34,9739$% 0.16
36,7420€% 0.28
44,1241£% -0.32
2.974,72%-1,04
2.647,78%-1,18
10.125,46%0,66
Günümüzde babalar yoğun iş temposu, şehir trafiği,mobbing derken oldukça stresli ve gergin. Bunlar modern hayatın gerçekleri. Peki gerçekten babaların çocuklara ayıracakları zaman yok mu? Babası olduğu halde yetim kalmış çocuklar nereye doğru sürükleniyor? Aile sahibi oldu isek programsızlığımız yüzünden evlatlarımızı sosyal medyanın tuzaklarına mı itiyoruz?
**’Yorgunum, İşim Var, Daha Sonra Oynarız…’**
Yaşadığımız çağda yoğun iş temposu, trafik, kalabalık ve stres yüzünden anne-babalar eve çok yorgun geliyor. Çocuklarına ayıracak ne enerjileri ne de vakitleri kalıyor. Ekranın karşısında rahatlamaya çalışan ebeveynin hem kendi arasındaki hem de çocuklarıyla olan iletişimi çok zayıf. Modern aileler iş hayatı, televizyon, alışveriş ve benzeri sebeplerden ötürü evlatlarıyla neredeyse hiç vakit geçirmiyor. Araştırmalar da bu tezi destekliyor. Amerika ve İngiltere’de son otuz yılı baz alarak yapılan bir çalışma, ebeveynin çocukların gözünün içine bakarak konuşma sürelerinin yarı yarıya azaldığını gösteriyor. Bu da çocukların en önemli manevî besinden mahrum kalmasına yol açıyor.
Baba açlığı, kişilerde psikolojik rahatsızlıklara da sebep oluyor. Psikiyatrist Kemal Sayar, çocukluğunda sevgiyle büyütülen bireylerin anksiyete bozukluklarına ve depresyona yakalanma riskinin azaldığını aktarıyor. Psikanalist ve sinir bilimci Gerhard’ın sevginin önemini anlattığı kitabında geçen “Anne-babalar olarak bizler çocuklarımıza yeterli sevgiyi ve şefkati verebilirsek, her yıl dünyada milyarlarca doları antidepresanlara vermemiz gerekmeyecek.” cümlesi de durumun vahametini gözler önüne seriyor. Kimi çocuk ise tepkisini ‘tepkisizlik’ olarak gösteriyor. Ne babasına kızıyor ne de özleyip onun hakkında konuşuyor. Gayri iradi acıya karşı kepenklerini indiriyor.
Bazı ebeveynler ise çocuklarına yeteri kadar zaman ayıramadıklarının farkında. Ancak birçoğu bu vicdan azabını dindireyim derken başka bir hataya düşüyor. Suçluluk duygularını bastırmak için bol miktarda oyuncak alıyor, pahalı eğlencelerle eksikliğin giderileceği zannına kapılıyorlar. Hal böyle olunca çevremizde her gün oyuncak isteyen, sürekli mızmızlanan, en pahalı oyuncaklar alınsa dahi bir-iki gün içinde sıkılıp bir kenara atan, doyumsuz çocukların sayısı gittikçe artıyor.
Ölçüsüz ve dengesiz iletişim zamanla çocuğun şımarmasına-lâubalileşmesine sebep olacağından, şefkat-ciddiyet dengesinin korunması elzem. Çocuğun ‘Saldım çayıra Mevla’m kayıra’ felsefesiyle büyütülemeyeceğini her anne-babanın idrak etmesi şart. Küçükleri hayata hazırlamak ve şahsiyetlerinin gelişmesine yardımcı olmak için, onlara değer verip ilgilenmek, gönüllerini almak, herhangi bir suç işlediklerinde cezalandırmadan önce dinlemek, yaşlarına uygun görevler vererek sorumluluk sahibi olmalarına yardımcı olmak gerekiyor. Çocuk terbiyesinde önemli hususların başında yer alan manevî değerlerimizi en tesirli biçimde kavratmanın yolu da bizzat onları yaşamaktan geçiyor.
**İster Erkek İster Kız Çocuk Olsun, Babalar Yanlarında Olsun**
Anneyle olduğu gibi baba-çocuk arasında derin bağ sağlayacak bir içgüdüden söz edemesek de babaların verdiği güven duygusunun yerini hiçbir şey dolduramıyor. Anne-çocuk ilişkisi aile içi bağları sağlamlaştırırken babanın evladıyla diyaloğu, küçüğün dış dünyaya hazırlanmasını sağlıyor. Çocuk, duygusal iletişim becerilerini babası sayesinde kazanıyor. Onun yüz ifadelerinden, ses tonundan ve diğer sözel olmayan işaretlerinden duygularını nasıl okuyacağını anlıyor ve buna göre cevap veriyor. Zamanla empati kurmayı öğrenip bu kez kendi duygularını başkalarına nasıl aktaracağını kavrıyor. Babayla iletişimle doğru orantılı olan tüm bu silsilenin hayata geçmesi ise çocuğun ileriki yaşantısında problem çözme, yeni aktivitelere uyum gösterebilme gibi özellikleri kazanmasında büyük rol oynuyor.
Erkekler büyürken babalarından erkeklerin ilgileri, faaliyetleri ve sosyal davranışlarını; kızlar ise erkeklerle güvenli ve rahat bir ilişki kurmayı öğreniyor. Sevgi dolu babalar, erkeklerde başarı, kızlarda kişisel uyum üzerinde olumlu etki oluşturuyor. Aynı zamanda ahlâksal mantık yürütmeyi küçük zihinlere nakşediyor. Babasına baktığında sevmek istediği ama sevemediği bir insan gören pek çok çocukların ıstırabı ne yazık ki sadece aile içinde kalmıyor. Bu durum toplumsal ilişkileri de etkiliyor. Sosyal zekâları zayıf oluyor, insanlarla iletişim kurmakta güçlük çekiyorlar. Böyle kişiler içine kapanık olduğu için çok fazla arkadaş da edinemiyor.
Baba ilgisizliği, kızlarda büyüdüklerinde farklı eğilimlere de yol açabiliyor. Kız çocuğu, yetişkinliğe adım attığında çocukluğunda bulamadığı baba şefkatini arayabiliyor. Eş seçiminde sevecen olan ve şefkat görebileceği yaşlı erkeklere yönelebiliyor. Empati duygusu iyi gelişmediğinden sadece ilgi bekleyip eşini anlamakta güçlük çekiyor. Erkeklerde ise karşı cinseL bağımlı bir tutum ortaya çıkıyor. Baba sevgisi görmeyen erkekler, çoğunlukla eşlerinin üzerine daha çok titriyor, aşırı kıskanç oluyor ve onsuz hareket edemiyor. Aşırı baskın ve despot babaların evlatlarında ise pısırıklık ve hayata tutunamama kaçınılmaz oluyor. Evlendikten sonra sık sık telefonda konuşup bir araya geldiği, “Keşke birlikte kahve içsek, muhabbet etsek” dediği bir babaya sahip kaç tane kız ya da erkek çocuğu var? Bu kopukluk daha sonra dede ve ninenin ailenin içine dahil olmasını da engelleyebiliyor. Dolayısıyla torun ile dede-nine arasındaki iletişim ya zedeleniyor ya da hiç kurulamıyor.
**
Sosyal Medya, Baba Yokluğundan Nasıl İstifade Ediyor?**
Özenli yayınlardan oldukça uzak olan görsel medya, bu sosyal facianın körükleyici vazifesini gayet iyi eda ediyor. Dizi, film ya da sinemalarda sağlıklı aile modeli hiç işlenmiyor. Gördüğümüz baba tipi “En kötü nasıl olunur?” sorusuna cisimleşmiş bir cevap olarak ekranlara getiriliyor. Haliyle zihinlerde zaten tam olarak oluşmayan olumlu baba figürü, hepten yıkılıyor.
Kimi baba çocukları üzerinde tahakküm kurarak onlarla yeterli düzeyde ilgilendiğini düşünüyor. Oysa bu hareketleriyle onları boğuyor. Narsistik heveslerinin uzantısı olarak adeta bir uzuvları olarak gördüğü çocuklarını kendilerinden bir türlü ayrılmış gibi kabul etmiyor. Bu da maalesef çocukların giderek pısırıklaşmasına, sosyal hayattan çekilmelerine, daha edilgen olmalarına yol açıyor. Hâlbuki çocuğun birey olabilmesi için belli bir dönemden sonra ebeveynden psikolojik ayrılığının sağlanması gerekiyor.
Sayar’ın baba-oğul ilişkisinin handikaplarını özetleyen cümleleri de durumun ciddiyetini gösteriyor: “Oğulların öyküsü babaların öyküsünün tam kalbinden geçer. Babalarımız hayatta kim olduğumuzu, nasıl durduğumuzu, nereye ve nasıl baktığımızı tayin ederler. Sözgelimi baba, oğlunun ruhunda öyle kocaman bir yara açmış, onu varlığıyla o kadar sindirmiştir ki oğul bir türlü büyüyemez, yetişkin hayata adım atamaz, ebedî bir ergen olarak kalır. Etrafından hep bir baba azarı yiyebileceği korkusuyla hayatı kıyısından köşesinden yaşar, içinde babayla yaşanmış ve mağlubiyetle bitmiş bir savaşın ukdesi dolaşır. Babalar kimileyin o kadar kuvvetli bir gölge düşürürler ki oğulların hayatlarına; ayrımlaşmayı ve bağımsızlaşmayı başaramayan oğul, babasının bir uzantısı olarak, gölge gibi yaşamaya devam eder.”
**Bir Baba, Bir Dede Efendimiz( S.A.V.)’in Günümüz Babaları Kadar İşi Yok Muydu?**
İşte Efendimiz’in çocuklara şefkati ve ilgisi.
Efendimiz’in yüzünden eksik olmayan tebessümü ve şefkati, terbiye ediciliğinin vazgeçilmez parçasıydı. O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) torunlarını öpüp koklarken gören Akra’ b. Hâbis adlı sahabi, bunu yadırgayarak: “Benim on çocuğum var ve şimdiye kadar hiçbirini öpmüş değilim.”dediğinde, Allah Resûlü, “Allah kalblerinizden şefkat duygusunu çıkardı ise ben ne yapabilirim ki!” diyerek ona en güzel cevabını verir.
Resûlullah’ın torunlarıyla muhabbeti de hepimizin malumu. Nebiler Serveri, “Bunlar benim dünyadaki iki reyhanım.” dediği torunlarını sık sık kucaklar, bağrına basar. O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) sevgisi sadece kendi çocukları ve torunlarına münhasır değildir elbette. Çevresindeki bütün çocuklarla şakalaşır, onların anlayacağı dille konuşur, seviyelerine uygun espriler yapar. Burada dikkat edilmesi gereken husus; Allah Resûlü’nde sevgi ve şefkat arasında hassas bir denge gözetmesidir. Bu dengeyi oğlunu yitirdiğinde sergilediği teslimiyette de görüyoruz. Efendimiz, hicretin 10. yılında oğlu İbrahim’i daha 1,5 yaşındayken kaybeder. Çok sevdiği evladının vefatı üzerine mübarek gözlerinden yaşlar boşalır. Ağlamanın şefkat ve merhamet belirtisi olduğunu hal diliyle anlatan Allah Resûlü’nün, “Eğer tekrar buluşma vaadi olmasaydı… senin için daha fazla üzülürdük. Yine de senin için çok mahzunuz ey İbrahim! Gözler yaşarır, kalb hüzünlenir, lâkin biz Allah’ın hoşlanmayacağı şeyi söylemeyiz.” şeklindeki sözlerinin örnek alınması gerekir.
Çocuklardan, bir yetişkin gibi mükemmel ve hatasız davranmalarını bekleyemeyiz. Minikler çoğu kez yanlış yapar ve bunun farkında da olmayabilir. Hatalarını gördüğümüzde yargılamadan önce onları dinlemek ve dünyalarına girip anlamaya çalışmamız gerekir. Ancak bu şekilde kendilerine değer verildiğini anlayabilirler. Böylece çocuk, yaptığı davranışın yanlış olduğunu kavrayıp bir daha tekrarlamamaya özen gösterir. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) böyle bir durumda takındığı tavır da bize yol gösteriyor: Çocuk yaşlardaki sahabilerden Râfi’ b. Amr, başkasının bahçesindeki hurmaları taşlar. Bu yüzden Allah Resûlü’nün huzuruna getirilir. Efendimiz ona önce: “Yavrum! Hurmaları neden taşladın?” diye sorar. “Karnım açtı, yemek için taşladım.” diye cevap alınca Rehber-i Ekmel, “Peki, o halde bir daha hurmaları taşlama, dibine dökülenlerden ye, olur mu?” diye yumuşak bir şekilde onu uyarır.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.