38,4292$% 0.2
43,8350€% -0.02
51,3195£% -0.01
4.099,20%-0,71
3.318,98%-0,90
9.432,55%-0,61
İslam köleliği birkaç yönden reforme etmiştir:
Köle Azadını Teşvik Eden Ayet ve Hadisler
Kölelerin azat edilmesi teşvik edilmiştir. Keffâret hükümlerinde köle azadı birinci sırada yer almış, zekâttan onlara pay verilmesi emredilmiştir. Ayrıca mükâtebe (sözleşmeli azat) uygulamasıyla, kölelerin özgürlüklerini kazanma yolları açılmıştır. Hz. Peygamber bir hadisi şerifte şöyle buyurur:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ ﷺ قَالَ: «مَنْ أَعْتَقَ رَقَبَةً مُؤْمِنَةً أَعْتَقَ اللَّهُ بِكُلِّ عُضْوٍ مِنْهَا عُضْوًا مِنْهُ مِنَ النَّارِ، حَتَّى فَرْجَهُ بِفَرْجِهَا»
“Bir kimse, mümin bir köleyi azat ederse, Allah onun her uzvu karşılığında kendi bir uzvunu cehennemden azat eder; hatta cinsel uzvunu bile.”(Müslim, “İmân”, 132)Açıklama: Bu hadis, köle azadının sadece dünyevi bir iyilik değil, uhrevî bir kurtuluş vesilesi olduğunu vurgular. Azat edilen her organ, azat edeni cehennemden korur.
Keffaretlerde Köle Azadı
Kur’an’da çeşitli keffâretlerde köle azadı öncelikli bir seçenek olarak zikredilmiştir:
Yemin Keffareti:
﴿فَكَفَّارَتُهُ إِطْعَامُ عَشَرَةِ مَسَاكِينَ مِنْ أَوْسَطِ مَا تُطْعِمُونَ أَهْلِيكُمْ أَوْ كِسْوَتُهُمْ أَوْ تَحْرِيرُ رَقَبَةٍ﴾
“(Yeminlerinizi bozduğunuzda) keffâreti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on fakiri doyurmak, yahut onları giydirmek yahut bir köle azat etmektir.”(Mâide, 5/89)
Bu ayet, Allah’ın bağışlamasına ulaşmak için yapılan hataların telafisinde köle azadının öncelikli yol olduğunu göstermektedir.
Zıhâr Keffareti:
وَالَّذِينَ يُظَاهِرُونَ مِنْ نِسَائِهِمْ ثُمَّ يَعُودُونَ لِمَا قَالُوا فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَتَمَاسَّا
“Eşlerine ‘sen bana annem gibisin’ diyerek zıhâr yapanlar, söylediklerinden vazgeçip onlarla tekrar birlikte olmak isterlerse, birbirine temas etmeden önce bir köle azat etmeleri gerekir.”(Mücâdile, 58/3)
Zıhâr, eşini annesi gibi görmekle yapılan bir tür geçici boşanma anlamındadır. İslam, bu yanlış davranışı düzeltmenin bedeli olarak köle azadını emreder.
Cariyelere Bakış ve Farklılıklar
İslam’da cariyelik de kölelikle aynı hükümlere tabidir; yalnızca kadın olmaları yönüyle bazı fıkhî farklılıklar söz konusudur. Cariyelik, cinsel tatmin aracı olarak görülmemiştir; bu anlayış İslamî değildir. Aksine cariyelerin de özgürleşme hakkı vardır.
İbadet yükümlülükleri noktasında cariyelere de inanç özgürlüğü tanınmış, oruç ve namazla sorumlu tutulmuşlardır. Zekât ve hac gibi mali ibadetlerden ise muaf tutulmuşlardır.
Cariyelikle İlgili Eğitim ve Haklar
Kölelere aile fertleri gibi davranılması, aynı sofrada yemek yenilmesi, iyi giydirilmesi ve izzet-i nefislerinin korunması istenmiştir. Onlara kötü davranmak yasaklanmış, hatta hitap şekillerinde bile incelik gösterilmesi tavsiye edilmiştir. Eğitimleriyle ilgilenmek efendilerin sorumluluğu sayılmıştır.
Bu yüzden “Müslümanlıkta köle almak, köle olmaktır” sözü meşhur olmuştur. Çünkü efendi olmak, zulmetme değil; insan yetiştirme, hak gözetme sorumluluğu yükler.
İslam kölelik ve cariyelik sistemini doğrudan icat etmemiştir. Mevcut tarihi ve sosyoekonomik yapının zararlarını azaltarak, sistemi tedricen kaldıracak düzenlemeler ve teşviklerle insanlığı özgürlük temelli bir yapıya taşımayı hedeflemiştir. Bu anlayış zamanla İslam toplumlarında köleliğin ortadan kalkmasına zemin hazırlamıştır.
Bu konuyu aşağıda detaylı bir makale çalıştık istifadeye medar olması temennisi ile…
Hukukî, iktisadî ve sosyal bakımlardan hür insanlardan farklı ve aşağı statüde kabul edilen erkeğe “köle”, kadına ise “câriye” denir. Köleliğin tarihi çok eskilere uzanır. Eski Mısır ve Yakın Doğu’da savaş esiri kölelerle, komşu kabile veya kavimlerden kaçırılan insanlar, babaları veya başka yakınları tarafından köle diye satılan çocuklar ve borçlarına veya işledikleri bazı suçlarına karşılık köle statüsüne geçirilen insanlar büyük bir sayıya ulaşmaktadır. Kişinin borcuna karşılık kendisini köle olarak satması, alacaklıların, mal bırakmadan ölen borçlunun çocuklarını köle edinebilmesi, bir kimsenin kendi öz kızını satabilmesi bunlar arasında sayılabilir.
Eski Yunan ve Roma’da köleliğin başlıca kaynaklarını savaş esirleri ile korsanlık vb. yollarla kaçırılan veya yabancı (barbar) ülkelerden getirtilen insanlar ve kölelerden doğmuş olan çocuklar oluşturuyordu. Roma hukukunda kölelerin hiçbir değeri yoktu. Başlangıçta âzâd edilmeleri de yasaklanmış iken sonraları köle azadına imkân sağlanmıştır. Bu dönemde kölelerin yaşam şartlarının son derece elverişsiz olduğu ve bu durumun zaman zaman büyük sosyal patlamalara neden olduğu bilinmektedir. Roma hukukunda belirli bir dönemde kölelerin evlenme hakkı yoktu. Ancak köle ve câriyelerin kendi aralarında cinsel hayat yaşamalarına ses çıkarılmıyordu.
İSLAM’ın NEŞET ETTİĞİ DÖNEM ve KÖLELİK
İslâm’ın çıkışı sırasında Arap Yarımadası’nda ve Hicaz yöresinde kölelik uygulamasının varlığı bilinmektedir. Bunların büyük çoğunluğunu Afrikalı siyahîler teşkil etmekte idi. Nitekim Hz. Peygamber’in müezzini Bilâl-ı Habeşî de bunlardan biriydi. Bu kölelerin kaynağı tam olarak bilinmemekle birlikte, eski Yunan ve Roma’daki köle kaynağına benzemektedir. Bunlar ya ele geçirilenler tarafından satılmış ve el değiştire değiştire Mekke’ye kadar getirilmiş esirler veya kıtlıklar yüzünden aileleri tarafından satılmış çocuklardı. Arap Yarımadası’na başka beldelerden getirilen köleler de vardı. Meselâ; Selmân-ı Fârisî İranlı idi. Kaçırılarak Yahudilere satılmış, müslüman olmak için Medine’ye kadar gelmişti. Hz. Peygamber hürriyetine kavuşması için Selmân’a (r.a) para yardımında bulunmuştur. Hz. Peygamber’in sonraları âzâd edip, evlatlık edindiği Zeyd b. Hârise (r.a) ise arap kölelerden idi.
İslâm, yedinci yüzyıl başlarında köleliği topluma yerleşmiş ve çağdaşı güçlü devletlerde tabii kabul edilmiş bir halde buldu. Köleliği tek yanlı ve kesin bir kararla kaldırma yoluna gitmedi. Ancak köleliğin kaynağını yalnız savaş hâline bağladı. Savaş sonrasında esirler için uygulana gelen bazı alternatifler vardır. Birincisi ve çokça başvurulan yol, esirlerin öldürülmesidir. Bu, vicdanları rahatsız ettiği gibi, galip tarafın intikam duygularını kamçılamaktan başka bir yarar sağlamaz. İkinci yol, savaş esirlerinin kurtuluş akçesi (fidye-i necât) veya esir değişimi yoluyla serbest bırakılmasıdır. Fakat, yenilen tarafın kurtuluş akçesi verememesi veya değişim için elinde esir bulunmaması yahut düşman tarafını yeniden güçlendirmemek için galib ülkenin yukarıdaki alternatifi kabul etmemesi hâlinde bir tıkanıklık doğmaktadır. Esirlerin karşılıksız af ilan ederek salıverilmesi ise, onları ele geçirmek için canını ortaya koyan İslâm savaşçılarının hakkına tecavüz sayıldığından pek az başvurulan bir alternatif olmuştur. Esirleri tasfiye etmenin üçüncü yolu ise; onları köle statüsüne sokmaktır. Bu duruma göre, savaş esirlerinin karşılıklı veya karşılıksız serbest bırakılması mümkün olmayan durumlarda geriye iki yoldan birisi kalır. Öldürülmek veya köle olarak yaşamını sürdürmek. Bu duruma göre, kölelik, öldürülmenin alternatifi olarak ortaya çıkmaktadır. Savaşçıların genellikle genç yaşta bulundukları dikkate alınırsa, yenilgi yüzünden hürriyetini kaybeden kimsenin önünde uzun bir ömrü vardır ve hürriyetini elde etmesi ümidi sürekli olarak bulunmaktadır. Ölüm hâlinde ise artık diğer bütün alternatifler ortadan kalkmış olur. İşte bu nedenle İslâm, köleliği tam olarak kaldırmamış ve gerektiğinde başvurulmak üzere kapıyı aralık bırakmıştır.
Kölelik ve cariyelik İslam’ın getirmediği, ama önce ıslah ettiği ve zamanla tamamen kalkmasını hedeflediği bir statüdür. Dünya milletlerinin de aynı noktaya gelmeleri sonunda geri dönüşsüz olarak tarihe karışmıştır. Gerçekten de İslâmiyet geldiği zaman, Arap Yarımadasında yaşayan insanların yarıya yakını köle idi. Her insanın evinde mevcut olan nüfusun yarıya yakını ve bazen fazlası kölelerden oluşuyordu. Eğer İslâmiyet, kölelik müessesesini birden kaldırsaydı, hem köle sahibi efendiler ve hem de kölelerin kendileri açısından çok büyük sıkıntılar meydana gelecekti. Efendilerin, asırlardır alıştıkları bu işten birden bire vazgeçmeleri fıtratlarını değiştirmek kadar zor olacaktı; belki de İslâmiyetin kaldırıcı emrine itiraz ettikleri gibi, bazı zulümlere de yol açacaklardı. Köleler ise, çoğunlukla aile hayatından kopuk ve uzak bir hayat yaşadıklarından dolayı, sokağa atılmış sahipsiz yetim çocuklar gibi olacaklardı. Bu da sosyal ve ekonomik bir felâket demekti.
Bu noktada Hz. Peygamber (asm), sosyo-ekonomik açıdan çok önem arz eden bir hususa işaret etmektedir: “Bir sanat sahibi olup da kendi geçimlerini temin edecek durumda iseler ve hayatı tek başına yürütebilecek güç kendilerinde var ise, akid yapınız. Aksi takdirde onları insanların üzerine yırtıcı köpekler gibi salıvermeyiniz.” Düşünün ki, cemiyeti teşkil eden fertlerin yüzde ellisi köledir. Bir anda bunları hürriyetlerine kavuşturup sokaklara başıboş salıverdiğinizi tasavvur ediniz. Cemiyet hayatı felç olacaktır. Yıllarca belki asırlarca başkalarının yanında çalışmaya alışmış ve müstakil hayatı hiç denememiş insanları birden sokağa salıverirseniz, hem sosyal açıdan ve hem de ekonomik açıdan bu insanları felâkete sürüklemek manası taşıyacaktır. Köleliğin tedricî olarak kaldırılmasının en önemli hikmetlerinden birisi de budur.
İslâmiyetten önce Araplar arasında kölelik bütün şiddet ve dehşetiyle devam ediyordu. Kabileler arasındaki çarpışmalar ve yağmalamalar aralıksız olarak sürüyordu. Düşman taraftan esir olarak alınan kadın, erkek ve çocuklar köleleştiriliyordu. Cahiliye Araplarının nazarında kölelik hayvanlıktan aşağı telâkki ediliyordu. Bunun için onları insanlık dışı işlerde çalıştırıyorlar, her türlü zulüm ve işkenceyi reva görüyorlardı. Bazen onları aç susuz bırakarak ölüme terk ediyorlar, bazen de öldürüyorlardı. Kadınları cariye olarak kullanıyorlardı. Öyle ki âdeta cariyelik teşvik edilen bir şey haline gelmişti. Sırf bunun için başka kavimlere baskınlar düzenliyorlar, erkekleri öldürerek kadınlarını esir alıyorlardı.
Diğer taraftan, aynı topluluklar Müslümanları da esir etmekten geri durmuyordu. Dengenin temin edilmesi için Müslümanların da onlardan esir almaları gerekiyordu. Böylece hem denge temin ediliyor, hem de karşı taraf kuvvetten düşürülüyordu. Ayrıca alınan esirlerle Müslüman esirler takas yapılarak, Müslümanlar esaretten kurtarılmış oluyordu. Yine esirler fidye karşılığı serbest bırakılmakla maddî destek temin ediliyordu. Görüldüğü gibi, köleliği ve cariyeliği ilk defa İslâmiyet icat etmemiştir. Birtakım zaruretler sebebiyle her ne kadar ortadan kaldırmamışsa da, onu tamamen hürriyete yol açabilecek şekilde ıslâh etmiştir.
İSLAM’DA KÖLELİK
İslâmiyet, daha önceki hukuk sistemlerinde bulunan kölelik müessesesini iki açıdan medenî bir kalıba sokmuştur: Evvelâ; köleliğin sebeplerini hafifleştirmiştir. Daha önce ve özellikle Roma ve benzeri hukuk sistemlerinden dokuz ona çıkan kölelik sebeplerini ikiye indirmiştir. Ayrıca insanlığın fıtratına ters olan bu müesseseyi ortadan kaldırmak için çeşitli tedbirler almıştır. Köle âzâd etmenin manen teşvik edilmesi; kölelere imkân tanınarak bedelini ödemek şartıyla âzâd olabilme imkânının verilmesi (mükâtebe); kölelerin bu durumdan kurtarılması için onlara zekât verilmesinin tavsiye edilmesi ve zıhâr, yemin bozma ve benzeri bazı suçlardan dolayı dinî bir müeyyide olarak konulan keffâretlerin birinci alternatifi olarak köle âzâd etmeyi şart koşması, bunlara misâl olarak verilebilir. Efendimiz de (sav): “Bir kimse, erkek veya kadın mü’min bir köle azat ederse, Allah o kölenin her âzası karşılığında bir azasını cehennemden azat eder.” (Müslim) buyurmuştur.
Saniyen; köleliğin medeni hale sokulmaya çalışılmasının ikinci yolu da mevcut kölelere meşru dairede iyi muâmele edilmesini ısrarla tavsiye etmesidir. İslâmiyet, köleleri, bulundukları ailenin fertleri gibi kabul etmiş ve korumuştur. Hatta Osmanlı arşivlerinde bulunan mahkeme kararlarında Hristiyan kölelerin yemin ederken dinî inançlarına uygun tarzda yemin etmesi bu zikrettiklerimize en müşahhas delilidir.
Bir müslümanın yanında ve mülkiyetinde bulunan köle veya câriyenin inanç özgürlüğü vardır. Gayri müslim olarak kalabileceği gibi, İslâm’a girmesi ve İslâmî akideye sahip olması da hakkıdır. Ancak efendisi onu, buna zorlayamaz. Müslüman olan köle ve câriye namaz ve oruçla yükümlü olmakla birlikte, mülk sahibi olamadığı için zekât ve hac’tan muaftır. Fıtır sadakası efendisi tarafından verilir. Cihadla yükümlü değildir.
Diğer taraftan dinimiz, köle ile efendisi arasında eşit hayat ve geçim şartını da getirmiştir. Köle olan kişinin ailenin bir ferdi olarak görülmesi, efendi ile kölenin aynı sofrada yemek yemesi tavsiye edilmiştir. Dinimize göre; efendi, kölesine yediğinden yedirmeli, giydiğinden giydirmelidir. Efendi, kölesine eziyette bulunmamalıdır. Köleler hakkında bir diğer husus da; efendinin, kölesinin izzet-i nefsini rencide edecek şekilde çağırmasının uygun olmadığıdır. Efendinin, kölesini, “kölem, cariyem” şeklinde değil; “oğlum, kızım” şeklinde çağırması tavsiye edilmiştir. Yine köle ve cariyeler umumiyetle eğitim ve öğretimden mahrum kimseler olduklarından, onların cahil bırakılmayıp, okutulması ve yetiştirilmesi efendinin vazifeleri arasındadır. Görüldüğü gibi, kölesini azat etmeyen kimselerin bu şartlarda köle tutması ve beslemesi ağır bir mesuliyet getirmektedir. Ahmed Cevdet Paşa, efendinin, mükellef olduğu vazifeleri yerine getirerek köle tutabilmesinin zorluğunu şu veciz cümle ile ifade eder: “Müslümanlıkta köle almak, köle olmaktır.”
İSLAM’DA CARİYELİK
Toplumda yerleşen mana ile câriye, “sahibinin ve efendisinin istediği zaman cinsi duygularını tatmin için bir zevk aleti olarak kullandığı kadınlar” şeklindedir ki, bu mana İslâm hukuku açısından doğru değildir. Burada önemle ifade edilmesi gereken husus şudur: Köle tabiri ile câriye tabiri arasında hukukî muhteva itibariyle hiçbir mana farklılığı yoktur. Her ikisi de rıkkıyet yani kölelik manasını ifade etmek üzere kullanılmıştır. Sadece köleliğe maruz erkekler için kul veya köle tabiri kullanılırken, köleliğe maruz kadınlar hakkında da câriye veya eme tabiri kullanılmaktadır.
Cariyeler de diğer köleler gibi, İslâm hukukunun köleler için tespit ettiği hukukî statüye sahiptir. İslâm hukukundaki cariyelerin çoğunluğu, asrımızdaki işçi kadınlar veya evlere gelen hizmetçi kadınlar gibidirler; değişen sadece isimleridir. Yani her câriye ile illa da karı koca münasebeti akla gelmemelidir. Başkalarının hanımı bulunan ve sadece efendisinin evindeki hizmetleri görmekle mükellef olan cariyelerin sayısı, belli şartlar çerçevesinde karı-koca hayatı yaşanılan cariyelere nisbetle en az on katıdır. Bugün hizmetli kadınlar ile işverenleri arasında hangi münâsebet varsa, İslâm hukukunda da câriye-efendi arasında o münâsebet vardır. Kendisi ile efendinin karı-koca hayatı yaşayan cariyenin efendisiyle olan münâsebeti ise, çok az hükümler dışında hür kadın ile kocası arasındaki münâsebet gibidir.
Câriye denilen kadın köleler ile efendilerinin, İslâm hukukunun aradığı şartlara uymak kuralıyla karı-koca münâsebetine girmeleri ve meşru dairede bunu bir evlilik müessesesi gibi yürütmeleri mümkündür. Ancak her câriye, efendisi ile karı-koca münâsebetine giriyor demek değildir.
Efendinin, cariyesi ile karı-koca hayatı yaşama hakkına “istifrâş hakkı” denir. Efendinin köle veya câriye üzerinde sahip olduğu mülk-i menfaatten kaynaklanan onları çalıştırma hakkına ise “istihdam hakkı” denir. Câriye demek, efendinin birinci derecede istihdam hakkı bulunduğu kadın köle demektir. Efendilerin istifrâş hakkına, yani istedikleri zaman cinsî münasebet hakkına sahip oldukları cariyelerin hususî statüleri vardır. Bu hususî statü incelendiğinde görülecektir ki, bugün gayri meşru bir şekilde yürütülen ve adına metres, sevgili yahut aşk hayatı denilen gayri meşru ilişkilere göre aranan şartlar altında câriye hayatını devam ettirmek, zikredilenlere kıyasla evlilik kadar mükemmeldir. Nitekim bu manayı Kur’ân da tesbit etmiş ve özellikle cariyeler üzerindeki eğer var ise, istifrâş hakkının şartları çerçevesinde ve fuhşa sevk etmeyecek şekilde kullanılmasını ısrarla tavsiye etmiştir: “Şimdi cariyeleri efendilerinin izniyle nikahlayın ve herhangi bir mazeret ileri sürmeden maruf bir şekilde mehirlerini verin; ancak iffet sahibi cariyelerle zinadan ve onları gizli dost hayatı yaşamaktan, yani metres edinmekten şiddetle kaçınmak şartıyla…“(Nisa, 4/25)
Efendilerinin kendileri üzerinde istifrâş hakkı bulunmayan yani cinsi münasebet hakkı olmayan, sadece istihdam hakkı bulunan cariyelerle efendisi dahil kimsenin cinsi münâsebet kurma hakkı yoktur. Bu cariyeler, İslâm hukukunun hükümlerine göre, efendilerinin iznini alarak hür veya köle başka erkeklerle evlenmişlerdir veya evlenebileceklerdir. Başka erkeklerle evlenmek için kasten efendinin cariyesine izin vermemesi halinde, mahkeme yoluyla cebredilebilir.
Efendinin, cariyesi ile karı koca olmaları da şart değildir. Efendi, onu sadece bir hizmetçi olarak istihdam edebilmektedir. Ayrıca, cariyenin kocası esirler arasında ise, eşlerin nikâhları devam edeceğinden, efendinin bu cariye ile münasebette bulunması caiz değildir. Hattâ erkek başka birisinin, kadın da bir başkasının yanında köle ise, yine efendi, yanında bulunan bu kadın köleden cinsî yönden faydalanamaz. Bu meselelerle birlikte, Kur’ân-ı Kerim, erkek ve kadın kölelerin birbirleriyle evlendirilmesini de teşvik etmiştir. Nur Sûresi’nde meâlen şöyle buyurulur: “Bir de içinizden bekârları ve kölelerinizle cariyelerinizden sâlih olanları evlendiriniz. Eğer fakir iseler, Allah onları kendi lütfundan zengin eder.”(Nur, 24/32)
İslam fıkhında bu konuyla ilgili önemli bir kavram da “Teserri” kavramıdır. Bunun anlamı; cariye olarak elde edilen bir köle kadını eş olarak almaya, onunla birlikte olmaya karar vermek demektir. İslam hukukuna göre, teserri olgusu, sadece cariyeye sahip olmakla gerçekleşmez. Nikah akdi dışında, normal kadınlarla evlilikte gereken bütün şartların hazırlanması gerekir. Hanefî Mezhebi’ne göre teserrinin gerçekleşmesi için iki şart vardır: Birincisi: Normal hür kadınlardan olan eşlerine ayırdığı gibi, tesri (birlikte olmak) istediği cariyesi için de hususî bir mesken ayırması. İkincisi, diğer eşleri için birlikte olmak için ayırdığı zamanı ona da ayırması.
Efendinin, cariyesinden cinsî yönden istifade etmesinin, cariyenin hesabına iki mühim hikmet ve faydası vardır. Birincisi ve en mühimi, esir düşen ve sahipsiz kalan bu kadınların bu vesile ile ihmal edilmeleri önlenmiş olur. Çünkü, aksi takdirde, cariyelerin fuhşa düşmeleri, zinaya girmeleri ihtimali kaçınılmaz olduğu gibi, efendisinin evine de bağlı kalmış olur. Diğer bir faydası, cariyenin efendisinden bir çocuğu olduğu takdirde “çocuğun annesi” mânâsına “ümmü’l-veled” sayılmaktadır. Cariyeden doğan bu çocuk hür kabul edilir. Çocuğun doğumu ile annesi de efendisinin ölümünden sonra mirasçılarına geçmeyip hürriyetine kavuşmaktadır.
Her vesile ile kölenin hürriyetine kavuşturulmasını tavsiye eden dinimiz, cariyenin de nikahlanarak ev hanımı yapılmasını teşvik etmiştir. Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm) bu hususu şöyle ifade ederler: “Sizden cariyesi olan biriniz onu en güzel bir şekilde terbiye eder, yetiştirir de sonra azat edip onunla evlenirse, onun için iki sevap vardır.”(Buhari)
Bu açıklamalar göz önüne alınırsa, İslâmın köle ve cariyeleri ne kadar himaye ettiği, onların haklarını koruduğu açıkça görülecektir. Cariye sadece “kadınlığından” istifade edilen bir insan olarak da görülmemektedir. O aynı zamanda evin bir ferdi, ailenin bir parçasıdır. Ailenin hanımından sonra evin en sorumlu kadınıdır.
Müslümanlara cariye olarak ganimet düşmüş olanların büyük çoğunluğunun Müslüman olmaları da birçok endişeyi ortadan kaldıracak önemi haizdir. Bu açıdan bakıldığında gayri müslim kadınları harp esiri olarak alıp cariye yapmak, onların Müslüman bir ailede yaşamasına imkan verdiği için, Müslüman olmalarına katkı sağlayacaktır.
Osmanlı dönemine baktığımızda ise karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır. Klâsik dönemde haremde yüzlerce câriye olmakla birlikte, bunların % 90’ı tamamen hizmetçi statüsündeydi. Hizmetleri karşılığında belli bir maaş alan bu ilk gruptakilerin, haremin ve padişah ailesinin hizmetlerini îfa dışında herhangi bir şekilde padişahla münasebetleri mevzubahis değildi. Padişah, vâlide sultanın veya hazinedar ustanın aracılığıyla câriyeler arasından, aldığı özel eğitim sonrasında zekâsı ve kabiliyetleri ile dikkat çeken birkaç tanesiyle ilgilenir, diğerlerini ne bilir, ne de görürdü. Padişahın kalkıp câriyelerin bölümüne geçmesi için “kuş olup uçması” lâzımdı. Âdeta bir üniversite gibi düşünülen haremin mimarî yapısı da buna göre tasarlanmıştı. Dolayısıyla sayısız cariyeyi resmigeçit yaptırıp dilediğini seçtiği iddiası kesinlikle gerçeği yansıtmıyordu. Harem halkının meşru dairede eğlenip dinlenebilecekleri, oraya has mahremiyeti muhafaza edebilecekleri özel bir yapı vardı. Askerî bir teşkilât gibi, burada yaşayanların bir dakika bile boş kalmaması hedeflenmişti.
Haremde yetişen câriyelerin bir bölümü âzâd edilip haremden çerağ ediliyordu. Yani çeyizleri hazırlandıktan ve ellerine “çerağ kâğıdı” denen bir belge verildikten sonra, kendileri gibi saray kültürü ve eğitimi alan Enderunlularla evlendiriliyordu. Devletin çeşitli kademelerinde sadakatle hizmet etmeleri için yetiştirilen Enderunlular, padişah tarafından evlendirilerek, saraya ve hanedana bağlılıkları sağlanıyordu. Bu durum, Osmanlı merkeziyetçiliğinin derinliğini yansıtıyordu. Saraydan ayrılıp hürriyetine kavuşan câriyelere “saraylılar” adı veriliyordu. Sonradan zor durumda kalanlar için her türlü tahsisat yapılıyor, eşleri ölenlere ise maaş bağlanıyordu. Saraydan ayrılmak istemeyenler hayatlarının sonuna kadar himaye ediliyorlardı.
KÖLELİĞİN KALDIRILMASINI TEŞVİK
İslâm dini her şeyden önce köleliği yalnız savaş esirlerine münhasır kılmış, diğer kaynaklara izin vermemiştir. Bunun yanında Allah rızâsına kavuşmak isteyen müslümanların samimiyetle benimsedikleri gönüllü köle âzat etme alışkanlığını yerleştirmek, ayrıca bazı günahların kefâreti olarak köle âzadını şart koşmak suretiyle köleler için hürriyete kavuşma yollarını çoğaltmıştır. (Mâide, 5/89; Mücâdele, 58/3) Ayrıca yalnız İslâm hukukunda görülen bir uygulama olarak da devlet, gelirlerinin belirli bir bölümünü köle âzadına tahsis etmiştir.(Tevbe, 9/60)
Kuran-ı Kerim’de; “Esirleri meccânen veya bir fidye karşılığı salıverme vardır” (Muhammed, 47/4) buyurulur. Bu bedel; mal, para, savaş malzemesi vb. şeyler olabilir. Nitekim Bedir Gazvesi esirlerinin bir bölümü para karşılığında, para temin edemeyenler ise on çocuğa okuyup-yazma öğretme karşılığında serbest bırakılmıştır.
Bunlara ilaveten; bir köle bedelini ödeyerek hür olmak isterse -kölenin durumu müsait olduğu takdirde- sahibi bu teklifi kabul etmeli ve ona bazı günler bu maksatla çalışması için izin vermelidir. Kölelerin bedelleri ödenerek azat edilmeleri için zekat bütçesine ödenek konmuştur. Sahibi, kadın köle ile karı koca hayatı yaşar da cariye çocuk doğurursa bu çocuk hür olduğu gibi anasının da statüsü değişmekte, “ümmü’l-veled” adını alan cariye artık alınıp satılır olmaktan çıkmakta, kocası ölünce de tam manasıyla hür olmaktadır.
Yemin edip vazgeçme, Ramazan orucu tutarken cinsel temas yaparak oruç bozma, kaza yoluyla adam öldürme gibi birçok durumda kölesi olana köle azat etme mecburiyeti getirilmiştir. Böyle bir mecburiyet olmadığı halde köle azat edenlere büyük mükâfatlar vadedilmiştir. “Kim hataen bir müminini öldürürse, onun keffâreti bir mü’min kölenizi âzâdı ve ölenin ehline teslîmen ödenecek bir diyettir. “(Nisa-92)
Geçmişte yüzlerce tutsağı birden salıverip de, bununla Allah’ın ihsan ve lûtfunun umulduğu devirler olduğu gibi, mübarek aylar ve mübarek gün ve geceler gözetilerek esirlerin alınıp hürriyete kavuşturulduğu devirler de olmuştur. Hz. Peygamber (a.s.m)’in azatlı kölesi Hz. Zeyd’i ve onun oğlu Hz. Üsame’yi sahabelerinin başına komutan tayin etmesi, bu kurumun İslam sayesinde nereden nereye geldiğinin göstergesidir. Hz. Osman (ra) devlet reisi olduğu devrede kölesinin kulağını çektiği için, halkın gözünün önünde, kulağını kölenin eline verip çektirmiştir.
SONUÇ
Ehliyeti, hak ve yetkileri çeşitli bakımlardan kısıtlanmakla birlikte, köle bir insandır ve Allah’ın bir kuludur. Bu yüzden âyet ve hadislerde köle ve câriyelere insanca muamele yapılması tavsiye edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de; “Sahip olduğunuz kölelere iyilikte bulunun” (en-Nisâ, 4/36) buyurulması, çeşitli hadis-i şeriflerde; “Onlara “kölem ” demeyiniz “oğlum, kızım ” diye hitap ediniz”, “Köleler, Allah’ın sizin yanınızda bulundurduğu kardeşlerinizdir. Allah sizi de onların hizmetine tabi kılabilirdi. O halde onlara iyi davranın” buyurulması bu tavsiyelere örnek olabilir.
Sonuç olarak; İslâmiyet köleliği getirmemiş, var olan bir uygulama olarak bulmuş, bazı hikmetlere binaen köleliği ortadan kaldırmamış, ancak getirmiş olduğu çeşitli tedbirlerle kaynaklarını en aza indirme, mevcut köleleri tedrîcî bir surette azaltma, köle oldukları süre içinde insanca muamele edilmesini sağlama ve sonunda onları hür olarak yeniden insanlığa kazandırma yolunda başarılı adımlar atmıştır.
Not:“Köle” kelimesinin İngilizcesi “slave”,
“Cariye” kelimesinin İngilizcesi ise “concubine” şeklindedir.
Concubine: Nikâh dışında, bir erkeğin himayesinde yaşayan kadın (özellikle tarihi bağlamda cariye anlamında kullanılır).
Slave: Zorla çalıştırılan, özgürlüğü olmayan kişi (genel olarak köle).
Bu makale hazırlanırken aşağıdaki kaynaklardan istifade edilmiştir. Daha detaylı bilgi için aşağıdaki kaynaklara müracaat edilebilir.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.