40,2607$% 0.13
46,7252€% 0.08
53,9495£% 0.21
4.320,96%0,56
3.334,69%0,33
10.219,40%-0,06
02:00
Genelde dinin, özelde ibadetler ve hukuk alanındaki dinî hükümlerin gayeleri anlamında bir tabir.
Sözlükte “bir şeyi hedeflemek, ona yönelmek” anlamındaki kasd kökünden türeyen ve “niyet, amaç” gibi mânalarda kullanılan maksıd kelimesinin çoğulu olan makāsıd İslâmî literatürde geniş anlamıyla “din”, daha dar anlamıyla “dinî bildirime dayalı amelî hükümler” mânasındaki şerîat kelimesiyle birlikte kullanıldığında “dinin gayeleri” ya da “naslarda yer alan amelî hükümlerin gayeleri” anlamına gelmektedir. Bu kavramın daha çok İslâm hukukçularınca ele alınması ikinci mânanın öne çıkmasına sebep olmuş, hatta zamanla fıkhî hükümlerin gayelerini, yani gerek naslarda açıkça belirtilmiş gerekse ictihad yoluyla ulaşılmış dinî-hukukî düzenlemelere hâkim olan amaç unsurunu ifade eden bir tabir haline gelmiştir. Fıkıh literatürünü oluşturan değişik eser türlerinde ve özellikle usul eserlerinde “makāsıdü’ş-şerîa, makāsıdü’ş-şâri‘, makāsıdü’t-teşrî‘, el-makāsıdü’ş-şer‘iyye” gibi tamlamalarla ifade edilen makāsıd düşüncesinin çağdaş bazı çalışmalarda “ehdâfü’ş-şerîa, rûhu’ş-şerîa” gibi tabirlerle de ele alındığı görülmektedir.
Klasik dönem İslâm âlimleri makāsıdın önemine vurgu yapan ifadeler kullanmış ve şâriin gayelerinin neler olduğu hususunu açıklığa kavuşturmaya çalışmış olmakla beraber bunun için bir tanım yapma ihtiyacı duymamışlardır. Bilindiği kadarıyla bu konuda ilk tanıma Muhammed Tâhir İbn Âşûr (1879–1973)’un eserinde rastlanmaktadır. Ancak İbn Âşûr bu kavram için toplu bir tanım vermemiş, makāsıdı genel ve özel olmak üzere ikiye ayırıp her birini tanımlamıştır. Ona göre genel makāsıd, şâriin şer‘î hükümlerin sadece bir kısmında değil bütününde veya büyük çoğunluğunda göz önüne aldığı mâna ve hikmetlerdir. Özel makāsıd ise şâriin insanların özel hukukî tasarruflarında (her bir hukukî fiille ilgili düzenlemede) onların yararlı amaçlarını gerçekleştirmek veya genel menfaatlerini korumak için hedeflediği niteliklerdir (Maḳāṣıdü’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, s. 51, 146; açıklaması için aş.bk.). Makāsıdın terim anlamı için İbn Âşûr sonrasında kaleme alınan çalışmalarda birçok tanım verilmişse de bunları “İslâm’ın getirdiği hükümlerin gayeleri” şeklinde özetlemek mümkündür. Klasik literatürde makāsıd kavramıyla yakından ilişkisi olan birçok terim bulunmaktadır. Meselâ “hikmet (hikmet-i teşrî‘), illet, sebep, mâna, münâsip vasıf” gibi terimlerin özellikle bir kısım tanımları bazan doğrudan makāsıd anlamında kullanılsa da yaygın biçimde makāsıd terimi bütün hükümleri kapsayan genel amaçlar, diğer terimler ise belirli hükümlerin özel amaçlarıyla ilgili olarak kullanılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde evrende bir nizamın bulunduğu, hiçbir şeyin boşuna yaratılmayıp bir amaca dayandığı, kâinattaki varlık ve oluşların insanın hizmetine verildiği, bu durumun evrendeki bütün varlıklar içinde özellikle insanı gāiyyet planında merkezî bir konuma getirdiği belirtilir. İslâm âlimleri bu âyetlerden, buralarda yalnızca kozmolojik bir hakikatin vurgulanmasının değil kâinatta belirli bir mevkiye yerleştirilmiş olan insanda ahlâkî şuuru uyandırmanın amaçlandığı sonucuna ulaşmış olmakla beraber (bk. GĀİYYET), kullara yönelik ilâhî emirlerin gāî ciheti bazı kelâm problemleriyle karma biçimde ele alındığından ibadetler ve hukuk alanındaki dinî bildirimlerin amaçları konusunda farklı eğilimler ortaya çıkmıştır.
Allah’ın kulları için iyi olanı yapmak ve faydalı olanı emretmek zorunluluğunun bulunup bulunmadığı (vücûbü’l-aslah) ve dinî sorumluluk bağlamında insan fiillerinin iyilik ve kötülüğünün akılla bilinip bilinemeyeceği (hüsün-kubuh) meselesinde ortaya çıkan eğilimler, makāsıd düşüncesinin temelinde yer alan ta‘lîl konusuyla ilgili görüşler için de yönlendirici bir etkiye sahip olmuştur. Özetle, Mu‘tezile ve Mâtürîdiyye ekollerinin yaklaşımı Allah’ın fiillerinin, dolayısıyla hükümlerinin bir gayeye yönelik (muallel) olduğunu söylemeyi mümkün kılarken Eş‘ariyye’ye mensup İslâm âlimlerinin bunun teorik olarak ifade edilmesini bazı kelâmî mülâhazalarla sakıncalı bulduğu görülür (bk. HÜSÜN ve KUBUH; İLLET; TA‘LÎL).
Kelâm sahasındaki bu görüş ayrılığına rağmen temelde hükümlerin amaçlarını ortaya çıkarmaya yarayan ta‘lîl işlemi fıkhî düşüncenin vazgeçilmez bir öğesi olduğundan fıkıh usulünde ahkâmın ta‘lîl edileceği ilkesi –Zâhirîler gibi ta‘lîl fikrine bütünüyle karşı çıkanlar hariç– âlimlerce genel kabul görmüş ve karşılaşılan yeni fıkhî meselelerin çözümünde ta‘lîl yöntemi uygulanagelmiştir. Nitekim günümüze ulaşmış ilk usul eseri olan İmam Şâfiî (767–820)’nin er-Risâle’sinden itibaren yazılan usul kitaplarının büyük çoğunluğunda ta‘lîl düşüncesinin açık bir göstergesi olan kıyas bir hüküm çıkarma metodu olarak yerini almış, kıyas dışındaki ictihad türlerinde de her dönemde ta‘lîle başvurulmuştur.
Makāsıd fikrinin temellerinden biri de “fıtrat” ile makāsıd arasındaki ilişkidir. Bu hususa büyük önem veren İzzeddin İbn Abdüsselâm (1181–1262)’a göre Allah, insanların fıtratına genel olarak faydayı belirlemeye yarayan bilgileri yerleştirmiştir. Meselâ çok faydanın az faydaya veya az zararın çok zarara tercih edilmesi gerektiği insanların fıtratına yerleştirilen bir kuraldır. Bu sebeple zaruri faydalar konusunda filozofların görüşleriyle şer‘î hükümler aynı noktada buluşmaktadır (Ḳavâʿidü’l-aḥkâm, II, 60). Fıtrat-makāsıd ilişkisine dikkat çeken İbn Âşûr (1879–1973) ise fıtratın Allah’ın yarattıklarında gözettiği düzen olduğuna işaret ederek bu açıdan İslâm hukukunun genel amacının insan fıtratını koruma ve bozulan yanlarını düzeltme olduğunu vurgulamıştır (Maḳāṣıdü’ş-şerîʿa, s. 56-59). İslâm’ın fıtrat dini oluşu, bu dinin insanın yaratılıştan gelen özellikleriyle uyum içinde bulunması anlamını taşır. Dolayısıyla İslâm’ın getirdiği hükümler, insanî bir medeniyetin oluşturulması için gereken ihtiyaçları karşılamak durumunda olduğundan İslâm’ın insan fıtratına ters düşen herhangi bir hüküm içermesi düşünülemez (Allâl el-Fâsî (1910–1974), s. 66-67).
Sahâbe döneminden itibaren İslâm âlimlerinin ictihadlarında hükümlerin gerekçeleri ve hedeflerine önem veren bir tavır ortaya koymaları, gerek usul gerekse fürû alanındaki teorik fıkıh incelemelerinde bir yandan her bir hükmün amacı, öte yandan genel olarak şeriatın amaçları üzerinde durulması ve bu konuda bir terimleşme sürecinin başlaması sonucunu beraberinde getirmiştir.
Makāsıd düşüncesinin terimleşme sürecinde öncü bir konuma sahip olan İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî (1028–1085) maksûd, maksıd, makāsıd ve garaz kelimelerini “şer‘î hükümlerin gayeleri” anlamında eserlerinin birçok yerinde kullanarak konunun önemini vurgulamış ve hükümlerin belirli amaçlar için konduğunu kavramayanları bu hususta basiretsiz davranmakla itham etmiştir (el-Burhân, I, 295; II, 913, 925, 961; el-Ġıyâs̱î, s. 72, 90, 181, 183).
Cüveynî’nin öğrencisi Gazzâlî (1058–1111)’nin de makāsıd konusundaki görüşlerini hocasının verdiği örnekleri kullanarak açıkladığı ve onun yaptığı ayırımlardan etkilendiği görülür (el-Müstaṣfâ, II, 489 vd.; Şifâʾü’l-ġalîl, s. 162 vd., 211 vd.). Ancak Gazzâlî’nin konuyu daha açık ve geniş bir şekilde işleyerek makāsıd anlayışına getirdiği yenilikler inkâr edilemez.
Gazzâlî ile birlikte yeni bir aşama kaydeden makāsıd düşüncesi İzzeddin İbn Abdüsselâm (1181–1262)’ın Ḳavâʿidü’l-aḥkâm fî meṣâliḥi’l-enâm’ı, Şehâbeddin el-Karâfî (1228–1285)’nin el-Furûḳ’u gibi eserlerde daha geniş biçimde ele alınmış, nihayet Şâtıbî (1320–1388)’nin bu alanın en seçkin kitabı sayılan el-Muvâfaḳāt’ında müstakil bir teoriye kavuşturulmaya çalışılmıştır.
el-Muvâfaḳāt’ı yazmadaki birinci amacının gaye meselesini işlemek olduğunu belirten Şâtıbî, klasik fıkıh usulü eserlerinde ele alınan konulara makāsıd bahsini ilâve ederek onu usul ilmiyle mezcetmiştir. Kitabının beş ana bölümünden hacmi en uzun olan üçüncü bölümünü makāsıda ayırmış, diğer bölümlerde yeri geldikçe bu konuya temas etmiş ve bu yaklaşımıyla dinî-hukukî hükümlerin ele alınış biçiminde yeni bir çığır açmıştır. Onun makāsıd bahsini ele almasındaki temel hedeflerinden biri şer‘î hükümlerde kesinliği sağlayacak bir delile ulaşma gayretidir. Aradığı bu kesinliği tümevarım (istikrâ) yönteminde ve bu yöntemle ulaştığı şer‘î gayelerde bulan Şâtıbî, fıkıh usulü ilmine getirdiği bu yeniliğin bid‘at olarak nitelendirilmesinden çekinerek eserinde izlemiş olduğu yöntemin Kur’an ve Sünnet’e, Selef’in ve daha sonraki İslâm âlimlerinin anlayışına uygun olduğunu, hatta kendisinin bu yolla Mâlikî ve Hanefî usulünü uzlaştırdığını belirtmiştir (el-Muvâfaḳāt, I, 8-17 vd.).
Şâtıbî’den sonra usul eserlerinde makāsıd konusunda önemli bir gelişme kaydedilmemiş, klasik görüşlerin tekrarıyla yetinilmiştir. Modernleşme sonrası İslâm dünyasının problemleri karşısında İslâm hukukunun ihyası ve tecdidi meselesi gündeme gelince makāsıd bahsi tekrar ele alınmış, Şâtıbî’nin el-Muvâfaḳāt’ı yayımlanmış ve eser ilim adamlarının çalışmalarına ışık tutmaya başlamıştır. Tunus müftüsü ve Zeytûne Üniversitesi Rektörü Muhammed Tâhir İbn Âşûr (1879–1973), Şâtıbî’nin yolunu izleyerek Maḳāṣıdü’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye adıyla bu konudaki ilk müstakil eser olma özelliğini taşıyan kitabını kaleme almış; makāsıdın fıkıh usulünden bağımsız bir ilim dalı haline getirilmesi gerektiğini savunmuştur.
Makāsıd konusuna temas eden eserlerde İslâm’ın getirdiği hükümlerin nihâî gayesinin insanların maslahatlarını gerçekleştirmek, yani yararlı sonuçların elde edilmesini ve zararlı olanların giderilmesini sağlamak olduğu ve bu noktada İslâm âlimleri arasında görüş birliği bulunduğu ifade edilir. Tümevarım yoluyla deliller incelendiğinde kesin olarak şer‘î hükümlerin belirli faydaları hedeflediği sonucuna ulaşılır (Şâtıbî, II, 79-82).
Kur’ân ve Sünnet’ten örnekler:
Bu bağlamda maslahat, insanla ilgili dünyevî ve uhrevî bütün faydalı sonuçları ifade eder; makāsıd ile mesâlih arasında doğrudan bir ilişki vardır. Hatta makāsıd mesâlihi kuşattığı için her iki kavram zaman zaman birbirinin yerine kullanılmıştır (bk. MASLAHAT).
Gazzâlî (1058–1111), şer‘î-amelî hükümlerde söz konusu olan maslahatın, mutlak anlamda bir faydanın sağlanması veya bir zararın önlenmesinin ötesinde hukukun konmasındaki temel gayenin (maksûdü’ş-şer‘) korunması olduğunu vurgular (el-Müstaṣfâ, II, 481-482). Şâtıbî (1320–1388) ise maslahatın tespitinde yalnız dünyevî faydalara göre değil, âhiret perspektifi gözetilerek hareket edilmesi gerektiğini belirtir; şer‘î hükümlerin insanları nefsî isteklerinden uzaklaştırarak Allah’a kul olmalarını sağlamak için konulduğunu ifade eder (el-Muvafaḳāt, II, 63-65).
İslâm teşrîinin ana gayeleri, korunması hedeflenen yararların önem derecesi açısından üç kademeli bir tasnife tâbi tutulmuştur. Temelini Cüveynî (1028–1085) atmış, talebesi Gazzâlî (1058–1111) bunu “zarûriyyât, hâciyyât, tahsîniyyât” diye isimlendirmiştir:
Hikmetle ta‘lîl meselesi –maslahat ve makāsıd anlamlarını içeren–, gayeyi esas alan ictihadın ana konularındandır. Hikmetin tespitindeki sübjektiflik sebebiyle usulcülerin çoğu bunu câiz görmememiş, ancak Gazzâlî (1058–1111) ve Âmidî (1156–1233) gibi usulcüler, sınırları belli ve açık vasıf olması halinde hikmetle ta‘lîli kabul etmişlerdir (Şifâʾü’l-ġalîl, s. 615 vd.; el-İḥkâm, III, 186). Uygulamada ise İslâm hukukçuları naslar ve makāsıdı birlikte değerlendirerek istislâh veya istihsan gibi adlarla aslında hikmetle ta‘lîl esasına dayanan birçok ictihad örneği ortaya koymuşlardır.
Kıyasın temel unsuru olan illeti belirlemede en önemli yollardan münasebet, hüküm ile illet arasındaki uygunluk araştırmasıdır; dolayısıyla illetin hükmün hikmetini (gözetilen amaç ve faydayı) gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğinin araştırılması makāsıd açısından büyük önem taşır.
Makāsıdın ayrı bir ilim dalı sayılacak derecede önem kazanması genel makāsıd anlamının öne çıkmasıyla olmuştur. Belirli hükümlere ilişkin özel amaçları ifade etmek için illet veya hikmet gibi terimler yeterli olsa da geniş anlamıyla makāsıdı başka bir terim kuşatamaz. Bu sebeple çağdaş literatürde makāsıdü’ş-şerîa denince çoğunlukla hukukun genel amaçları kastedilir. İbn Âşûr (1879–1973)’un “şer‘î hükümlerin bütününde veya çoğunluğunda göz önüne alınan mâna ve hikmetler” şeklindeki tarifi bu çerçevededir. Bu amaçlar Allah’a kulluk, adalet ve toplumsal düzen, eşitlik ve hürriyet, erdemli toplum, yeryüzünün imarı, itidal ve kolaylık, uygulanabilirlik gibi başlıklarla incelenir.
Genel amaçların tespiti kadar özel amaçların tespiti de önemlidir. Hukukun bir dalı veya her bir hukukî müessese için hedeflenen gayelere örnek: rehinde teminatın sağlanması, nikâhta aile düzeninin tesisi, boşanmanın meşrû kılınmasında sürekli zararın önlenmesi (İbn Âşûr, s. 146).
Bu alanda, Alâeddin Muhammed b. Abdurrahman el-Buhârî (ö. 1438), Şâtıbî (1320–1388)’nin usul düzeyinde ele aldığı makāsıdı tek tek meselelerde hikmetleri açıklayarak uygulamış olan Meḥâsinü’l-İslâm ve şerâʾiʿu’l-İslâm’ı kaleme almıştır. Şah Veliyyullah ed-Dihlevî (1703–1762) de Ḥüccetullāhi’l-bâliġa’yı şer‘î hükümlerin hikmetlerini ortaya koymak amacıyla yazmış; “ilmü esrâri’d-dîn” adını verdiği bu ilmi, dinin doğru anlaşılması ve uygulanması için en üstün şer‘î ilim saymıştır (Ḥüccetullāhi’l-bâliġa, I, 3).
Özellikle Şâtıbî (1320–1388) ve İbn Âşûr (1879–1973)’dan hareketle önerilen başlıca yöntemler:
Kur’an ve Sünnet’in doğru anlaşılması, delillerden hüküm çıkarma ve görünürde çelişen deliller arasında tercihte olduğu gibi; hakkında nas bulunmayan meselelerde istislâh/istihsan gibi ictihadlarda da naslarda gözetilen amaçların dikkate alınması gereklidir. Bu sebeple makāsıdü’ş-şerîa, İslâm kültür ve hukukunun en önemli kavramları arasına girmiştir.
Cüveynî (1028–1085) ve Gazzâlî (1058–1111) gibi usulcüler tarafından ictihadın şartları arasında sayılan şâriin gayelerinin tam anlaşılması, Şâtıbî (1320–1388) tarafından ictihadın vazgeçilmez şartı sayılmıştır. Ona göre fıkıh âlimlerinin hataları çoğu kez şâriin gayelerini gözden kaçırmalarından doğmuştur; aksi halde cüz’î deliller parçacı bir yaklaşımla temel esaslara ters biçimde yorumlanabilir. Geçmişte bu tür yaklaşımlar nasların yanlış yorumlanmasına sebep olmuş, Hâricîlik ve Zâhirîlik gibi aşırı akımlar doğmuştur (el-Muvâfaḳāt, V, 43, 135, 142).
Fürû kitaplarında makāsıd temelli sayısız ictihad örneği vardır. Usulde, meselâ mütevâtir olmayan hadislerin kabulü meselesinde Hz. Ömer (584–644) ve Âişe (613–678) gibi sahâbîler makāsıdı kriter olarak kullanmış; İmam Ebû Hanîfe (699–767) ve İmam Mâlik (711–795) bazı hadisleri genel kurallara ters düştükleri gerekçesiyle hüccet saymamışlardır.
İstislâh (maslahata dayalı ictihad) uygulamada geniş kabul görmüştür. İstihsanda istisnanın gerekçelerinden biri çoğu kez maslahattır. Örfün delil sayılması ve “Zorluk kolaylığı getirir”, “Zarar giderilir”, “Eşyada aslolan ibâhadır”, “Faydaların mubah, zararların haram olması asıldır” gibi genel fıkıh kaideleri de insanların yararını gözetme amacına dayanır.
Makāsıdın dikkate alınması genel kabul görmüşse de çoğunluk, nasların lafzî mânalarının iptaline yol açmamak için, özel deliller dikkate alınmaksızın doğrudan şâriin amaçlarına göre hüküm vermeyi câiz görmemiştir. Şâtıbî (1320–1388) de, dinin/ hayatın/ neslin/ malın/ aklın korunmasının zaruret olduğu sabit olsa bile hükmü bilinmeyen konularda sadece bu esaslara bakmanın yeterli olmayacağını, yine tafsilî delillere başvurmak gerektiğini vurgular; aksi halde nasların zâhiri tamamen ortadan kalkar. Akıl, zaruri/hâcî/tahsînî faydaların ayrıntılarını tek başına tam belirleyemez; belirlese bile bu tespit zaman-mekânla sınırlı kalır. Şâri‘ bu ayrıntılarda, nas olmadan aklın idrak edemeyeceği birçok fayda tespit etmiştir (el-Muvâfaḳāt, III, 176-180). Bu ihtiyatın temelinde, maslahatı aşırı vurgulayanların nasların zâhirini iptal etmesine set çekme kaygısı vardır. Bu yüzden Kur’an ve Sünnet’in kesin nasları ve zarûrât-ı dîniyye sınırlayıcı ölçü kabul edilmiştir.
Makāsıdü’ş-şerîa, modern dönemde İslâm hukukunun tecdidi ve güncellenmesi tartışmalarında anahtar bir çerçeve olarak öne çıkmaktadır. Özellikle Necmeddin et-Tûfî (1276–1316)’nin “maslahat, nassa aykırı düştüğünde—muamelât ve âdât alanlarında—maslahata öncelik verilir” şeklinde özetlenen tezi, çağdaş literatürde en çok tartışılan başlıklardan biridir. Eleştiriler iki yönde yoğunlaşır:
Güncel çalışmalarda bazı ilâve maksat teklifleri öne çıkar:
Sonuç: Makāsıdü’ş-şerîa, modern dönemde hem metne sadakat hem de toplumsal fayda arasında ince bir denge kurma çabasının teorik omurgasıdır. Tûfî’den bu yana süren maslahat–nass eksenli tartışma, bugün kurumsal içtihad, küllî kaideler ve istikrâ ile tahkim edilerek; zarûrî–hâcî–tahsînî önceliklendirme ve muvâzene ilkeleriyle uygulanabilir, ölçülebilir ve metodolojik bir zemine taşınmaya çalışılmaktadır.
Müellif: ERTUĞRUL BOYNUKALIN
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.
bursa escort görükle eskort görükle escort bayan bursa görükle escort bursa escort bursa escort bayan