Emeviler Dönemi 6

Emeviler Dönemi 6

Emevîlerîn Halifelik Dönemi Hicri: 41- 136
(Mahmud Şakir, Hz. Âdem’den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları)

Velid’e düşmanlarının yapmış oldukları iftiralara, amcalarının çocukları tarafından yapılan iftiralar da eklenmektedir. Çünkü O’nunla amcazadeleri arasında, tıpkı genelde akrabalar arasında çıkan ve özellikle de siyaset adamlarıyla halefleri arasında baş gös¬teren ihtilaflar gibi bir takım sürtüşmeler mevcuttu. Şurası bir va-kıadır ki Velid’in yerine amcası çocuğu ve katili olan Yezid Bin EI-Velid geçti. Yezid’e Nakıs (eksik) diye bir lakab takılmıştı. Çünkü memurların ve askerlerin maaşlarını kısmıştı. Velid kendi döne¬minde maaşları arttırmıştı, fakat Yezid başa geçince Hişam Bin Ab-dülmelik zamanındaki seviyelere tekrar indirdi. Yezid-i Nakıs, adil ve namusluydu. Bu sebepledir ki “Mervanoğullarının en adil hali¬feleri Ömer (Bin Abdülaziz)le Yezid-i Nakıs’dır” sözü meşhurdur.

Ne varki Velid, amcası oğlunun eliyle öldürüldü. Öldürülen tek Emevi Halifesi de O’dur. Esasen O’nun sonunu hazırlayan perva¬sızlığıydı. Yaptıklarından dolayı eşi dostu, aile halkı ve yakınları O’na bizzat bu cezayı verdiler. Şu halde O’nun Emevileri temsil edemeyeceği (işlediklerinden dolayı Emevileri suçlamanın doğru olamayacağı) söylenebilir. Çünkü bu aile O’na karşı gazaba gel¬miştir, O’ndan teberri etmiş (kendisiyle ilişkileri bulunmadığına dair ikrarda bulunmuş) sonra da O’nu öldürüp vücudunu ortadan kaldırmışlardır.’

İftiracılar gerek Muaviye’yi gerekse tüm Şam halkını, dinlerin¬de şaibeli, idrak ve şuurdan mahrum, tutucu ve hatta erkekle dişi deveyi, cuma ile çarşamba gününü birbirinden farkedemeyecek kadar cahil olmakla suçlamış, çarşamba günü cuma namazı kıl¬dıklarını, aralarında kendilerini uyaracak bir tek kişinin bile orta¬ya çıkmadığını iddia etmişlerdir.
Şimdi de gelin birlikte tarihçi Mesudi’yi dinleyelim. Muavi¬ye’yi kastederek diyor ki:

“Siyasetinde öyle üstün bir seviyeye ulaşmış, öyle büyük bir maharet kazanmıştı ki (halkını hayvan gibi güdüyordu.) Nitekim Sıffin Savaşı’ndan sonra Kufe’li (Hz. Ali’nin askerlerinden) biri er¬kek bir deveye binmiş olarak Şam’a girer, o sırada Şam’lı biri bu¬na asılarak:

“Bu benim dişi devemdir. O’nu Sıffin’de elimden aldın şimdi geri istiyorum, diye tutturur. Mesele Muaviye’ye kadar intikal eder. Şam’lı adam, bu dişi deve’nin kendisine ait olduğuna dair el¬li kişiyi de şahit gösterir. Nihayet Muaviye devenin Şam’lıya ait olduğuna hükmederek onu Kûfe’liden alıp kendisine teslim eder ve O’nu savar. Kufe’li şahıs Muaviye’ye ;

– “Efendimiz! Bir kere deve dişi değildi. Bu nasıl iştir?” diye hayret içinde olup bitenlere itiraz edince Muaviye O’na:
“Bak kuzum, hüküm verilmiş, bu iş bitmiştir” dedikten sonra devenin değerini sorar ve bir kat fazlasıyla Kufe’liye ödedikten ve kendisine epeyce iyilik ve ihsanlarda bulunduktan sonra O’na şöyle der:

“Şimdi git ve Ali’ye yüzbin kişilik bir orduyla üzerine geldiğimi ve bu ordu içinde erkekle dişi deveyi birbirinden farkedecek bir tek kişi bile bulunmadığını ağzımdan bildir, anladın mı?”

Şam’lılar, Muaviye’ye boyun eğmekte o hale gelmişlerdi ki: (Hz. Ali’yle çarpışmak üzere) Siffîn Savaşı’na gittikleri bir Çarşamba günü Muaviye onlara Cuma namazı kıldırdı. O’na kellelerini körü körü¬ne ödünç vermişlerdi. Hz. Ali’nin güya Ammar BinYasir’i kendisi¬ne yardım etsin diye savaşa götürürken öldürdüğü yolunda Amr Bin El-As’ın sözlerine kesinlikle inanıyorlardı. Bu boyun eğme on¬larda öyle bir raddeye vardı ki Hz. Ali’ye (haşa!) lanet okumak ar¬tık yaygın bir hale gelmişti. Öyle ki: Çocuk, bu âdetin içinde dün¬yaya gözünü açıyor ve bunu ölünceye kadar sürdürüyordu.

Şam halkının o devirde, içinde bulundukları cehalete -sözde-örnek olarak, yine Mes’udî şunları anlatıyor, diyor ki:
Hikâyecilerden biri, Şam halkının ileri gelenlerinden ve akıl danışılanlarından birine:

– İmamların minber üzerinde (her Cuma günü) kendisine la¬net okudukları şu Ebu Turab da kimdir acaba, diye sorar. Adam masum masum:
– Galiba hırsızın biri olacak, diye cevap verir.
Bu kez de Cahız, avamdan hacca gitmek üzere olan bir adam¬dan duyduklarını şöyle anlatıyor ve diyor ki:
– O’na Kabe’den bahsetmişler. (Tabi adam Kabe’nin ne oldu¬ğunu bilmiyor) Bana dedi ki:
– Acaba Beyt’den kim benimle konuşacak? (Sorusunun esas sebebi şuydu:) Bir arkadaşı kendisine Kâbe’den söz ederken “on¬lardan biri” diye bir ifade kullanmış. (O da herhalde Kabe’yi bir grup insan zannetmiş olmalı.) Ayrıca bu arkadaşının Hz. Muhammed’i anarken salavat getirdiğini duyunca da kendisine:
– Şu sözünü ettiğin Muhammed kim olmalı acaba? Yoksa Rabbimiz o mu? diye bir soru sorduğunu da anlattı.
Arkadaşlarımdan biri de bir keresinde bana şöyle bir şey daha anlatmıştı:
Darüsselam’da (yani Bağdat’ta) yine avamdan bir adam kom¬şusunun zındık olduğuna dair Vali’ye şikayette bulunur. Vali de adamın mezhebini sorar (görüş ve inanışları hakkında bilgi ister) şikayetçi de şöyle anlatır:
– Efendim O, Mürcî’dir, Kaderî’dir, Nasibi ve Rafızî’dir.
(Adam biraz daha bilgi vereyim derken) bu kez de:
– O, As oğlu Ali’yi katleden Hattaboğlu Muaviye’ye kin besle¬mektedir, deyince artık vali dayanamaz ve O’na:
– Be adam! Bilmiyorum ki seni hangi üstün meziyetinden do¬layı kıskanayım, felsefe konusundaki derin bilgilerine mi yoksa soy bilimindeki geniş malumatına mı imreneyim? diyerek adamı kovar. Yine arkadaşlarımdan biri anlatıyor, diyor ki:
İlim erbabından bazı arkadaşlarla oturup Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Muaviye ile ilgili olarak konuşur münazaralar yapardık. Ancak ilim ehlinin konuştuklarını dile getirirdik. Bu sıralarda da avamdan bazı kimseler gelir bizi dinlerlerdi. Bir defasında bu adamların arasından ve en akıllılarından biri, -kocaman da bir sa¬kalı vardı- bize:
– Şu Muaviye’den ve falandan filandan ne kadar da çok söz ediyorsunuz! Ben de O’na:
– Peki senin görüşün nedir, dedim.
– Kimi kastediyorsun, kimin hakkında, diye sordu.
– Hz. Ali hakkında, dedim. Ne dese beğenirsiniz?
– Haa…Şu Fatıma’nın babası değil mi, dedi. Bu sefer ben:
– Peki, Fatıma kimdir? diye sordum. Buna da:
-Kim olacak! O, Hz. Peygamber’in hanımı, Hz. Ayşe’nin kızı ve Muaviye’nin de kızkardeşidir, diye bir cevap yapıştırınca O’na bu kez de:
– Peki, sen Hz. Ali hakkındaki olayı biliyor musun, diye sordum. Bunu da şöyle cevaplandırdı:
– Elbette, O Huneyn Savaşı’nda Hz. Peygamberle birlikte şehid edilmiştir.
Abbasî’lerin öncülerinden ve Emeviler’i ortadan kaldıran Ab¬dullah Bin Ali, son Emevi Hükümdarı Mervan’ı yakalamak üzere Şam’a gidince, şehrin ileri gelenlerinden, zenginlerinden ve komu¬tanlarından bir grup toplayarak yeğeni olan ilk Abbasi Halifesi Ebu’I-Abbas Es-Seffah’a gönderdi. O’na yemin ederek şöyle dediler:
“Siz idareyi ele alıncaya kadar, Hz. Peygamber (sav)’in Emevilerden başka akrabaları ve varisleri bulunduğunu kesinlikle bilmiyorduk![42]
Görüldüğü gibi bu rivayetlerin hiç birini, ciddiye alarak yalan¬lamaya bile değmez. Çünkü kendi kendini reddetmekte ve birbi¬riyle çelişmektedir. Bu rivayetlerle o günün toplumunun tümü suçlanmış, fesada uğramış bir güruh olarak nitelenmiştir. Aynı za¬manda bu iftiraların bir neticesi olarak İslamın Hz. Peygamber (sav)’le Hz, Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in devirlerinden başka hiç bir zaman bir hayat nizamı olarak uygulanamadığı yolunda bir takım şayiaların yayılmasına da sebep olmuştur. Çünkü Emevi ailesine mensup olmasından dolayı Hz. Osman hakkında bile o kadar çok şey söylenmiştir ki birçok kimse tarafından bu konudaki gerçekle¬rin bilinmemesine yol açmıştır. Toplumun, o devirde kokuşmuş olduğu yolunda ortaya attıkları dedikoduları bazı şairlerin sözle¬riyle kanıtlamaya çalışıyorlardı. Bilhassa aşk ve kadın konulu veya müstehcen şiirleriyle tanınmış kimselerin adlarını kullanıyor, on¬lara, söylememiş bulundukları kasideleri mal ederek veya şiirler uydurarak onların kasideleri arasına yerleştirip bu işleri yapıyor¬lardı.
Bunlardan biri de Ömer Bin Ebi Rabia’nın kasideleridir. O günkü toplumu bu zatın şiirleriyle canlandırmaya çalıştılar. İşin esasına bakılacak olursa Şair Ömer’e mal edilen kasidelerin hep¬sini o söylememiştir. Eğer bunları bizzat kendisi bile söylemiş ol¬sa, sadece hayallerini bu şiirlerinde dile getirmiştir. Gerçek hayat¬ta cereyan etmiş olaylar değildir. Zira kendileriyle karşılaştığını, görüşüp sohbet ettiğini ileri sürdüğü Mısır’lı Şam’lı ve Irak’lı ha¬nımlarla esasen bir araya gelmesi o kadar da kolay değildi. Olsa ol¬sa bir ihtimalle hac mevsiminde onları görmüş, onlar da kendisi¬ni görmüş, birbirlerini sevip beğenmiş olabilirlerdi. Şiirlerinde söylediği şeyleri de (bu ilgiyle) ancak hayalen yazmış, duygularını da böylece tatmin etmiş, kasideler nazmederek, sanatını beğen¬miş, bu şiirlerini arkadaşlarına sohbet toplantılarında okumak üzere saklamış olabilir ki sonraları ele geçirilmiş ve kasıt peşinde olan kimselerce istedikleri gibi kullanılarak o günün toplumu işte anlatıldığı gibi bu suretle canlandırılmıştır.
Tabi eğer bu şiirler kesin olarak O’na aitse mesele böyledir, yok eğer uydurulmuş ve O’na sonradan mal edilmiş ise bunu da artık Allah bilir.
Yukarıda söylediklerimizi O’nun şiirlerinde görmek mümkün¬dür. Mesela Medine-i Münevvere’de, namaza giderken yolunun üzerinde namaza gitmekte olan kızlara rastladığını, torbasında bulunan şeyleri onlara attığını, onlarla sohbet ettikten sonra da ta¬sarladığı yere gittiğini anlatmaktadır. Bu şiirinin bir kıtasında di¬yor ki:
Küba [43] dan geçerken bana, uğradı bir sürü ceylan, Namazgaha koşuştular, bölük bölük gizli yoldan. Çıktım önüne onların, soyundum ar-u namusdan; Eski huyumdur bu benim, hoşlanırım ben kızlardan.
Burada beyitlerin, hayali bir olaya delalet ettiği açıktır. Çünkü kızlar, hiç şüphe yok ki haya, vakar ve ağırbaşlılık içinde namazga¬ha giderlerdi. Nitekim kendisi de öyle anlatıyor. Fakat biraz sonra içinden geçen manzarayı düşünerek bu beyitleri nazmetmiş, (içinde canlandırmıştır.)
Şöyle bir şey daha anlatılmaktadır:
Sözde İbni Ebi Atik, Ömer Bin Rabia’ya amcası kızı Zeyneb Binti Musa El-Cimhiyye’nin üstün zekasını ve güzelliğini anlat¬mış, şair Ömer de kızı görmeden O’na aşık olup, üzerine uzun ka¬sideler yazmıştır. Dolayısıyla O’nu sevdikleri veya O’nun kendile¬rini sevmekle şöhret kazandığı söylenen kadınlar için de aynı şey söz konusudur. Bunlar tanınmış, şöhretli ve saygın kadınlardı. O’nlara ulaşmak onlarla konuşup sohbet etmek o kadar kolay ve pek mümkün değildi.
Bu hanımlardan bir kaçının adını vermekle söylediklerimizin ne kadar gerçek olduğu daha da anlaşılacaktır. Bu kızların en ta¬nınmışları şunlardı:
Hz. Hüseyin’in kızı Sekine, Abdurrahman Bin Avf’ın kızı Su’da, Talha Bin Ubeydullah’m kızı Ayşe, Abdullah Bin Abbas’ın kızı Lübabe, Abdülmelik Bin Mervan’m kızı Fatıma, Mervan Bin El-Hakem’in kızları Ümmü Muhammed ve Ramle, Muhammed Bin El-Eş’as’ın kızı Fatıma, Halid Bin Mus’ab’ın kızı Sekine, Mahzumoğullarından Saad’m kızı Gülsüm, Abdullah Bin El-haris Bin Ümey-ye’nin kızı Süreyya (Süheyl Bin Abdülaziz Bin Mervan’ın hanımıy¬dı), ayrıca NuamEl-Cimhiyye, Abdullah Bin Halef El-Huzaî’nin kı¬zı Ramle ve Musa El-Cimhi’nin kızı Zeynep.
Bu hanımlar yaşadıkları asrın veya yaşadıkları toplumun seçkin tabakasının başında gelen en saygın hanımefendileri idiler. Ta¬bi toplumu muhtelif tabakalara ayırmak eğer doğru ise bunu söy¬lemek mümkündür ki îslam böyle bir düzeni ve böyle bir taksima¬tı asla tanımamakta ve kabul etmemektedir. Ancak şu noktayı da bilhassa işaret etmek gerekir ki: Acaba hac mevsiminde ve bizzat o kutsal mekânlarda üstelik büyük sahabilerden birçoğunun henüz hayatta bulundukları o günlerde böyle bir davranış gösterebilmek için gerek bu hanımlarda gerekse o şair’de utanma duygusu bu ka¬dar da mı azaldı dersiniz? Toplum, acaba bu seviyelerdeki çirkin¬likleri ve kutsal değerlere yapılan saygısızlıkları kabul edecek ka¬dar da mı kötüleşmişti?.. Gerçek şudur ki: Çağımızın İslam düş¬manları Emevi Devrini böyle vasıflandırmak ve Müslümanların bu duruma düşmesini istemektedirler.
Onun için bu kasideleri yeniden yayınlayarak, sebeplerini abarta abarta anlatıp onlara başka şeyler daha ilave ederek ger¬çekmiş gibi canlandırmış bulunuyorlar. Anlattıklarına göre güya, bahsi geçen hanımlar sırf şair Ömer Bin Rabia ile buluşmak, onla¬rı şiirlerinde anlatması, dolayısıyla meşhur olup adlarının yayıl¬ması için O’nunla bir araya gelebilmek maksadıyla uzak memle¬ketlerden hacca geliyorlardı. Bununla dahi yetinmeyip Nuaym’ın elinde parfüm bulunduğu halde Şair Ömer Bin Rabia ile Mescid’ül-Haram’ın (yani Kabe’nin) hareminde buluştuğunu rivayet ediyorlar. Sözde Nuaym Şair’in elbisesine güzel kokular sürmüş, O’na gülücükler sunarak geçip gitmiştir.
Keza O’nun bir keresinde Mescid’ül-Haram’a giderken yolda Zeynep’le karşılaştığını, esas gidecekleri yeri bırakarak Mekke ma¬hallelerinden birine daldıklarını rivayet ediyorlar. Yine O’nun bir keresinde Abdullah bin Abbas’ın kızı Lübabe’yi Kabe’yi tavaf ederken o gün için insanların hiç birinde bulunmayan çarpıcı bir güzellik içinde görüp seyrettiğini, o sırada neredeyse aklını oyna¬tacak olduğunu, Lübabe ile tanıştığını ve kimlerden olduğunu öğ¬renince de gidip aşkına uzun kasideler yazdığını anlatıyorlar.
Peki sormak lazım, acaba Kabe-i Muazzama ne vakit bu tür oyunlara (kur, ve flört gibi) çirkinliklere sahne olmuş ki onlar da böyle pervasız davranmış olabilsinler? Yoksa hacılar bu iş için mi Kabe’yi ziyaret etmeye geliyorlardı. Yine sormak lazımdır: Acaba ne zaman hacılar bu tür davranışları sadece seyretmekle kalmış, bu gibi şeylere rıza göstermişlerdir? İşte bütün bu sorular, söz konusu iddiaları haddizatında reddetmekte, bu kasidelerin hayal mahsulü olduklarını ve sonraları Emeviler’in düşmanları tarafın¬dan aleyhlerinde kullanıldıklarını ya da kendilerine ait olan başka beyitler de ilave ederek Şair Ömer Bin Rabi’a’ya isnad ettiklerini kanıtlamaktadır ki bunu maksatları için bir sebep olarak kendileri bizzat hazırlamışlardır.

Mustafa Zahideoğlu( mustafa.zahideoglu@bedirhaber.com )

YORUM ALANI

Yorum Yok
YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.