Üst dinî kimlik olarak İslâm’ı benimseyen topluluklar ilk dönemlerden itibaren muhtelif alt kimlik gruplarına ayrılmıştır. Dine muhatap olan bireylerin ya da toplumsal kesimlerin özellikleri, sosyal hayatın kendine has dinamikleri, dinin –belli ölçüde- farklı anlama ve yorumlara elverişli karakteri gibi sebeplerle ortaya çıkan bu kimlikler “fırka”, “mezhep”, “tarikat”, “hareket”, “cemaat” gibi değişik kategoriler şeklinde tezahür etmiştir. Bu kategorilerin her biri süreç içinde daha alt kimlik kollarına ayrılmış, böylece zengin bir çeşitlilik ortaya çıkmıştır.
Bunlardan “mezhep” itikadî ve fıkhî alandaki farklılıkları, “tarikat” tasavvufî alandaki farklılıkları, “grup”, “hareket”, “cemaat” gibi adlarla anılan çevreler ise kendilerine özgü siyasî, sosyal, mistik ayrılıkları ifade etmiştir.
Bugün İslâm dünyasının diğer coğrafyalarında olduğu gibi ülkemizde de “dinî gruplar” ya da “cemaatler” belirli bir sayıya ulaşmıştır. Çoğu tasavvufî nitelik taşıyan, bir kısmı da modern anlamda “grup” özelliğine sahip bu cemaatler dinî hayatın fiilî bir gerçekliği olarak varlıklarını sürdürmektedir. 1925 yılında 677 sayılı “tekke ve zaviyelerin kapatılması”na dair kanunla yasaklanmış olan tasavvufî yapılar, diğer ifadesiyle tarikatlar kendilerini çoğunlukla “cemaatler” olarak anmışlardır. Bunların dışında yine modern dönemde kendilerine has İslâm’ı anlama, yorumlana ve anlatma temelli oluşumlar ortaya çıkmış, her biri belli bir toplumsal taban oluşturmuştur.
Gerek tasavvufî nitelik taşıyan gerekse sosyolojik anlamda “grup” ya da “cemaat” özelliğine sahip yapılar genelde ikiye ayrılabilir: a) Kur’an-ı Kerim, sahih sünnet ve tarih boyu Müslüman çoğunluğun anlayışıyla örtüşen gruplar ya da cemaatler, b) bu konuda kısmen ya da büyük ölçüde sorunlu olan grup ya da cemaatler. Türkiye’deki dinî cemaatler –belki birkaç istisnası dışında- birinci gruba girmektedir. Yani ülkemizdeki dinî cemaatlerin birkaçı hariç, tamamına yakını genel İslâmî anlayışlara sahip yorum çevreleridir.
Bu gruplar ya da cemaatler kendi usul ve anlayışları çerçevesinde mensuplarını eğitip dinî hayatlarına katkı yapıkları gibi diğer toplum kesimlerine de ulaşarak onların dinî hayatlarında etkili olmak, diğer bir ifadeyle onlara da din hizmeti götürmek istemektedir.
Toplumda din hizmeti sunan kamu kurumu ise Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Anayasal bir kurum olan Başkanlığın yasal olarak görevi a) toplumu din konusunda aydınlatmak, b) İslâm’ın inanç, ibadet ve ahlak ile ilgili işlerini yürütmek, c) ibadet yerlerini yönetmektir. Başkanlık bu görevleri ifa etmek üzere merkezde ve taşrada teşkilatlanmış, geniş bir görevli kadrosuna ulaşmıştır.
Sonuç olarak gerek dinî cemaatler gerekse Diyanet topluma din hizmeti sunmada ortak bir zeminde buluşmaktadır. Peki bu ortaklık rekabete mi yol açmalıdır, yardımlaşmaya mı? Bu iki yapı birbirlerine hasım mı olmalıdır yoksa yardımcı mı?
Kanaatimizce, hem kamu kurumu olarak Diyanet hem sivil toplum kuruluşları olarak dinî cemaatler sağlıklı din hizmeti üretmek için belli ölçüler dahilinde işbirliği yapmalı; bu suretle, bu iki yapı birbirlerine hasım değil, yardımcı olduğunu göstermelidir. Burada bu konuda akla gelen birkaç ilkeye şöyle işaret edilebilir:
1. Diyanet gücünü dinden, milletten ve devletten alan bir kurum olarak ağırlığının farkında olmalı, “merkezî” konumunu korumalı, “gruplar ve cemaatler üstü” vasfını pekiştirerek sürdürmelidir.
2. Diyanet dinî grup ya da cemaatlerden hiçbirisine yaslanmamalı, hiçbirisinin güdümüne girmemeli, hiçbirisine “angaja” olmamalı, asla böyle bir görüntü vermemelidir.
3. Diyanet toplumu din konusunda aydınlatmayı ve din hizmetini İslâm’ın temel kaynaklarına göre gerçekleştirmeyi sürdürmeli, bunu zaman zaman kamuoyu ile paylaşmalı, toplumsal kredisini muhafaza etmelidir.
4. Diyanet kendisine yönelik eleştirileri dinin temel kaynakları açısından değerlendirmeli, tashihi gereken husus ya da hususlar varsa tashih etmeli yoksa tutum ve davranışını, en azından, –hakkaniyet sahibi kimselere- beyan etmeli, su-i zanları def etmelidir.
5. Diyanet dinî cemaatleri fiili bir gerçeklik olarak görmeli, husumet geliştirmemeli, uhdesine düşen rol varsa “yapıcı” bir nitelikte bu rolünü ifa etmelidir.
6. Diyanet görevlisi –kişisel hayatında hangi aidiyete yakın olursa olsun- bunu görevlerine hiçbir şekilde yansıtmamalı, yasalar, yönetmelikler ve genelgelerle tanımlanmış görevlerini “kuşatıcı” nitelikte yerine getirme duyarlılığı içinde olmalıdır.
7. Cemaatler de Diyaneti haksız şekilde eleştirmemeli, samimiyetini bilmeli, Kurumu yıpratıcı her türlü tutum ve davranıştan uzak olmalıdır.
Şüphe yok ki bu iki yapı karşılıklı güven, saygı, muhabbet ve duaya dayalı ilişkiler geliştirdikçe toplumumuza sunulan din hizmetinin kalite ve niteliği daha da artacaktır.