39,4201$% 0.14
45,7965€% 0.02
53,8229£% 0.18
4.285,86%0,05
3.386,00%-0,01
9.520,22%-1,71
Akif felaketler devrinin çocuğu idi. Üç kıt’aya yayılmış, Akdeniz’i bir Türk gölü haline getirmiş ve dünyada; kuvvetiyle, ilmiyle, adaleti ve insanlığı ile denge unsuru olmuş büyük bir devletin hayatının sonbaharında dünyaya gelmişti. Bu medeniyetin unsurları olan marifet, fazilet, emr-i maruf nehy-i münker (iyiliği yayma, kötülükten sakındırma), mes’ûliyet, haya, diğergâmlık, fedakârlık, iffet, azim… gibi meziyetler ve onların peşinden yurt köşeleri, birer birer, kış habercisi rüzgârlara tutulmuş kuru hazan yaprakları misali uçuşuyor, kayboluyordu. Zengin bir asilin beş parasız kalıp görgüsüz dünkü hizmetçilerine muhtaç olması veya âlimin, cahillerin oyuncağı olmasındaki trajedi yaşanıyordu. Hatta bundan da fazla bir musibet vardı: Düşmanlarımız, bizi bu zillet içinde yaşatmayı bile çok görüyorlar, hayat hakkı da tanımak istemiyorlardı. Kendisini bu millete mensup bilen herkes, bu acıyı kalbinde hissediyordu.
Etkilenmeyenler, M. Akif ’in,** “Hay sıkılmaz! Ağlamazsan, bari gülmekten utan!”** dediği, sadece pek cüz’î bir istisna teşkil eden bazı soysuzlar idi.
Milletin bu hale gelmesi, Kur’ân’ın hayat veren ruhundan ve buyruklarından uzaklaşmasından ileri gelmişti. Kur’ân’ın toplumu ıslah eden prensiplerini tatbik etmeyen Müslüman, onu mezarlık kitabı, tefeül, muska veya mûsikî vasıtası haline getirmiştir. Kendisinin batması neyse, Kur’ân’ı da elinden bırakmadığı için batarken onu da beraber batırıyordu. Hâlbuki Kur’ân, mezarlıkta en çok okunan Yâsîn sûresinde, misyonunun “diri olan, yaşayan her bir insanı uyarmak, irşad etmek” olduğunu bildiriyordu. Ama cemaat bunu anlamıyor, hissetmiyordu. Daha doğrusu unutmuştu. Çünkü milletimizin bunu bildiği devirler olmuştu.
Akif ’in dünyasının merkezi Kur’ân’dır. Bunu, kendisi açıkça belirtmiştir. Ona göre yapılacak iş;
**
Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı**
** Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı**
Ashab-ı kiramı harekete geçirerek onlara, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük fütuhatını yaptıran, çeyrek asır kadar bir zamanda doğuda Hindistan’a, batıda İspanya’ya, kuzeyde Azerbaycan’a kadar götüren, Kur’ân değil miydi? Eski düşmanlarını, uğrunda canlarını seve seve verdirecek kadar kendisine bağlayan, Kur’ân ahlâk, adalet ve fazileti değil miydi? Muarızlarına bile kendisini kabul ettiren İslâm medeniyetinin Güneşi Kur’ân olmamış mıydı? (Mesela E. Renan şöyle der: “Bir medeniyetin değeri, yaratıcılığında, ilim ve sanat hayatına kattığı zenginliklerde, gerçekleştirdiği refah ve içtimaî adalette ise, İslâmlığı, bilhassa ilk beş asrında ve yer yer 18. asra kadar, dünya tarihinin en parlak devirleri arasında görmek icabeder”)
**Hani Kur’ân’daki ruhun şu heyulada izi? **
**Nasıl İslâm ile birleştiririz kendimizi!**
Bununla beraber Mehmed Akif ’in değerlendirmesine göre toplumumuz bir müddetten beri Kur’ân’ı gereği gibi ele almıyordu. Kur’ân’a büyük saygı duyan Türk milleti ile onun arasına adeta sisler ve bulutlar girmişti. Halkımızın ekserisi Kur’ân dili olan Arapça’yı bilmiyordu. Kur’ân’ı açıklamak için yazılan tefsir kitapları genel olarak Arap dilinde idi ve geniş kitlenin istifadesinden ziyade, yüksek bir ilmi seviyeye ve seçkin bir ilim ehline hitab ediyordu. Bu tefsirlerin çoğu eski dönemde yazılmış olmak itibarıyla toplumun şimdiki ihtiyaçlarına cevap vermede sınırlı kalıyordu. Toplumun Kur’ân kaynağından beslenmesini sağlayacak kanallarda tıkanıklık baş göstermişti. Dolayısıyla eğitimsizlik, gaflet, “nasıl olsa biz Kur’ân’ı okuyor ve biliyoruz” şeklindeki kanıksama, bu rehberden layıkıyla faydalanmaya mani oluyordu. Onun için, gür bir sesle milletimize hitap ederek Kur’ân anlayışımızı gözden geçirmeye davet etmiştir:
**
İnmemiştir hele Kur’ân, şunu hakkıyla bilin: **
**Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak **
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.