya ve in¬citmeye kalkışanların bu davranışı, Allah’a ve âhirete iman etmeyen, başkalarına gösteriş olsun diye veya kişiden menfaat beklediği için harcama yapan kimselerin davranışlarına benzetilmiş, bunun da semere ve sonucu kaya misaliyle anlatılmış¬tır. Yalçın ve pürüzsüz bir kayanın üzerindeki toprak şiddetli yağmur aldığında sıyrılıp yere inmekte, düz yerlerdeki toprağa bereket getiren yağmur bu kayada toprağı yok etmektedir. Sadaka da böyledir; Allah rızâsı için verildiği ve karşılı¬ğında bir menfaat beklenmediği, ihtiyaç sahibi incitilmediği takdirde harcayana bereket ve ecir getirir, aksi halde verilen boşa gider, hem maldan olunur hem de sevaptan mahrum kalınır.

265-266.Allah rızâsı için ve içlerinden gelerek, gönüllerindeki inancın yön¬lendirdiği bir karara dayanarak muhtaçlara yardım edenler, bu niyet, şuur ve sami¬miyetin derecesine göre sonuç alacaklardır; tıpkı zararlı rüzgârlara kapalı bir ya¬maçta yapılmış, bol yağmurda bol mahsul, az yağmurda az da olsa yine bir mah¬sul veren bahçe gibi. Muhtaçlara yardımı, Allah rızâsı dışında bir maksatla yapan¬ların misali ise âyette tasvir edilen bahçedir; yani sadakadır, verilen maldır, para¬dır. Bunlar verilmiş ve servet eksilmiştir; fakat bunlar, verene ecir ve sevap kabi¬linden hiçbir şey getirmez. Böyleleri bir gün bu ecir ve sevaba muhtaç oldukların¬da dünyadaki servetin, yakınların, dostların fayda veremediği âhirette -tıpkı genç¬liğinde yaşlılık yılları için hazırladığı serveti yanıp kül olmuş ihtiyar gibi- elleri boş kalıverirler.

267.İnfak ve tasaddukun ne maksatla ve nasıl yapılması gerektiği açıklandiktan sonra sadaka olarak verilecek malın keyfiyetine geçilmiş; verilenin kötü ürün ve mallardan değil iyilerinden olması emredilmiştir. “İyisinden verme” emri tavsiye midir, yoksa bağlayıcı mıdır? Bu konuda farklı anlayışlar vardır. “Emir bağlayıcıdır” (vücûb İfade eder) diyenler buradaki sadakadan maksadın zekât ol¬duğunu ileri sürmüşlerdir. Buna göre zekât olarak verilecek mal kötü, kalitesiz, kıymetsiz olmayacak; iyi olacak, iyisinden seçilip verilecektir. “Bu âyette kastedi-len sadaka ve infak, farz olan zekât değil, nafile olan, sevap kazanmak üzere veri¬len sadakadır, yapılan malî yardımdır” diyenler ise emrin bağlayıcı değil tavsiye kabilinden olduğunu,-“Böyle olması daha iyidir, daha çok ecir getirir” mânasına geldiğini ifade etmişlerdir.

Türkçe’ye “iyi, kaliteli” diye çevirdiğimiz ve buna göre yorumladığımız tayyib (çoğulu tayyibât) kelimesini, “helâl” mânasında anlayanlar da olmuştur. Keli¬menin bu mânaya da ihtimali vardır. Ancak burada, mânalar arasında bir çelişki bulunmadığı için ikisini birden almaya ve “tayyibât”ı “helâllerinden ve iyilerin¬den” şeklinde anlamaya da bir engel yoktur.

268.İnsana dışarıdan gelen ve onu yönlendiren düşünce ve duyguların iki önemli kaynağı ya Allah’tır veya şeytandır. Allah’tan güzel duygular ve düşünce¬ler gelir. Bunlarla O, kuluna, doğru yolu bulması, iyiyi ve güzeli hayatında gerçek¬leştirmesi için yardım eder. İnsan ve cin şeytanları ise insanoğlunu, Allah yolun¬dan ve azasından uzaklaştırmak için gayret eder. Onun aklına olmadık düşünce¬ler, kalbine de olumsuz duygular sokarlar. İnsanoğlu bu İki zıt yönlendirme ara¬sında doğru olana kulak verip onu rehber edinmekle yükümlüdür, bunu yapabilen¬ler bir sonraki âyette sözü edilecek olan “hiknıet”e mazhar olanlardır, hakimlerdir. İnfak ve tasadduk konusuna hikmeti uyguladığımız zaman şu sonuca ulaşırız: Ak¬lım veriliş amacına ters olarak işletip onu kötüye kullanan “şeytanî akıl” sahiple¬ri, kendilerinden maddî, dünyaya ait bir menfaat görmedikleri kimselere para, mal ve hizmet vermeyi “akılsızlık” olarak görür ve bunu yapmazlar. “Hikmet” özelli¬ği taşıyan, fıtratı bozulmamış, veriliş amacı doğrultusunda işletilen aklın sahipleri ise (hakimler), faydayı daha geniş çerçevede düşünürler. Onlara göre ebedî hayat¬ta karşılığı alınacak olan harcama boşuna değildir. Dünyada insanları mutlu ede¬cek harcama -aynı zamanda bu harcamayı yapana da manevî bir haz vereceği için-boşuna değildir. Yakın çevrenin sevgi ve saygısını kazandıracak ve bu sayede bir koruma çemberi oluşturacak harcama; keza sosyoekonomik sınıflar arasında çatış¬mayı engelleyecek yardımlar boşuna ve akılsızca değildir. İşte Allah, iyi niyetle ve samimiyetle infakta bulunanlara bunları (âyette bağışlama ve lütuf diye özetlenen karşılıkları) vaad eder, bu vaade mazhar olmayı sağlayacak duygu ve düşünceleri (hikmet) ilham eder. Şeytanın bu konuda kafalara sokacağı duygular ve düşünce¬ler ise cimrilik ve bencillikle yoksulluk korkusudur. Bunların yönlendirdiği davra¬nışların da çirkin, kötü, gayri İnsanî olacağı şüphesizdir.

269.Hikmet hüküm kökünden olup bu kökün mânası “menetmek, engelle¬mektir. Hikmet de sahibini yanılmak ve sapmaktan koruduğu için bu ismi almış¬tır. Atın ağzına vurulan ve onun yanlış yola girmesini engelleyen geme de -bu se¬beple- “hakeme” denilmiştir. İslâm düşüncesinde hikmet, başka milletlerde daha önceden doğan ve gelişen felsefenin de intikal ve etkisiyle “İnsanın gücünün yet¬tiği kadarıyla eşyayı, varlıkta mahiyeti ne ise o olarak bilmeyi, bu mânada gerçe¬ğin bilgisine ulaşmayı hedefleyen bir ilim” şeklinde tanımlanıp nazarî ve amelî gi¬bi kısımlara ayrılmıştır. Ancak Kur’ân-t Ke-rînrin nazil olduğu çevrede hikmetin bu mânada kullanılmadığı, bu mânada bir hikmetten söz edilmediği bilinmektedir. Araplar hikmet kelimesini “içinde nefsi uyaran, iyiliği tavsiye eden, saadet ve bedbahtlıkla ilgili tecrübeleri aktaran, edep ve ahlâkın özünü yansıtan sözler” mânasında kullanırlardı. Kur’ân-ı Kerîm de bu kelimeyi “insanları eğitip olgunlaştıran, nefisleri ıslah eden peygamberlik, hidayet ve irşad” mânalarında kullanmıştır. Hikmet ilk asırlarda yaşayan tefsircilerden İbn Abbas’a göre Kur’an bilgisi, Süddî’ye göre peygamberlik, Katâde’ye göre Kur’an’la ilgili doğru anlayış (fıkıh), Mücâhid’e göre sözde ve davranışta doğru¬yu yakalamak, daha başkalarına göre din üzerinde düşünmek, akıl yürütmek, ilâhî emir üzerinde düşünmek ve ona uymak, Allah’tan korkmaktır. Râgıb el-İsfahânî’nin Kur’an lügati olarak yazdığı el-Müfredâfm&d verdiği bilgi¬ye göre genel mânası “bilginin gerçeğe uygun olması ve aklın gerçeği yakalama¬sı” demektir. Hikmetin Allah’a mahsus olanı “Varlıkları (eşya) bilmek ve kusur¬suz olarak yaratmak”, insana ait olanı ise “yaratılmışları bilmek ve iyi şeyler yap¬mak” şeklinde tanımlanır. Allah Teâlâ “Lokman’a hikmeti verdik” buyururken iş¬te bu ikinci mânadaki hikmeti kastetmiştir.
Bu sûrenin 251. âyetinde Allah’ın Hz. Davud’a ‘mülk ve hikmet” verdiği bil¬dirilir. Müfessirlerin açıklamasına göre mülk, Hz. Davud’a verilen maddî ve dün¬yevî gücü, hikmet de peygamberliği ve bu sayede mazhar olduğu zengin bilgileri yani manevî ve zihinsel gücü ifade eder. Fahreddin er-Râzî ve Kadı Beyzâvî gibi felsefî birikimi olan müfessirler ilgiü âyeti yorumlarken hikmeti, “nazarî bilgileri ve elden geldiğince iyi işler yapma alışkanlığını kazanmak suretiyle ulaşılan ruhî olgunluk” şeklinde açıklamışlardır. “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel Öğütle ça¬ğır…” mealindeki âyette hikmet, tebliğ ve İrşad çalışmalarının temel yöntemi olarak gösterilmiştir. Bütün müfessirler buradaki hikmet kavramının, “kesin kanıtlara dayalı, muhatabı tanı olarak ikna edecek ve kötü niyetli tartışmalara son verecek kesinlikte doğru ve sağlam bilgi” anlamında kullanılmış olduğunu belirtirler. Şu halde hikmet, dinî olan ve olmayan bütün yararlı bilgileri içine alan bir kavramdır ve konumuz olan âyet bu anlamdaki hikmetin, Allah’ın İnsana, birçok hayra vesile olacak büyük bir lütfü olduğunu ifade etmektedir. Bu sebeple olmalı¬dır ki Resûlullah, hem kendisi hem de bazı sahâbîler İçin Allah’tan hikmet dile¬ğinde bulunmuş “Bayağı (sefih) kimselere hik¬metten söz etme!” anlamındaki uyarısıyla da hikme¬te ancak fıtratı bozulmamış, ahlata temiz kişilerin lâyık olduğuna işaret etmiştir. İkvân-ı Safa Risâleleri’nde bu husus, şu hakimane ifade ile vurgulanır: “Hikmet bir gelin gibidir ve sadece süslenmiş eve inmek İster” Sonuç olarak hik¬met terimi başlangıçta “akıllı ve bilgili bir kişinin deneyim ve birikimlerini özlü şekilde ifade ettiği sözü” anlamında kullanılırken İslâmî dönemde zaman içinde şu anlamlan kazanmıştır: Bütün özel bilgi alanlarını kuşatan kapsamlı ve derin bilgi veya felsefe, ilâhî gerçekleri ve Kur’an’ın derin anlamını kavramaktan doğan bil¬gi ve bu bilgilere uygun yaşama tarzı, Hz. Peygamber’in sünneti, bir hükmün se¬bebi veya amacı, bir eylemden beklenen yarar (maslahat).

İbn Âşûr, felsefe mânasındaki hikmetin kaynağını ve mahiyetini şöyle özet¬lemektedir: “Hikmet ilimleri, İlâhî vahye mazhar olan rehberlerin verdikleri bilgi ve gösterdikleri yolların bütünüdür ki insan aklının terbiye ve ıslah edilmesi bu te¬mele dayanır. Hikmet önce dinlerde ortaya çıkmış, sonra üstün zekâ sahibi insan¬ların bu temci üzerinde geliştirdikleri düşünceleri de buna eklenmiştir. Keldan, Mısır, Hindistan ve Çin’de birbirine yakın asırlarda yaşamış bulunan kadîm ha¬kimler hikmetin yollarım ve yöntemlerini belirlemişlerdir. Ancak bu hikmet sap-malardan, hayal ve vehimlerden ayıklanmış değildir. Sonra eski Yunan filozofları gelmiş, hikmet ilmini başkalarından ayırarak ele almışlar, güçleri yettiğince ayık¬layıp saflaştırmalardır. Ancak yine de hikmet tam saflığına ulaşamamıştır. Bu dö¬nemde felsefe insan nefsini terbiyeye yönelik bulunan Sokrat yoluyla akıl ve ma¬tematiğe yönelik bulunan Pisagor yolundan ibaret olmuştur. Bunlardan sonra ge¬len Eflâtun işrak felsefesinin, Aristo ise Meşşâî felsefenin babaları olmuşlar, gü¬nümüze kadar da bu çizgi devam etmiştir.”
İslâm bilgin ve düşünürleri, özellikle hicrî IV. asırdan itibaren dinî, felsefî ve ilmî bilgilerin tamamını hikmet kavramı içinde değerlendirerek, teorik bilgilere “nazarî hikmet”, pratik bilgilere “amelî hikmet” adını vermişlerdir. Öte yandan bütün ahlâkî erdemleri “hikmet, adalet, yiğitlik, iffet” olarak dört temel erdem İçinde toplayan ve bunların başında da hikmeti gösteren felsefî anlayış, zamanla Râgıb el-İsfahânî, Gazzâtî, İbn Hazm gibi ahlâka dair eserler yazan din âlimleri tarafından da benimsenmiştir.

270.”Samimi yardımcıları olmayan zalimler”den maksat, özellikle yoksulla¬ra ilgi göstermeyen, ihtiyaç sahiplerine yardımcı olmayan, servetin sahipleri üze¬rine borç. ihtiyaç sahiplerine hak olan zekât, nafaka ve sadakayı onlardan esirge¬yen kimselerdir. Kur’an dilinde zalimin mânalarından biri de haksızlık eden, bor¬cunu ödemeyendir. Böyle kimselerin yakın çevrelerinde bulunanlar bile onlardan memnun olmazlar, onlardaki haklarını zorla veya gizlice almaya çalışırlar.

271.İhtiyaç sahiplerine yapılan yardımın, verilen sadaka ve zekâtın açık ola¬rak yapılması caiz olmakla beraber hem bu âyette hem de sahih hadislerde gizli olmasının daha iyi, hayırlı ve ecirli olduğu bildirilmiştir. Nitekim hadiste Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Yedi insan vardır ki Allah onları, kendine mahsus olandan başka hiçbir gölgenin bulunmadığı günde bu gölgesinde barındırır: Adil yönetici, Allah’a kulluk ederek yetişen genç, gönlü mescidlere takılmış bulunan kimse, Allah için birbirini seven ve bu sevgi içinde birleşip ayrılan iki kişi, kendisini birlikte olmaya çağıran soylu soplu ve güzel bir kadına, ‘Ben Allah’tan korkarım!’ cevabını verebilen kimse; bir sadaka verip de onu, sol elinin verdiğini sağ eli bilmeyecek şekilde gizleyen kişi ve tek başına iken Allah’ı anıp gözleri yaşaran kimse”

Bazı tefsircilere göre nafile türünden sadakanın gizli verilmesi, farz türünden sadakanın ise açık verilmesi daha iyidir. Çünkü farz olan sadakanın gizli verilme¬si, “Kişi yükümlü olduğu halde vermiyor” şeklinde suizanna sebep olabilir, ayrıca açıkça verilmesinde teşvik vardır. Nafile sadaka ve infaklar ise açıkça yapıldığın¬da hem alanın mahcup olması hem de verenin riyaya düşmesi ihtimali mevcuttur. Bize göre Kitap ve Sünnet böyle bir ayırım yapmadığından, açıktan vermeyi ge¬rektiren özel bir sebep olmadıkça her nevi tasadduk ve infakın gizli yapılması ter¬cih edilmelidir, ancak açık olması da caizdir.

272.Hikmetin mânalarından biri de “ilâhî irşad ve hidayet” idi. Bu büyük lü¬tuf Allah’ın elindedir; peygamber de olsa, hiçbir kulun başkalarına hidayet lütfet¬me imkânı yoktur. Allah’ın hikmet ve hidayet lütfunda da -kendi koyduğu kanun gereğince- kulun yönelişi ve hak edişinin etkisi vardır.
273.”Kendilerini Allah yoluna adayan, geçimlerini sağlamak üzere bir ka¬zanç elde etmek için çalışma, ticaret ve seyahat etme imkânları bulunmayan yoksullar” kimlerdir? Âyetin nazil olduğu tarihi göz önüne alan tefsirciler bunların Suffe ehliyle (Peygamber Mescidi’nin bir köşesinde barınan kimsesiz ve yoksul müsliimanlar) Mekke’den hicret eden muhacirler olduğunu ifade etmişlerdir. On¬ların, Medine’ye yerleşip iş güç sahibi olmaları için zamana ve uygun şartlara ih¬tiyaç vardı. Allah rızâsı için (fi sebîlillah) hicret etmişler; yurt, yuva ve işlerinden uzak düşmüşlerdi. O dönemde savaş ganimeti kabilinden bir gelirleri de yoktu. Şu halde infak ve tasaddukta bunların önceliği vardı. Bu tarihî durum dışında Allah rızâsı için O’nun dinini korumak, öğrenmek, öğretmek ve yaymak maksadıyla de¬vamlı meşgul olduklarından dolayı iş ve ticaret yapma imkânı bulamayan kimse¬lerin her zaman ve zeminde infak ve tasaddukta ön sırada olma haklan vardır. Bunlardan sonra sıra, meşriî bir mazeret sebebiyle çalışıp kazanma imkânı bula¬mayan fakat yine de insanlara el açıp dilenmeyen ve istemeyen yoksullara gelir. Âyette de belirtildiği gibi böyle iffetli, asil, insanlık şerefine düşkün kimseleri er¬babı, simalarından tanır ve gereken yardımı yaparlar. Burada geçen sîmâ “yüzlerindeki nur, ibadet izi, yoksulluğun verdiği solgunluk, üstte başta görülen eksik¬lik” gibi farklı şekillerde yorumlanmıştır.

HABER HAKKINDA GÖRÜŞ BELİRT
Yorum Yok
YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.
หนัง JAV UNCENSOREDหนังAV JAV JAPANXXX หนังโป๊ญี่ปุ่น หนังXXX หนังหนังav ดูหนังโป๊ญี่ปุ่น หนังxญี่ปุ่นหนังAV JAV หนังโป๊ญี่ปุ่น หนัง JAV CENSOREDtürk ifşatürk pornoหนังavหนัง JAV CENSOREDหนัAV JAV JAPANXXX หนังป๊ญี่ปุ่น หนังXXX หนัง Rate R HD

Sitemizde yayınlanan haberlerin telif hakları gazete ve haber kaynaklarına aittir, haberleri kopyalamayınız.

maltepe evden eve nakliyat

ensest porno