Deniz

Deniz

Sigaranın birini bitiriyor diğerini yakıyordu, o küçücük odada bazen saatlerce kalıp düşüncelere dalıyor. Kendine acı veren oğluyla ilgili olayı unutmaya çalışıyordu. Heyhat! Unutmak şöyle dursun günler geçtikçe olayın vahameti zirveden aşağılara yuvarlanan kartopu gibi büyüdükçe büyüyor sanki beyni mengenede sıkıştırılan bir metal parçası gibi oluyordu. Hemşirenin onu kucağına verdiği andan o malum olaya kadar geçen yıllar çoğu zaman bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyor, bu hatırlayışlar üzüntüsüne yeni üzüntüler katıyordu. Şair der ya, “İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar.” diye. Ne hayaller kurmuştu Deniz için, Deniz’in geleceği için. Hayalinde oğlu öğrenim gördüğü okulları hep dereceyle bitiriyor, yerel basında bu birincilikler haber yapılıyordu. İş arkadaşları kendine bu başarının sırrını soruyor onlara ballandıra ballandıra işin püf noktalarını anlatıyordu. Hayallere sınır çizilebilir mi? Tabi ki hayır. Ama hayaller her seferinde hakikat duvarına gelip toslarsa geçici de olsa bize mutluluk vermesi gereken hayaller kalıcı yıkımlara yol açar. İşte o, bu yıkımları son günlerde o kadar yaşamıştı ki. Bu yıkımların en büyüğü de oğlunun elleri kelepçeli polis aracına binerken ulusal basında çıkan görüntüleriydi. Hayallerinde başarıyla yerel basında haberleri çıkan oğlu, hakikatte bir terör operasyonu sonucu ulusal basında arz-ı endam ediyordu. O görüntüleri televizyonda izlemek zorların zoruydu. Komşularının, iş arkadaşlarının sanki oğlundan bahis açmak niyetinde olduklarını seziyor, konunun oğluna gelmemesi için içten içe yakarıyordu. Konu oğluna gelince onlara ne diyebilirdi, veya denilecek bir şey var mıydı? Hani bazen ufak bir haklılığınız olur da, o ufacık haklılık size bir nebze olsun nefes aldırır. Ama yok işte oğlunun savunulabilecek hiçbir haklı yani yoktu. Hem nasıl olurdu? Kamu binalarına bomba atmanın, devletin polisiyle jandarmasıyla karşı karşıya gelmenin, masum insanların araçlarını yakmanın, toplu taşıma araçlarını kundaklamanın neyi savunulabilirdi. Eşinin “Görüş günlerinde şu oğlanın ziyaretine gidelim.” Tekliflerine hep olumsuz cevaplar vermişti. Oğlu zor durumdaydı, bir baba olarak oğluna bu zor durumda destek vermesi gerektiğine inanıyordu. İnanıyordu ama.. Oğluyla karşılaşmak oğlu için nasıl olurdu bunu kestiremiyordu ama kendiyle ilgili durum netti: Istırap, ıstırap yine ıstırap. Geceler onun için sabaha çıkmıyordu bir türlü…

Hiç gitmedi görüşmeye daha doğrusu gidemedi. Eşinin gidişlerine de ses çıkarmadı. İç aleminde bu vahim olayın acısını iliklerine kadar yaşarken bir de eşiyle konuşup üzüntüsünü artırmak istemiyordu. Eşi bu konuyu açtığında kaçamak cevaplar verip bir an önce başka konulara geçmenin telaşını yaşıyordu. En yakın çevresinde en uzak çevresine kadar oğluyla ilgili konulara girmemek konusunda epey mesafe almıştı almasına ama kendi iç sesinden nasıl kurtulacaktı. Bu iç sesi durmamanın bir yolu var mıydı? Sigaraydı, bulmacaydı uzun yürüyüşlerdi… yok yok ne yapsa ne etse bastıramıyordu bu iç sesi. Bastıramadığı gibi bu ses gittikçe büyüyor çığlık oluyordu adeta. Fırtınalı bir havada dalgaların sahile akın ettiği gibi bu çığlıklar da “neyi yanlış yaptım, yapmam gereken neyi yapmadım” sedalarıyla beynini çınlatıyordu. Oysa oğlunu en iyi okullara göndermişti. Bununla yetinmeyip her sene dershane takviyesi yapmış bununla da yetinmeyip özel dersler bile aldırmıştı. Yeter ki başarılı olsun diye bir dediğini iki etmemişti oğlunun. Ee o zaman eksik olan yapılmayan neydi? Neydi oğlunun kafasına, kalbine yerleştiremediği şey? Neydi bu hayat puzzle’sinin eksik parçası ya da parçaları. Günler haftalar aylar bu sorulara cevap aramakla geçti. Bir gün oğlunun kitaplarını karıştırırken bir şiire daha doğrusu şiirden alınan iki mısraya gözleri ilişti. Sayfalarca anlatılabilecek bir konuyu şair iki mısrada ustaca özetlemişti.

“Bu hissizlikle cemiyet yaşar derlerse pek yanlış
Bir ümmet ölmüş, maneviyatıyla sağ kalmış.”

Beyninde birden şimşekler çakmaya başladı. Aradığı cevap bu sayfalarda vardı sanki. Sanki bu satırlar iç alemindeki sorulara cevap olsun diye yazılmıştı. Puzzle’nin eksik parçaları tamamlanmıştı. Hele bir okusun, hele biraz büyüsün diye ne kadar da ihmal etmişti bu sahayı. Manen neredeyse sıfır bir sermayeyle göndermişti oğlunu üniversite okumaya. Sonuç malum… televizyonda oğlunun mahkemeye intikal edilişinin görüntülerini izlerken ekrandan bir alt yazı geçiyordu:” …. Kolejinin öğrencileri olimpiyatlardan beş altın, yedi gümüş, bir bronz madalya alarak ülkemizin gururu oldular.” Deniz de bu ülkenin mutlu yarınları için kanatlanacaktı. Bu ülkenin gururu olacaktı. Olmadı, olamadı…

İzzet ÖZCANOĞLU( izzet.ozcanoglu@bedirhaber.com )

YORUM ALANI

Yorum Yok
YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.