Ömer denince akla ilk hak ve hakikat karşısındaki duruşu gelir, cahiliye döneminde de böyledir Ömer (ra). Adalet çakar mabeyninde beşerin, vazifenin mes’uliyetiyle bazen atar kendini Medine sokaklarına gecenin karanlığını boğar, öksüz ve yetimlerin, kimsesizlerin sesine kulak kesilir. Bazen cennetül baki’de bir mezar taşına başını koymuş ve gözyaşlarıyla toprağı yoğurmuş halde bulurlar Koca Sultanı. Toprak olsaydın, taş olsaydın da bu vazifeyi yüklenmeseydin der inler durur.
Bir milletin huzur ve mutluluğu adaletten geçer. Kimsenin konum ve mevkine bakılmadan, fikir ve düşüncesini tartmadan, üstünlerin değil Hakkın hatırı âlî tutulmalıdır ki insanlığa emniyet ve güven gelsin. Zira Hakim-i ezeli adaleti emreder, elçisi tatbik eder. Ömer de adaleti Sultan-Rusül’den öğrenmiştir işte bir misal:
Halifeliği zamanında Şam Valisi bir cami yaptırmak için seçtiği bölgenin etrafındaki arazileri bedellerini ödeyerek kamulaştırmıştır. Burada bir Yahudinin evi de vardı ve o evini satmaya rıza göstermemişti. Fakat bedeli fazlasıyla ödenerek bir nevî zoraki onun da evi kamulaştırıldı. Fakat Yahudi bu yapılandan hoşnut olmayacak ve dâvâcı olarak Medine’ye, valiyi şikâyet etmek üzere halifenin huzuruna gelecekti. Fakat medhini çok duyduğu ve hayalinde canlandırdığı halife ile karşısında gördüğü arasında büyük farktan dolayı bir an hayal kırıklığına uğradı, çünkü halifenin ne sarayı ne de üstünde hükümdarlık alâmeti şaşaalı kıyafetler vardı. O azametli Şam Valisi’nden hakkını bu adam mı alacaktı (!) Fakat bunca yolu geldikten sonra hâlini arz etmeden geri dönmek de olmazdı. Söyledi, anlattı. Bunun üzerine halife bir kemik parçası üzerine valiye hitaben: “Allah’a yemin ederim ki ben Nûşirevan’dan daha âdilim” diye yazarak Yahudi’ye verdi. Yahudi de bir fırsatını bularak mektubu Şam Valisine vermeyi başardı. Başardı başarmasına, ama mektubu okuyunca valideki bin türlü özür, gönül alma, hatasını affettirme gayretini görünce şaşkınlık ve hayretten kendini alamadı. Mektupta yazan neydi? Vali ne için bu kadar telâşlanmıştı? Yahudi: “Eğer bu mektubun manasını ve telâşınızın mahiyetini anlatırsanız hakkımı size helâl edeceğim” dedi.
Bunun üzerine vali de anlatmaya başladı: “İslâmiyetten önce halifenin de bulunduğu birçok tüccarla İran’a gitmiştik. Dönüş yolunda Nuşirevan’ın oğlu Mirza Hürmüzan iki yüz devemizi gaspetti. Biz şikâyetçi olduk. Ancak tercüman söylediklerimizi eksik aktarmış olmalı ki bize biner dinar bahşiş verilerek saraydan uzaklaştırıldık. Bize yapılan muameleden razı olmamıştık, çünkü dilenci durumuna düşmüştük. Dinarları geri verdik asıl istediğimiz, haksızlığa uğradığımızın kabul edilmesiydi. Şah tercümanın oyununa gelip yanlış hüküm verdiğini anlamakta gecikmedi. Tercümanı derhal idam ettirdi ve yeni bir tercüman vasıtasıyla meselenin aslına vakıf oldu. Sonunda her birimize bir önceki bahşişin iki mislini verip develerimizin de iadesini temin ettikten sonra saraydan ayrılmamıza müsaade verdi, ancak sarayın sol kapısından çıkmamızı emretti. Çıktığımızda bir adamın darağacına asıldığını ve suç yaftasında Arapça şu ibarelerin yer aldığını gördük: “Memleketimizdeki ahalinin ve diğer memleketlerden gelip ticaretle meşgul olanların can, mal ve ırzını korumak kanunumuzun gereği ve boynumuzun borcu olduğu halde Nuşirevan’ın büyük oğlu ve veliahdı Mirza Hürmüzan, memleketimizde ticaret yapmakta olan Arapların iki yüz devesini gasp ile ülkenin asayişini bozduğu için görenlere ibret olsun diye asılmıştır.
Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!