İkinci dünya savaşı arkasında harap olmuş bir Avrupa bırakmıştı. Endüstri mahvolmuş, ticaret zayıflamış ve iş imkânları azalmıştı. İnsanların korku ve hüznü hat safhada yaşadıkları bir dönemdi. Peki ne yapmalıydı? Nasıl bir Avrupa inşa edilmeli idi ki bir savaş daha olmasın?
1945 Malta Konferansında alınan kararlar bu amaca yönelik atılan ilk adımlardan biriydi. 1 Konferans’ta Almanya’yı iki bloğa bölme kararı alındı. Bu kararın alınmasının en önemli nedeni Almanya bir daha savaşacak güç elde etmesinin istenilmemesidir.
Sadece bir yıl sonra komünizm destekli taraflar Yunanistan’da kontrolü ele almaya çalıştılar. Bu SSCB’nin, Malta’da vermiş olduğu “kendi sınırlarında durma” sözünü tutmayıp, Yunanistan’daki komünistlere yardım ettiğinin göstergesiydi. SSCB’nin bu tutumu taraflar arasındaki kutuplaşmanın daha da artmasına sebebiyet vermişti. Winston Churchill 1946’daki meşhur konuşmasında bu kutuplaşmayı Avrupa’da bir demir perde meydana geliyor diye yorumlayacaktı.
Soğuk savaşın neden olduğu gergin ortam sonucu 1947 de ABD komünizmin baskısı altında olan devletlere yardım etme sözü verdi. Bu problemlerin ana nedeni ekonomik problemler olduğundan devletlerin ekonomik açıdan gelişmeleri için Marshall planı geliştirildi. Bu plan Doğu Avrupa ülkelerine de sunulmuş ancak komünist rejimin baskılarından ötürü Doğu Avrupa ülkeleri Marshall planından faydalanmayı kabul etmediler.
1948 de Lahey Kongresi toplandı. Kongre sonucunda Avrupa Konseyi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kuruldu.
1949 da Almanya’nın batı ve güneyi olmak üzere iki devlet kuruldu. Bunlardan ilki Federal Almanya Cumhuriyeti; ikincisi ise Demokratik Almanya Cumhuriyeti idi. Aynı yılda, NATO oluşturuldu. II. Dünya Savaşından sadece 5 yıl sonra Avrupa tam manası ile soğuk savaş havasına bürünmüştü.
Lahey Kongresinde Altiero Spinelli’nin umduğu ve planladığı gibi federal bir Avrupa yolunda pek büyük adımlar atılamaması yeni bir plan hazırlanması gerektiğini gösterdi. Yeni strateji Jean Monnet tarafından 1950 de Schuman Planı olarak sunuldu. Bu plan dahilinde kömür ve çelik üretimini bir çatı altında toplama önerildi. 1950 de sunulan plan 1952 de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğunu oluşturdu. Bu topluluğun amaçlarından biri çelik ve kömür üretimini üye devletlerle ortaklaşa yürütüp, herhangi bir üye devletin yeniden silahlanmasını önlemek ve barışı mümkün olduğunca garantilemekti.
Şüphesiz, barışı sağlamak ve devam ettirmek bu topluluğun oluşturulmasında büyük bir etkendi; fakat bunun yanında üye devletlerin her biri kendi açısından bu topluluktan faydalanıyordu. Barışı sağlamak bu girişim için önem arz etse de ekonomik nedenler nispeten daha ön plandaydı.
II. Dünya Savaşından sonra Ruhr bölgesi Uluslararası Ruhr Otoritesinin kontrolü altına alınmıştı. Amaç, Batı Almanya’nın bir daha silah üretip savaşa hazırlanamamsıydı. Fakat, Federal Alman Devletinin kuruluşundan sonra Ruhr bölgesi, ayrı bir yönetim altında tutulamamıştı. Ruhr Almanya’ya geri verilmeliydi. Fakat, Fransızlar Ruhr’dan yararlanmak istiyorlardı bu da Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu(AKÇT) gibi bir yapı altında mümkün görünüyordu. İlk planda, bu gibi bir yapıya katılmak Almanya için pek kârlı görünmese de, II. Dünya Savaşı ardından Almanya’nın politik olarak tanınması gerekiyordu ve AKÇT üyeliği bu nedenle makul görülmüştü. Benelux ülkeleri Fransa ve Almanya anlaşma yaptığı için ve geri kalmamak için bu birliğe dahil oldular. İtalya ise Almanya gibi politik alanda tanınırlık kazanmak ve aynı zamanda soğuk savaşın da etkisi ile tarafını belli etmek istedi. 1952 de AKÇT’yi kuran Paris Anlaşması kabul edildi.
İngiltere de AKÇT’ye davet edildi; fakat İngiltere hala kendisini süper güç kabul ettiği, kömür ve çelik üretimini ulusallaştırmış olması ve aynı zamanda çok da içten olmayan bir davet nedeninden ötürü reddetti.
Avrupa’da soğuk savaşın oluşturduğu atmosferin etkisiyle Amerika Almanya’nın silahlandırılmasını istedi. II. Dünya Savaşının etkisi devam ederken Avrupa için tekrardan silahlanmış bir Almanya’ya maruz kalmak kabul edilemezdi. Bu nedenle Avrupa defans birliğini sunan Pleven Planı hazırlandı. 1952’de Avrupa Savunma Topluluğu Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göre Avrupa’da bir ortak ordu oluşturulacaktı. Anlaşmasının imzalanmasının hemen ardından liderler bir ordu ile hareket etmek için aynı dış işleri politikası izleyeceklerdi. Bunun için Avrupa Siyaset Anlaşması hazırlandı fakat imzalama aşamasında devletler milli egemenlik kaygısıyla bu anlaşmadan el çektiler. Dolayısıyla Avrupa’nın savunma ve siyaset birliği kurma amaçları 1953’te tarihe karıştı. Ortak savunma için imzalanan anlaşma bir tek Brüksel Anlaşması oldu. Bu anlaşmaya göre eğer herhangi bir üye devlete saldırı olursa birlik olunup o saldırı def edilecekti. Bu anlaşma AKÇT üyeleri ve İngiltere tarafından kabul edildi.
Savunma Birliği iyi yürümese de ekonomik alandaki etkileşim başarılı bir şekilde devam ediyordu. Bunun sayesinde 1955 Mesina da taraf devletler bir araya geldiler. Hollanda dış işleri bakanı Beyen ortak market oluşturulmasını sundu. Fransızlar bundan pek hoşlanmasalar da Macaristan’ın işgali, Cezayir’deki savaş ve Süveyş krizinden ötürü Fransa diğer taraf devletlerle birlik olmayı doğru buldu. Almanya ve Benelux bu anlaşmayı başından beri faydalı görüyorlardı. Fransa Almanya ile endüstri alanında yarışamayacağını düşündüğü için bu anlaşmaya katılması durumunda belli başlı şartlar öne sürdü. Bunlar Müşterek Nükleer Planı hazırlanması ve tarım alanında bir miktar bütçe ayrılması talepleriydi.
Bu gelişmeler, 1957’de Roma Anlaşmasının imzalanmasını sağladı. Bu anlaşma sonuncunda Avrupa Ekonomik topluluğu kuruldu ve ortak market oluşturulması konusunda anlaşıldı. 60’larda ekonominin iyiye gitmesi ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET)’nun çok iyi işlemesi sonucu, üye devletler 1960’da entegrasyonun hızlandırılması ve ortak market projesinin tamamlanması konusunda anlaşmaya vardı. Bunun akabinde 1960’ta müşterek dış gümrük tarifesi ve ortak dış ticaret politikası oluşturma surecinin hızlandırılması konusunda anlaşıldı.
Entegrasyon hızla devam ediyor ve ekonomi iyiye gidiyorken bir kez daha ulusal çıkarlar işin içerisine girdi. Fransa Başkanı De Gaulle, 1961’de Fouchet Planını sundu. Fouchet Planı hükümetler arası savunma birleşimini sağlayacak ve Fransa’nın başkanlığında bir birlik oluşturulmasını ön görüyordu. Fransa bu kurumun lideri konumunda olmayı umduğu ve İngiltere’nin buna engel olacağı düşündüğü için İngiltere’nin AET’ye girmesini istemedi ve 1962 de İngiltere’nin AET’ye girmesini veto etti. Bu donem 1963 kriz donemi olarak adlandırıldı.
1963 krizinin üzerinden çok geçmeden 1965 de boş koltuk krizi gündeme geldi. O dönemde, Avrupa Bakanlar Konseyi’nde kararlar herkesin onayı ile alınabiliyordu. Eğer üye devletlerden biri bakanlar konseyinde yoksa herhangi bir karar alınamıyordu. 1965’te De Gaulle bakanlarına, bakanlar konseyine katılmamalarını söyledi bu nedenle karar alma mekanizması durdu ve bu dönem bos koltuk donemi olarak adlandırıldı.
Peki neden De Gaulle böyle bir politika izlemişti?
De Gaulle’ün böyle bir politika izlemesinin nedeni, Komisyonun Avrupa Birliği’nin kendine has bir gelir kaynağı olmasını talep etmesi idi. Yani üye devletler artık birliğe kendi bütçelerinden yıllık katkı yapmayacaklar, birliğin geliri üye devletlerin ortak kazançlarından toplanacaktı. De Gaulle böyle bir politika izleyince 1966’da Fransa’ya, karar mekanizmasının onunu açma amacı ile, Luxemburg tavizi verildi. Bu tavize göre birlik fonları üye devletlerin yıllık katkıları ile finanse edilecek, nitelikli çoğunluk oylaması her alanda kullanılmayacak ve üye devletler ulusal çıkarları aleyhindeki maddeleri veto edebileceklerdi.
1969 da De Gaulle’ün başkanlığının sona ermesinin de etkisiyle üye devletler Lahey’de Avrupa entegrasyonunu tekrardan lanse etme amacıyla toplandılar. Lahey zirvesinde, birliğin bütçesinin müşterek dış gümrük tarifesinin gelirleri ile karşılanması, Avrupa parlamentosuna daha fazla güç verilmesi, yeni ülkelerin birliğe alınması konularında anlaşıldı. Yeni yeni ortak para birimi ile alakalı konuşmalara başlanıldı.
Fakat Lahey zirvesinin hemen ardından Avrupa Entegrasyonu, adeta sonu görünmeyen karanlık bir tünel içerisine girdi. 60’larda tüm iyi şartlara rağmen De Gaulle gibi liderler nedeni ile etkili bir şekilde sürdürülemeyen entegrasyon bu sefer dünya genelindeki ekonomik kriz nedeni ile sallanmaya başladı. Ekonomik kriz sonucu üye devletler krizle başarılı bir şekilde başa çıkabilmek için dışa açılma yerine içe yönelmeyi tercih ettiler.
1974’te entegrasyonu üye devletlerin elinde tutma amacı ile Avrupa Konseyi kuruldu.
80’lerin başlarında ekonomik durumlar biraz düzeldi. Yunanistan, Portekiz ve İspanya’nın Avrupa Birliğine üyelikleri kabul edildi. İngiltere birliğe 1973’te üye olmuştu ama neredeyse ilk günden pişmanlık duymaya başlamışlardı. 1980’lerde İngiltere diğer ülkelere nazaran fazla ithalat yaptığı ve tarımda iyi olduğundan birliğe en fazla net ödeme yapan ülke haline geldi. Margaret Thatcher başa geldiğinde yaptığı ilk şeylerden biri yaptıkları ödemelerin bir kısmını geri talep etmek oldu. 1984 de Fountanblai de yapılan Avrupa Konseyi toplantısında beş yıllık İngiliz bütçe sorunu çözüldü ve diğer yeniliklerin yanında en önemli kurumsal yeniliklerden biri olan nitelikli çoğunluk oylaması yürürlüğe getirildi. Avrupa için Fountanbloui kara bir devrin sonu ve yeni bir devrin başı gibiydi, karanlık tünelin sonunda aydınlık görünüyordu. 1985’te Avrupa Konseyinde, Avrupa Tek Pazarının tamamlanması yolunda önemli kararlar alındı ve hazırlanan beyaz bültende ülkeler yaklaşık 300 maddeden oluşan ticaret bariyerlerinin kaldırılmasında anlaştılar. 1987’de Avrupa Tek Senedi (ATS) imzalandı. ATS getirdiği yenilikler ile Avrupa Entegrasyonun yeniden başlangıcı olarak görülebilir. ATS dahilinde bazı kurumsal yeniliklerle beraber Avrupa Parlamentosuna fazladan yasama yetkileri verildi. Aynı zamanda tek pazarın tamamlanması konusunda anlaşıldı; yani 70’lerdeki kriz günlerinde devletlerin ekonomilerini koruma uğruna koydukları ticaret bariyerlerinin büyük bir çoğunluğunun 1992’ye kadar kaldırılmasına karar verildi.
ATS’de 1992’ye kadar kaldırılması üzerine anlaşılan bariyerlerin çoğunluğu 1992’ye kadar başarıyla kaldırıldı. 1992’de hiç beklenmeyen bir olay daha meydana geldi. Berlin Duvarının yıkılması… Bu gelişmeler sonucu aynı yılda Maastricht Anlaşması imzalandı. Maastricht Anlaşması sonucu Avrupa Birliği kurulmuş ve hem ekonomik hem de politik bir birlik haline gelmiş oldu.
1999’da Euro para birimi olarak kabul edildi. İlk yıllarda elektronik olarak kullanıldı. Kâğıt ve demir paralar 2002 yılında kullanıma giriyor.
1992’de Maastricht ile onu açılan entegrasyon ve hızlı genişleme sonucu meydana gelen yeni Avrupa Birliğini daha dinamik bir hale getirme amaçlı 1997’de Amsterdam Antlaşmasının daha fazla genişleme için bir ön koşul olarak sunduğu kurumsal reformları yürürlüğe sokmak için 2000 yılında Nice Antlaşması imzalandı. Bu anlaşmada kompleks bir hale getirilen nitelikli çoğunluk oylaması bazı göç, vergi gibi bazı konular hariç çoğunu kapsayacak şekilde genişletildi.
2004 de Avrupa Birliğini daha da kaynaştırma amaçlı anayasal antlaşma taslağı hazırlanıldı; fakat yapılan referandumlarda Fransa %55 Hollanda ise %62’lik oy yüzdeleri ile anayasal antlaşma taslağını reddettiler. Bu Avrupa Birliği vatandaşlarının Avrupa federasyonuna veya devlet yapısı almaya başlayan bir birliğe daha hazır olmadıklarını gösterdi. 2009 yılında Anayasal antlaşma taslağının benzeri olan Lizbon antlaşması hazırlanıldı. Lizbon Antlaşması anayasal antlaşmanın hemen hemen aynısı olsa da, asıl metinden milli marş ve benzeri özerk devlet niteliklerini taşıyan veya kasteden terimler çıkarıldı. Lizbon Antlaşması sonucu Avrupa birliğini uluslararası arenada temsil edecek Avrupa Konsey Başkanlığı oluşturuldu.
Lizbon Antlaşmasından günümüze kadar uzanan zaman dilimi ‘Euro Bölgesi Krizleri’ dönemi olarak adlandırılmaktadır. Bu dönemde farklı gelişmeler yaşanmakla yakın zamanda dünya gündeminden düşmeyen 2016’daki İngiltere halkının %51.9’a %48.1’lik bir oy yüzdesi ile Avrupa Birliğinden ayrılma isteklerini ifade etmeleri Avrupa Birliği için yakın zamandaki en kritik olay olmuştur denilebilir. Birleşik Krallık ‘Brexit’ in başarılı sonuçlanması durumunda AB’den ayrılan ikinci ülke olmuş olacak.(Grönland 1985 yılında Danimarka’dan ayrılması üzerine AB’den ayrılmıştı). 2016 referandumunda Birleşik Krallık da Avrupa Birliğinden ayrılmak yönünde oy kullananların büyük bir çoğunluğunu yaşlılar AB’de kalmak için oy kullananların büyük bir çoğunluğunu ise gençler oluşturuyordu. David Cameron, 2016’da Birleşik Krallık Başbakanı, AB’de kalma taraftarıydı ve referandum kampanyasını da bu doğrultuda yapmıştı. Referandum istediği gibi gitmeyince istifa etti ve yerine gelen Theresa May halkın ayrılma isteği doğrultusunda hareket edip Avrupa Birliği antlaşmasının 50. maddesini 29 Mart 2017’de harekete geçirmesi üzerine İngiltere 50. madde doğrultusunda iki yıllık bir müzakere dönemine girmiş oldu. İki yıllık sonunda müzakerelerin başarıyla sonuçlanamaması ve bu sürecin uzatılmaması durumunda, Birleşik Krallık AB’den ‘hard Brexit’ ile ayrılmış olacak. Yani Birleşik Krallığın Avrupa birliği ile imzaladığı tüm anlaşmalar Birleşik Krallık nezdinde hükümsüz sayılacak. Tabi AB ile anlaşmaya varmaları durumunda durum farklı olabilir.
AB’nin geleceği için onumuzdaki yıllar azami derecede önem arz ediyor. Popülizmin Avrupa genelinde artması, üye devletlerdeki son secim sonuçlarında bariz bir şekilde gözlemlenen ulusalcı tutumun kuvvetlenmesi ve AB’nin yetkilerini fazlasıyla aştığı yönünde yapılan eleştiriler AB ye olan güven ve desteğin azaldığına kanıt olarak gösteriliyor. Fakat, üye devletler ve tabi halk AB’nin sağladığı faydalardan da kolay kolay vaz geçemeyecek gibi görünüyorlar.
Bakalım zaman Avrupa Birliği ve Dünya için neleri değiştirecek…