Nice emeklerle toprağa düşen tohumun, ucu bucağı görünmeyen yeşil bahçelerde binbir zahmetle işlenip, bardağa süzülüşünü hayranlıkla izlemekteyim.
Söylemek istediklerim ne bu yeşil bahçeyle ne de toprağa düşen bu tohumun serüveniyle alakalı…
Yüz yılı aşkındır ülkemizde yetiştiğinden Çin’den ülkemize uzayan zahmetli yolculuklar neticesinde, bu tohumların ve fidanların ilk olarak Bursa’ya ekildiğinden, çayı içen ilk Türk’ün Şair Hoca Ahmet Yesevî olduğundan da bahisle, lafı uzatmak değil niyetim.
Benimki belki çayın kokusunda, tadında, bardakta cezbeden duruşunda, saklı sırları, keşif yolculuğu.
Dünya üzerinde en çok çay tüketen milletiz biz. Çaya bambaşka bir mâna yüklemişiz. Belki tarihindeki en derûni içimleri bizimle yaşıyordur.
Semaverin fokurtuları arasında ilk çayın fısıldadıkları, tahtını mı hazırladı dersiniz? Porselen demliklere ilk selamı verdiğinde o güzelim rengini ince bellilerde sergilemek ayrı bir haz olsa gerek.
Hoş sohbetlerin vazgeçilmezi, olmazsa olmazı tavşankanı, şahid olduklarını bir anlatmaya başlasa dinlemek için hangi yiğit, er meydanına çıkar bilemem…
Bazen dertleşenlerin ellerine sığınır. Bazen üşüyenlerin içlerine sıcacık nefesini üfler. Bazen de yanında envai çeşit yiyeceklerle, muhabbetin ortasında kalır. Üzerinde tüten incecik buharı, itina ile hazırlanmış davetiyedir sanki.
Midenin kapıcısı buyur eder içeri. Buruk tadıyla okşar içini. Avucunu sıcaklığıyla ısıttığı uzun kış gecelerinde, elinden hiç de bırakası gelmez insanın. Çay mıdır muhabbeti peşi sıra çeken? Yoksa muhabbet mi çayı bardaklara döken?
Çayın ne zamanı ne mekânı var aslında. Birkaç bardakla bir demlik, yeter sebep kaynaşmak için. Dostlukların başlangıcı olur, muhabbeti kadîm meclislere sürükler. Bu meclislerde daha bir başkalaşır, daha bir berraklaşır. Birazda demlendiği ortama göre bırakır rengini, kokusunu.
Bir kısım dostluğu ebedîlerin, bir araya gelmesiyle fokur fokur kaynamaya başlar çaydanlık. Kitaplarla hem-dem olur, hoş bir lezzet bırakır damaklarda. Bir sonraki demlenişi coşkuyla bekler yürekler.İştiyakla beklenen olur daim.
İştiyaklı bekleyişler kızıl demin gelişiyle sükunet bulur. Sönmeyen hiç de küllenmeyen bir kor olur çıkar. Sunumlar iklimlerin ihtişamlı resimlerinden seçmeler gibidir. Sımsıcak çayla buluştuktan sonra dudaklar, mevsim bahar olur. Aynı dudaktan hamd-ü senalar dökülüverir. Çayın buğusuyla buluşan şükür, yeşeren yeni filizlere âb olur.
Serden geçip çaydan geçemeyenler de vardır. Bazen okuma arkadaşınız, bazen dinleme arkadaşınız olur. Hele birde seyran yerinde tefekküre dalmışsanız, en samimi sırdaşınız olur çıkar. Kitaplarınızın üzerine damlayan çayın kurumuş rengi dahi, yeni demlenmiş içime hazır bir bardak çayı, şevkle yudumlamaya bir davet gibidir. Ortalığa yayılan buharıyla kokusunu salıverdiği zaman bir sıcaklık sarar insanın içini. Efkârlı ise efkârına, neşeli ise neşesine ortak oluverir.
Zaman onunla akıp gider. Beş bin yıllık tarihinde, pek de tarih olacağa benzemiyor. Günün ağarmasıyla tazelenip akar bardaklara. Sabah çayı, ikindi çayı, akşam çayı derken, her vakit yenilenip tazelenme fırsatını da hiç kaçırmıyor.
Çay içildiğince, içildiğiyle güzeldir.
Dünya durdukça, insan var oldukça, gönüller muhabbetle çağladıkça, kadîm dostluklar süregeldikçe, yalnızlıklar, sevdalar, neşeler, hüzünler, bayramlar, seyranlar devam ettikçe, hâsılı; dünya ukbâya inkilâb etmedikçe, çay da kâim olmaya devam edecek sanırım. Sohbetlerin dinletisi, yalnızlığın içe dönük tefekkürü, sevdaların paylaşımı, bayramların özlem dolu hasbihali çaysız bir yanı eksik kalır sanki.
Şimdi siz söyleyin. Çayın tılsımı renginde mi? Kokusunda mı? Demine dem katan dostlukta mı?