İslam, genel anlamı bakımından, “alemlerin Rabbi” olan ve insanı kendisine “muhatap” seçen Yüce Allah’ın akıl ve irade bahşedip iman ve salih amelle yükümlü kıldığı insana gönderdiği ilahî beyan ve açıklamaların adıdır. Özelde ise İslam, bu beyan ve açıklamaların Hz. Muhammed’le en açık ve en parlak şekilde yeniden gönderilmiş formudur.
Özel anlamı itibariyle İslam, daha tebliğcisi hayatta iken yüz binlerin kalbinde kabul görmüş, devam eden süreçte dalga dalga genişleyerek yer yüzünün bütün kıtalarına ulaşmış, milyonların-milyarların hayatına “hayat” olmuştur.
Bugün çeşitli yoğunluklarda onlarca ülkede mensubu bulunan İslam, sayısı 7 milyarı aşan insanlık ailesinin, ortalama beşte birinin zihin, gönül ve eylem hayatında belirleyici rol almış, bir buçuk milyar dolayında bireyin –bağlılık derecesiyle irtibatlı olarak- dünyalarına “ışık” olmuş ve inşallah ebedi hayatlarında da kurtuluşlarına vesilesi olacaktır.
Esasında İslam’ın “hakkaniyet”i, onu benimseyen insanların duyduğu “itminan”, “iç huzur”, “güven”, “kendileri-çevresi-alem ve nihayet Yaratan ile kurdukları barışıklık” gibi hissedilebilir ya da gözlemlenebilir tutum ve davranışlarında açıkça gözlenmektedir.
İslam’ın sapasağlam inanç esasları vardır. Aklî temellendirmelere açık, fıtrat ve vicdanla uyuşan bu esaslar aynı zamanda “fizik alem”in şahitliği ile de delillendirilebilir niteliğe sahiptir. Öte yandan bu dinin “amelî hayat”a ilişkin “namaz-oruç-zekat-kurban” gibi getirdiği pratikler ile toplumsal hayatla ilgili olarak altını çizdiği “emirler ve yasaklar”, “helaller ve haramlar” onun hem bu alemin sahibi tarafından gönderildiğini hem de benimseyip yaşayanlara dünya ve ahret mutluluğu kazandıracak nitelikte olduğunu göstermektedir.
İslam’ın işaret edilen “kemâl”i, birey temelinde, kişinin ya da kişilerin ona bağlılık derecesine göre yansıma imkanı bulur. İslam’ı doğru şekilde anlama, ruhî hayatında içselleştirme ve bir bütün halinde tutum ve davranışlarına yansıtmada “yaya olan”, “yüzeysel kalan” kimselerde bu yansıma, tabiatıyla son derece yüzeysel kalacaktır.
Aynı durum toplumsal planda da geçerlidir. Kendisini İslam’a nispet eden ancak onunla ilişkisi sınırlı ve zaman zaman sorunlu olarak yürüten toplumlarda “İslamî kemâl” o nispette zayıf ve perdeli kalmaya mahkum olacaktır.
Sözü uzatmadan, öze gelmek gerekirse, bugün, her birisi, yakın zamanda yaşanan tarihsel gelişmelerin bir sonucu olarak ulus devlet biçiminde ortaya çıkmış olan ve bunların toplamını ifade eden “İslam dünyası” gerçeği var; ve bu gerçeğin hâli hazırda yaşanan acı ve dramatik bir gerçekliği var. Evet, İslam dünyası, kelimenin tam anlamıyla kan ağlıyor. Birçok bölgede kan var, göz yaşı var, dram var. Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi’nin açıklamaları durumun vahametini gözler önüne sermektedir. Mesela, 2003 yılından bu yana Irak’ta ölenlerin sayısı 2 milyonu aşmış bulunmaktadır. Yine, mesela, Suriye’de 2011 yılından bu yana ölenlerin sayısı 200 binin üzerindedir. Yemen’de Husîlerle ilgili gelişmelere bağlı olarak ölenlerin sayısı 2.500’e yaklaşmıştır. UNİCEF’in raporlarına göre Irak ve Suriye’de iç çatışmalarda olumsuz şekilde etkilenen çocuk sayısı 14 milyonun üzerindedir. Mısır’da askeri yönetim iş başındadır. Libya’da devlet otoritesi henüz tam olarak tesis edilememiştir. Doğu Türkistan’da Çin hükümeti Ramazan ayında öğrenci ve memurların oruç tutmasını yasaklamıştır…
İslam dünyasının içinde bulunduğu siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel gerçekliği İslam’ın “lahutiliği”, “özgünlüğü”, “mensuplarına iki dünya saadeti kazandırıcı” mahiyeti ile örtüşmemektedir. Elbette bunun bölgenin kendi jeo-politiğinden küresel hegemonik güçlerin çıkarlarına kadar birçok nedeni bulunmaktadır. Ama hiç kuşku yok ki bunun önemli nedenlerinden birisi gerek fert olarak her birerimizin gerekse toplum olarak Müslüman kesimlerin İslam’la bağlantısındaki yer yer ciddi ve büyük hata ve yanlışlıkları, asla göz ardı edilemeyecek ihmal ve noksanlıklarıdır.
İslam dünyasının “hal-i pür melal”i ile ilgili olarak ortaya çıkan bu tabloda, bize bakan hata ve kusurların mevcudiyetini görmek, bu konuda ne yapmak gerektiği sorusunu da doğru cevaplandırma imkanını vermektedir. Buna göre yapılacak üç tür görevden söz edilebilir:
a) Birey olarak, aile olarak, toplum olarak, toplumlar olarak İsam’la ilişkimizi sağlıklı, derinlikli ve içtenlikli olarak tahkim etmek,
b) bulunduğu konum ve şartlarına göre sorumluluk mevkiinde olan kimselerin ülkemizin, İslam aleminin ve bütün dünyanın gidişatını doğru okuyarak yapılması gerekenlerle ilgili çok yönlü hazırlık ve çalışmalar içinde olmak,
c) Müslümanların İslam’ı gerçek hüviyetiyle yaşayarak doğru temsil etmesi, yerli ve yabancı zalimlere fırsat vermemesi, bir an evvel acıların son bulması için samimiyet içind Allah’a dua etmek.
Unutmamak gerekir ki herkes kendi yaşadığı şartlardan sorumludur ve şartların iyileştirilmesi için “kavlî” ve “fiilî” dua ile yükümlüdür. Allah ise dualara icabet edendir (Mü’min 40/60).