DOLAR

39,4277$% 0.2

EURO

45,5589% -0.45

STERLİN

53,4655£% -0.25

GRAM ALTIN

4.355,77%1,68

ONS

3.426,48%1,19

BİST100

9.520,22%-1,71

İmsak Vakti a 02:00
İstanbul AÇIK 24°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
xslot trbet tarafbet orisbet betturkey betpublic bahiscom betebet betlike mariobet betist 1xbet trendbet istanbulbahis zbahis royalbet betwild alobet aspercasino trwin betonred bizbet
a

”Hikmet ve Akıl”

Bu makale üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, ilgili ayet ve "hikmet" kavramı üzerine klasik ve modern tefsirlerin yaklaşımları incelenmiştir. İkinci bölümde ise "Hikmet ve Akıl: Bediüzzaman’ın 12. Söz Etrafında Bir Tahlil" başlığı altında Kur’ân hikmeti ile felsefî düşünce arasındaki farklar ele alınmakta; Bediüzzaman Said Nursî’nin On İkinci Söz'deki temsilî anlatımı çerçevesinde bir değerlendirme sunulmaktadır. Üçüncü ve son bölümde ise Risale-i Nur Külliyatı’ndan On İkinci Söz’ün sadeleştirilmiş hâline yer verilmiştir.

”Hikmet ve Akıl”
0

BEĞENDİM

Hikmet ve Akıl

Bediüzzaman’ın 12. Söz Etrafında Bir Tahlil


Bediüzzaman Said Nursî, 12. Söz’ün girişinde Bakara Suresi 269. ayetini merkeze alır. Bu ayette özetle şöyle buyrulmuştur:

Allah hikmeti dileyene, ihlasla samimi isteyene ve dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, ona pek çok hayır verilmiştir. Bunu ancak selim akıl sahipleri anlar.


1- Birinci bölümde, ilgili ayet ve “hikmet” kavramı üzerine klasik ve modern tefsirlerin yaklaşımları incelenmiştir.


يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُو۫تِىَ خَيْرًا كَثٖيرًاۜ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ 

 ”O, dilediğine hikmeti verir ve kime hikmet verilirse o kimse birçok hayra nâil olmuş demektir. Bunu ise ancak derin kavrayış sahibi olanlar düşünüp anlarlar. ” (Bakara, 269)

Hikmet hüküm kökünden olup bu kökün mânası “menetmek, engellemek”tir. Hikmet de sahibini yanılmak ve sapmaktan koruduğu için bu ismi almıştır. Atın ağzına vurulan ve onun yanlış yola girmesini engelleyen geme de –bu sebeple– Arapçada “hakeme” denilmiştir.

İslâm düşüncesinde hikmet, başka milletlerde daha önceden doğan ve gelişen felsefenin de intikal ve etkisiyle “İnsanın gücünün yettiği kadarıyla eşyayı, varlıkta mahiyeti ne ise o olarak bilmeyi, bu mânada gerçeğin bilgisine ulaşmayı hedefleyen bir ilim” şeklinde tanımlanıp nazarî ve amelî gibi kısımlara ayrılmıştır (Cürcânî, et-Ta‘rifât, “Hikmet” md.).

Ancak Kur’an-ı Kerîm’in nâzil olduğu çevrede hikmetin bu mânada kullanılmadığı, bu mânada bir hikmetten söz edilmediği bilinmektedir.

Araplar hikmet kelimesini “içinde nefsi uyaran, iyiliği tavsiye eden, saadet ve bedbahtlıkla ilgili tecrübeleri aktaran, edep ve ahlâkın özünü yansıtan sözler” mânasında kullanırlardı.

Kur’an-ı Kerîm de bu kelimeyi “insanları eğitip olgunlaştıran, nefisleri ıslah eden peygamberlik, hidayet ve irşad” mânalarında kullanmıştır.

Hikmet ilk asırlarda yaşayan tefsircilerden İbn Abbas’a göre Kur’an bilgisi, Süddî’ye göre peygamberlik, Katâde’ye göre Kur’an’la ilgili doğru anlayış (fıkıh), Mücâhid’e göre sözde ve davranışta doğruyu yakalamak, daha başkalarına göre din üzerinde düşünmek, akıl yürütmek, ilâhî emir üzerinde düşünmek ve ona uymak, Allah’tan korkmaktır (İbn Atıyye, I, 364).

Râgıb el-İsfahânî’nin Kur’an lugatı olarak yazdığı el-Müfredât’ında verdiği bilgiye göre genel mânası “bilginin gerçeğe uygun olması ve aklın gerçeği yakalaması” demektir. Hikmetin Allah’a mahsus olanı “Varlıkları (eşya) bilmek ve kusursuz olarak yaratmak”, insana ait olanı ise “yaratılmışları bilmek ve iyi şeyler yapmak” şeklinde tanımlanır. Allah Teâlâ “Lokmân’a hikmeti verdik” buyururken işte bu ikinci mânadaki hikmeti kastetmiştir.

Bakara sûresinin 251. âyetinde Allah’ın Hz. Dâvûd’a “mülk ve hikmet” verdiği bildirilir. Müfessirlerin açıklamasına göre mülk, Hz. Dâvûd’a verilen maddî ve dünyevî gücü, hikmet de peygamberliği ve bu sayede mazhar olduğu zengin bilgileri yani mânevî ve zihinsel gücü ifade eder. Fahreddin er-Râzî ve Kādî Beyzâvî gibi felsefî birikimi olan müfessirler ilgili âyeti yorumlarken hikmeti, “nazarî bilgileri ve elden geldiğince iyi işler yapma alışkanlığını kazanmak suretiyle ulaşılan ruhî olgunluk” şeklinde açıklamışlardır. “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır…” meâlindeki âyette (Nahl 16/125) hikmet, tebliğ ve irşad çalışmalarının temel yöntemi olarak gösterilmiştir. Bütün müfessirler buradaki hikmet kavramının, “kesin kanıtlara dayalı, muhatabı tam olarak ikna edecek ve kötü niyetli tartışmalara son verecek kesinlikte doğru ve sağlam bilgi” anlamında kullanılmış olduğunu belirtirler.

Şu halde hikmet, dinî olan ve olmayan bütün yararlı bilgileri içine alan bir kavramdır ve konumuz olan âyet bu anlamdaki hikmetin, Allah’ın insana, birçok hayra vesile olacak büyük bir lutfu olduğunu ifade etmektedir. Bu sebeple olmalıdır ki Resûlullah, hem kendisi hem de bazı sahâbîler için Allah’tan hikmet dileğinde bulunmuş (Buhârî, “Fezâilü’s-sahâbe”, 24); “Bayağı (sefih) kimselere hikmetten söz etme!” (Dârimî, “Mukaddime”, 34) anlamındaki uyarısıyla da hikmete ancak fıtratı bozulmamış, ahlâkı temiz kişilerin lâyık olduğuna işaret etmiştir.

İhvân-ı Safâ Risâleleri’nde bu husus, şu hakîmane ifade ile vurgulanır: “Hikmet bir gelin gibidir ve sadece süslenmiş eve inmek ister” (IV, 13).

Sonuç olarak hikmet terimi başlangıçta “akıllı ve bilgili bir kişinin deneyim ve birikimlerini özlü şekilde ifade ettiği sözü” anlamında kullanılırken İslâmî dönemde zaman içinde şu anlamları kazanmıştır: Bütün özel bilgi alanlarını kuşatan kapsamlı ve derin bilgi veya felsefe, ilâhî gerçekleri ve Kur’an’ın derin anlamını kavramaktan doğan bilgi ve bu bilgilere uygun yaşama tarzı, Hz. Peygamber’in sünneti, bir hükmün sebebi veya amacı, bir eylemden beklenen yarar (maslahat).

İbn Âşûr, felsefe mânasındaki hikmetin kaynağını ve mahiyetini şöyle özetlemektedir: “Hikmet ilimleri, ilâhî vahye mazhar olan rehberlerin verdikleri bilgi ve gösterdikleri yolların bütünüdür ki insan aklının terbiye ve ıslah edilmesi bu temele dayanır. Hikmet önce dinlerde ortaya çıkmış, sonra üstün zekâ sahibi insanların bu temel üzerinde geliştirdikleri düşünceleri de buna eklenmiştir. Keldan, Mısır, Hindistan ve Çin’de birbirine yakın asırlarda yaşamış bulunan kadîm hakîmler hikmetin yollarını ve yöntemlerini belirlemişlerdir. Ancak bu hikmet sapmalardan, hayal ve vehimlerden ayıklanmış değildir. Sonra eski Yunan filozofları gelmiş, hikmet ilmini başkalarından ayırarak ele almışlar, güçleri yettiğince ayıklayıp saflaştırmışlardır. Ancak yine de hikmet tam saflığına ulaşamamıştır. Bu dönemde felsefe insan nefsini terbiyeye yönelik bulunan Sokrat yoluyla akıl ve matematiğe yönelik bulunan Pisagor yolundan ibaret olmuştur. Bunlardan sonra gelen Eflâtun işrak felsefesinin, Aristo ise Meşşâî felsefenin babaları olmuşlar, günümüze kadar da bu çizgi devam etmiştir” (III, 63-64).

İslâm bilgin ve düşünürleri, özellikle hicrî IV. asırdan itibaren dinî, felsefî ve ilmî bilgilerin tamamını hikmet kavramı içinde değerlendirerek, teorik bilgilere “nazarî hikmet”, pratik bilgilere “amelî hikmet” adını vermişlerdir. Öte yandan bütün ahlâkî erdemleri “hikmet, adalet, yiğitlik, iffet” olarak dört temel erdem içinde toplayan ve bunların başında da hikmeti gösteren felsefî anlayış, zamanla Râgıb el-İsfahânî, Gazzâlî, İbn Hazm gibi ahlâka dair eserler yazan din âlimleri tarafından da benimsenmiştir.(Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 423-425)


2- İkinci bölümde ise “Hikmet ve Akıl: Bediüzzaman’ın 12. Söz Etrafında Bir Tahlil” başlığı altında Kur’ân hikmeti ile felsefî düşünce arasındaki farklar ele alınmakta; Bediüzzaman Said Nursî’nin On İkinci Söz’deki temsilî anlatımı çerçevesinde bir değerlendirme sunulmaktadır. 


يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُو۫تِىَ خَيْرًا كَثٖيرًاۜ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ 

 ”O, dilediğine hikmeti verir ve kime hikmet verilirse o kimse birçok hayra nâil olmuş demektir. Bunu ise ancak derin kavrayış sahibi olanlar düşünüp anlarlar. ” (Bakara, 269)

Bu ayet, hikmetin Allah’ın özel bir lütfu olduğunu, ona sahip olan kişinin büyük bir hayra ulaşmış olacağını ve bu değeri ancak akıl sahiplerinin takdir edebileceğini belirtmektedir. Ayetin bu yönüyle, hem hikmetin kıymeti hem de aklın önemi vurgulanmaktadır.

Hikmet Nedir?

Hikmet, doğru hüküm verme yeteneğidir.

Bu yeteneğe sahip kişiye büyük bir iyilik verilmiş demektir. Böyle kimseler kolay kolay yanılmazlar. Ancak hikmet, doğuştan gelen bir özellik değildir. Hikmeti elde etmek bir süreçtir ve bireyden aktif bir çaba ister. Özellikle insan, üzerine düşeni yapmak, yani işlerinin gereğini hakkıyla yerine getirmekle yükümlüdür. İşte bu görevi “gereği gibi yerine getirme” eylemini, ancak akl-ı selim sahipleri gerçekleştirebilir.

Ayrıca hikmet kelimesi birçok anlama gelir:

  • Gaye
  • Fayda
  • Sır
  • Perdenin ardındaki gerçek
  • İlahi ahlak ile ahlaklanma
    Bu anlamlar çerçevesinde hikmet, sadece entelektüel bilgi değil; aynı zamanda derin kavrayış, adaletli karar verme ve doğru yön tayin etme becerisidir.
  • Hikmetin oluşabilmesi için aklın, ifrat (aşırılık) ve tefrit (yetersizlik) arasında müstakim (doğru, dengeli) bir şekilde kullanılmasına ihtiyaç vardır.

Akıl ve Aklın Doğru Kullanımı

Aklı ifrat derecesinde kullanmak, şeytanî bir aklı doğurur. Bu, aklı sadece çıkar, aldatma ve entrika için kullanmaktır. Öte yandan aklı hiç kullanmamak da bir tefrittir. Örneğin, “Niçin dünyaya geldik? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Hayatın anlamı nedir?” gibi temel varoluşsal sorular üzerine hiç düşünmemek, insanın en büyük sermayesi olan aklı heba etmesidir.

Bediüzzaman’a göre, bu sorular üzerine düşünmeyen kişi, aklı devre dışı bırakmıştır. Bu yaklaşım, insanı hayvani seviyeye indirger.

Oysa ki, akla akıl kadar değer verip, onu istikamet ve iyilik üzere kullanmak hikmetin ta kendisidir.

On İkinci Söz’de Aklın ve Hikmetin Yeri:

Üstad, 12. Söz’de, aklı tefekkürle hikmete yönlendirmemiz gerektiğini ve âlemdeki olayları nasıl anlamlandırmamız icap ettiğini anlatır. Bu yaklaşım, sadece teorik değil, aynı zamanda pratik hayata da yansıtılması gereken bir öğretiyi içerir. İnsanın hem bireysel hem de sosyal yaşamı, hikmete bağlı olarak şekillenmelidir. Hikmete tabi olan kişi, rıza dairesinde yaşar ve hayatını anlamlı ve gayeli bir şekilde sürdürür.

Bediüzzaman’ın düşüncesine göre, akıl ve hikmet birbirini tamamlayan iki temel unsurdur.

    Akıl, insana verilen büyük bir nimet; hikmet ise bu nimetin doğru kullanımıyla ulaşılan yüksek bir ahlaki ve düşünsel seviyedir.

    Akıl, doğru yolda kullanılmadığında insanı sapkınlığa; hiç kullanılmadığında ise anlamsızlığa sürükler. 

    Ancak akıl, istikamet üzere, iyilik, adalet ve anlam arayışıyla birleştiğinde hikmete dönüşür. Ve hikmet, insana sadece doğruyu değil, aynı zamanda hayrı ve hakkı da gösteren en yüce değerlerden biridir.


    3- “Bu üçüncü bölümde ise Risale-i Nur Külliyatı’ndan On İkinci Söz’ün sadeleştirilmiş hâli yer almaktadır.”


    On İkinci Söz

    Bismillâhirrahmânirrahîm

    بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ

    “يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاءُ ۚ وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا”
    “Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çok hayır verilmiştir.” (Bakara, 269)

    Bu söz, Kur’ân-ı Hakîm’in kudsî hikmeti ile felsefe hikmetinin kısa bir mukayesesini; insanın şahsî ve içtimaî hayatına verdiği terbiye dersinin özünü; ve Kur’ân’ın diğer İlâhî kelâmlara ve bütün sözlere olan üstünlüğünü ihtiva eder. Dört esas üzerine bina edilmiştir.


    Birinci Esas: Kur’ân Hikmeti ile Felsefe Hikmetinin Farkı

    Şu temsîlî hikâye ile iki hikmetin farkını anla:

    Bir zaman, hem dindar hem de sanatkâr bir hâkim, Kur’ân-ı Hakîm’i, mânâsındaki kudsiyete lâyık bir şekilde yazdırmak istedi. Öyle bir mushaftı ki, her bir harfi cevherlerden yapılmış. Bir kısmı elmasla, bir kısmı zümrütle, bir kısmı yakutla, bir kısmı inciyle, bir kısmı da altınla yazılmıştı. Hem öyle bir sanatla süslenmişti ki, akıl hayrette kalırdı.

    O hâkim, o mucizevî mushaftan iki nüsha yazdırdı. Biri İstanbul gibi büyük bir şehirde sergilenmişti. Halk, büyük bir kalabalıkla onu temaşa ederdi. Okumasını bilen de bilmeyen de hayran kalırdı. Çünkü yalnız mânâsı değil, o harika süsleri ve ziynetleri dahi temaşaya layıktı. Hem herkes onda bir güzellik bulurdu. Âlim, mânâsına bakar, “Ne kadar hikmetli!” derdi. Sanatkâr, yazısına hayran kalır, “Ne kadar güzel yazılmış!” derdi. Mücevherci, süslemelerine bakar, “Ne kadar kıymetli!” derdi.

    Sonra o hâkim, iki adam gönderdi. Biri, kör bir feylesof; diğeri, gören bir mü’min âlimdi. Onlara dedi:

    “Her biriniz bu mushaf hakkında bir eser yazınız. Bu sanatlı ve süslü kitabı tarif ediniz.”

    O feylesof olan adam, sanattan anlar, fakat Arapça bilmezdi; kör olduğu için yazının mânâsını göremedi. Ne yaptı? Gitti, o mushaftaki cevherlerin şekillerini, süslemelerin tarzlarını, yazının sanatkârlığını uzun uzun anlattı. Çok geniş bir eser yazdı. Fakat hakikî maksattan ve mânâdan hiç bahsetmedi. Çünkü kendisi o mânâdan habersizdi.

    İkinci adam ise, Arapça bilirdi. Hem gözü de açıktı. O güzel kitabın zahirî süslerine ve sanatına fazla takılmadan, doğrudan doğruya mânâsına dikkat etti. Ne yaptı? Gitti, mânâsını şerh etti, izah etti. İçindeki yüksek hakikatleri, faydalı ilimleri açıkladı. Hakikî güzelliğin, o ziynetli yazının mânâsında olduğunu gösterdi.

    Sonra o hâkim, her iki esere baktı. Kör feylesofun eserini başına vurup attı ve dedi:
    “Sen körsün. Benim kitabımı antika bir süs zannettin. Hakikî değerini anlamadın.”
    Sonra mü’min âlimi çağırdı, “Aferin sana! Gerçekten kitabımın kıymetini bildin, mânâsına dikkat ettin,” diyerek onu mükâfatlandırdı.

    Bu hikayeni hakikati şudur:

    • O süslü mushaf, şu sanatlı kâinattır.
    • Hâkim, Hakîm-i Ezelî olan Allah’tır.
    • O iki adam ise, biri felsefenin temsilcisi olan gâfil filozof, diğeri Kur’ân’ın talebesi olan mü’min âlimdir.

    Sonuç:
    Kur’ân, kâinat kitabının en yüce müfessiridir. Felsefe ise, eşyanın yalnız zahirine dalıp, mânâ-yı harfî (yani Allah’ın isimlerine işaret eden anlam) yerine mânâ-yı ismî (yani eşyanın sadece kendisine bakan anlam) ile baktığından hakikati göremez.


    İkinci Esas: Şahsî Hayata Verdiği Terbiye

    Felsefenin talebesi, enaniyetli bir Firavun gibi olur. Kendisini büyük görür, özgür zanneder. Ama en basit bir lezzet için zelil olur, zillete düşer.

    Kur’ân’ın talebesi ise, yalnız Allah’a kul olur. Cenneti bile ibadetin gayesi yapmaz. Gerçek tevazu sahibidir, fakat yalnız Allah’a boyun eğer. Fakirliğini bilir, ama Halık’ına güvenir. Her şeyi Allah’tan bilir, şükreder, sabreder.


    Üçüncü Esas: İçtimaî Hayata Verdiği Terbiye

    Felsefî hikmet ile Kur’ânî hikmetin insanın sosyal hayatına verdiği terbiyeler:

    Felsefî hikmet, toplum hayatında dayanak noktasını kuvvet olarak görür. Amacı menfaattir. Hayat ilkesini mücadele olarak kabul eder. Toplumları bir arada tutan bağ olarak da ırkçılığı ve menfî milliyetçiliği esas alır. Ortaya koyduğu sonuç ise, nefsin isteklerini tatmin etmek ve insanın ihtiyaçlarını artırmaktır.

    Oysa kuvvetin doğası saldırganlıktır. Menfaat, herkesi tatmin edemeyeceği için çekişmeye sebep olur. Mücadele ilkesi ise çatışmayı doğurur. Irkçılık ve menfî milliyetçilik ise, başkalarını ezerek üstün gelmeye çalışır, bu da yeni saldırılara yol açar. İşte bu anlayış yüzünden, insanlığın mutluluğu elinden alınmıştır.

    Kur’ânî hikmet ise, kuvvet yerine hakkı esas alır. Menfaat yerine fazilet ve Allah rızasını amaç edinir. Hayat düsturu olarak mücadele yerine yardımlaşmayı benimser. Toplumları birleştiren bağ olarak ise dinî, meslekî ve vatanî bağları kabul eder.

    Nihai hedefi, nefsin kötü isteklerini kontrol altına almak, ruhu yüce değerlere yönlendirmek, yüksek duyguları tatmin etmek ve insanı olgunlaştırarak gerçek anlamda “insan” yapmaktır.

    Hak, birleştirici bir güçtür. Fazilet, dayanışmayı doğurur. Yardımlaşma ilkesi, insanların birbirine yardım etmesini sağlar. Din, kardeşlik ve sevgi bağı kurar. Nefsi kontrol altına almak, ruhu özgürleştirir ve insanı hem bu dünyada hem de ahirette mutluluğa ulaştırır.

    Felsefe:

    • Dayanak noktası: kuvvet
    • Hedefi: menfaat
    • Hayat düsturu: mücadele (çatışma)
    • Toplum bağı: ırkçılık

    Kur’ân:

    • Dayanak noktası: hak
    • Hedefi: fazilet ve rıza-yı İlâhî
    • Hayat düsturu: yardımlaşma
    • Toplum bağı: din, vatan, kardeşlik

    Dördüncü Esas: Kur’ân’ın Kelâmlar Üstündeki Yüceliği

    Kur’ân’ın Üstünlüğü ve İlâhî Kelâmlar Arasındaki Yeri:

    Kur’ân, Allah’ın bütün kelimeleri içinde en yüce ve en üstün konumda olan ilâhî hitaptır. Bu üstünlük, hem içeriğinden hem de geldiği makamdan kaynaklanır. Bu durumu daha iyi anlayabilmek için Bediüzzaman Said Nursî’nin verdiği iki temsile dikkat çekmek gerekir.

    Birinci Temsil: Sultanın Hitap Farkı

    Bir sultanın halktan biriyle yaptığı sıradan bir telefon görüşmesiyle, aynı sultanın bütün ülkesine yönelik hazırladığı resmi bir ferman arasında büyük fark vardır. İlki sınırlı, bireysel ve mahrem bir iletişimdir; diğeri ise evrensel bir mesajdır, temsil ve makam yüklüdür. İşte Kur’ân da Allah’ın bütün kâinata, tüm varlıklara ve zamanlara hitaben gönderdiği azametli bir fermandır. Bu yönüyle, diğer ilham ve vahiylerin çok üstündedir.

    İkinci Temsil: Aynadaki Güneş ve Penceredeki Güneş

    Güneşi bir aynadan yansıyan haliyle izlemek, gerçek güneşin doğrudan ışığını hissetmekten çok daha sınırlıdır. Aynadaki görüntü, kişinin kabiliyeti kadar ışık ve yansıma verir. Oysa pencere açıldığında güneşin hakiki ışığı doğrudan içeri girer. Kur’ân, doğrudan ilâhî güneşten gelen ışık gibidir; diğer ilhamlar ise kişinin iç dünyasındaki ayna kadar yansıyan sınırlı tecellilerdir.

    Kur’ân’ın Üstünlüğünün Sebepleri

    Kur’ân;

    • Allah’ın en büyük ismi (ism-i a’zam) ile ve her ismin en yüce derecesiyle gelmiştir.
    • Allah’ın, tüm âlemlerin Rabbi, tüm varlıkların İlahı, göklerin ve yerin yaratıcısı olması gibi küllî ve evrensel unvanlarıyla gönderdiği hitaptır.
    • Mutlak rububiyetin diliyle konuşur.
    • İlâhî saltanatın evrensel hutbesidir.
    • Sonsuz rahmetin bir lütuf defteri, azametli ulûhiyetin bir mektubudur.

    Bu özelliklerden dolayı Kur’ân, “Kelâmullah (Allah’ın sözü)” unvanına en çok layık olan metindir. Diğer ilâhî kelimeler ise daha sınırlı, özel ve yerel niteliktedir. Bu nedenle aralarında derece farkı vardır.

    İlham ve Vahiy Arasındaki Fark:

    • İlham çoğu zaman vasıtasızdır ve kişinin iç âlemindeki kabiliyetine bağlıdır.
    • En yüce velî dahi, bir peygamberin aldığı vahiy seviyesine ulaşamaz.
    • Bu fark, Allah’ın doğrudan konuşması ile kalpte doğan hislerin farkıdır.

    Kur’ân’ın Mucizevi Yönü ve Mi’racın Önemi

    Kur’ân’ın ayetlerinde görülen derinlik, evrensellik ve yücelik onun Allah katındaki önemini gösterir. Özellikle “Elif Lâm Mîm”, Hâmîm” gibi harflerin başta yer aldığı sureler ve bazı ayetler, bu yüksek makamı işaret eder.

    Mi’rac mucizesi de bu anlamda önemlidir. Nasıl ki “ayın yarılması” peygamberliğin mucizesi ise, mi’rac da kulluğun mucizesidir. Kur’ân da işte bu mi’racî yolculuğun en yüce meyvesidir.


    Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın tüm zamanlara, mekânlara ve varlıklara gönderdiği ezelî ve evrensel bir hitaptır. Onun dışında gelen ilhamlar ve diğer kutsal metinler, Kur’ân kadar kapsamlı ve yüce değildir. Bu nedenle Kur’ân, kelâmullah unvanına hakkıyla sahip, en mucizevî ve kutsal kitaptır.

    Bir padişahın hususî bir memurla telefonla konuşması ile umumî bir nutuk irad etmesi ne kadar farklı ise;

    Veya:
    Aynadaki bir ışık parıltısı ile gökteki hakikî güneşin ışığı arasındaki fark ne kadar büyükse;

    Kur’ân ile diğer İlhamî ve İlâhî kelâmlar arasında da o kadar fark vardır.

    Çünkü Kur’ân:

    • İsm-i A’zam’dan gelir,
    • Bütün âlemlerin Rabbi adına konuşur,
    • Rububiyetin en geniş tecellisidir.

    Diğer kelâmlar ise, hususi isimlerin tecellisidir; cüz’îdir, şahsîdir.


    Netice

    Kur’ân, hem ferdî hem içtimaî hayatı ıslah eder. Felsefe ise, hakikatten uzaklaştırır. Kur’ân’ın i’câzı, onun Allah’ın en büyük kelâmı olmasındandır.
    “قُل لَّوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَن تَنفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا”
    “De ki: Rabbimin sözleri için denizler mürekkep olsa, bir o kadar daha yardımcı getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz tükenirdi.” (Kehf, 109)


    YORUMLAR

    s

    En az 10 karakter gerekli
    porno porno izle porno doeda royalbet güncel giriş verabet güncel giriş ramadabet giriş slotica leogrand slotday venombet deobet ritzbet exonbet giriş grandpashabet betwild radissonbet verabet giriş pashagaming palacebet maxwin spinco giriş betsin betsalvador

    Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.