36,6711$% 0.01
40,0945€% -0.01
47,6806£% 0.05
3.535,84%0,00
3.000,93%0,01
10.862,14%0,20
10 September 2016 Saturday
KALPLER VE TAŞLAR
İnsan kalbinin maddi ve manevi iki yönü vardır. Dil zenginliği açısından maddi olana yürek, manevi olana da gönül denilir. Yürek vücudumuzun maddi sıhhatini, gönül de manevi sıhhatini gösterir. Kalbin maddi sağlığını ölçme imkânımız var ama manevi sıhhatini nasıl ölçeceğiz? Maddi arıza dünya hayatını, manevi arıza ise ahiret hayatını yok eder. Demek ki maddi ve manevi iki taraflı olarak kalbimize bakmalı ve koruma altına almamız gerekiyor.
Madde itibariyle kalbin emme basma tulumbası gibi çalışması olmasaydı, yani araba motorlarının benzini tükettiği gibi çalışsaydı ne olurdu? Bizler sık sık kan istasyonlarına gider ve kan alırdık. Sırtımızda kan deposu taşımak zorunda kalırdık. Yine kalbimiz araba motorları gibi gürül gürül çalışsaydı rahat uyuyabilecek miydik? Hepimiz annemizin sımsıcak kucağında onun musiki gibi çalışan kalp atışlarını dinleyerek uymadık mı?
Manevi olarak kalp Allah’ın evi, imanın mahalli ve ahiretin haritasıdır. İnsan manevi âlemlerin yolculuğunu kalp ayağıyla yapar. Ruh manevi âlemleri kalp gözü ile maddi âlemleri de baş gözüyle seyreder. Kalp katılaşması, kalp kararması ve kalp marazı gibi ifadeler aslında manevi yapımızın durumunu sergilerler. Tasavvufta kalbin tasfiye edilmesi en önemli üç hedeften biridir. İmanın ve ibadetlerin evi olan kalbin bakımı ve korunması çok önemlidir.
Allah(cc ) Kuranı Kerim Bakara suresinde Yahudilerin nasıl kaybettiğini, taşları misal vererek anlatıyor. Peygamber gelmiş, mucizeler gösterilmiş ama onların kalbi taştan daha çok katılaştığı için bir şey ifade etmemiş. Hz Musa(as) taşa vuruyor ve on iki çeşme halinde su akıyor ama görenlerin kalpleri öyle katılaşmış ki yumuşamıyor. Hz İsa(as) da ‘Ya Rabbi senin izninle ölüleri dirilttim ama ölü kalpleri diriltemedim diyor.
Hani taşı sıksa su çıkarır deyimi vardır ya boşuna söylenmemiştir. Kâinat yaratıldığında ilk önce gaz halinde idi. Sonra sıvı oldu ve sonra da katılaştı yani taşlaştı. Demek ki taşların hammaddesi sıvıdır. Taşların toprak olması ve en son canlıların yaratılması gerçekleşmiştir. Eskiden beri taşların bir takım özel faydalarından bahsedilir. Akik taşının cesaret ve öz güven duymaya, amber taşının negatif enerjiyi almaya, mercan taşının pozitif düşünmeye sebep olduğu ifade edilir.
Kuran nehirlerin taşlardan çıkmasını, toprağın taşların parçalanmasından meydana gelmesini ve taşların yuvarlanmasını anlatarak kalbi taşlaşmış olan bir insanın taştan daha kötü bir duruma düştüğünü ifade ediyor. Taşların Allah’ın emirleri karşısında ne kadar hassas olduğunu ama Yahudilerin veya diğer kalbi taşlaşmış olanların taşlardan daha aşağıya düştüğünü anlatıyor. Bu sadece o devire ait bir olay olmadığını ve kıyamete kadar böyle insanların olabileceğine dikkat çekiyor.
Kalp gözünün açılması ve kalbin yumuşaması ile ilgili bir hatırayı, Orta Asya’dan gelmiş ve Bursa’da yaşamış olan Molla Fenari Hazretleri şöyle anlatır; şeyhim vefat etti ve gömdük, bir zaman sonra Allah dostlarının cesetlerinin çürümeyeceği rivayetini okudum. Şeytan içime şüphe attı ve ben mezarı kazıp baktım. Cesedin çürümediğini gördüm ama benim gözlerim kör oldu. Ben çok üzüldüm ama Allah bana başka bir göz verdi. Kalp gözü, artık birçok şeyleri görmeye başlamıştım. Derken bir gün rüyama Allah Resulü girdi ve mendilini çıkarıp gözümün üstüne koydu. Uyandığımda gözlerim açılmıştı.
Allah Resulü(sav) ürpermeyen kalpten, yaşarmayan gözden, doymayan nefisten sana sığınırım derken aslında bizim en çok neye ihtiyacımız olduğunu ifade etmiş. Ürpermemek yani korkmamak, yaşarmamak yani ağlamamak kalbin katılaşmaya doğru gittiğine işaret ediyor. Kalbi rahatsız olanalar doktora gidip çare aradığı gibi kalbi katılaşanlar ve ürpermeyenler de bir gönül doktoruna gitmelidirler. Rabbim kalplerimizi kaymadan, katılaşmadan ve marazdan korusun.
İktisat, kıt kaynakların sınırsız insan ihtiyaçlarını karşılamak için uğraşan bilimdir. İnsan duygularına sınır konmamış, dolayısıyla ihtiyaçları da sınırsızlaşıyor. Peki sınırsız ihtiyaçlar sınırlı kaynaklarla nasıl karşılanacak? İslam insanın önüne haram-helal çizgisi koyuyor. İsraf, gösteriş ve hırs tehlikesine dikkat çekiyor, bizleri iktisat ve kanaate davet ediyor. İnsanın duyguları eğitim ve öğretimle kontrol altına alınmalıdır.
Mesela hırs duygusu, kanaat ve israf freni ile kontrol altına alınmazsa masraflar devamlı artar. Hadislerde insanın gözünün doyumsuz olduğunu ve ancak toprak doyuracağını ifade ediyor. Bir de bütün duygularda olduğu gibi hırs duygusunun yönünün ahirete çevrilmesi insanı rahatlatır ve dünya yükünden kurtarır. Yani daha çok sevap kazanma ve ahireti kazanma yönünde hırslanırsa dünya meşakkati azalır.
Hani bir hikaye vardır; mürit evinin darlığını şeyhine anlatır ve bir çözüm ister. Şeyh hazretleri evine bir inek bağlamasını ister. Bir hafta sonra nasıl oldu diye sorar, mürit daha da kötü oldu der. Şeyh inek sayısını ikiye çıkarmasını söyler. Bir hafta sonra tekrar sorar nasıl oldu diye, talebe daha da kötü olduğunu ve evinin yaşanmaz hale geldiğini söyler. Şeyh hazretleri şimdi git inekleri çıkar ve bana gel der. Tekrar sorar eviniz nasıl diye, mürit ‘Allah senden razı olsun çok genişledi, rahatladık’ der. Evet kanaat bir zenginliktir.
Her şeyden önce İslam adil gelir dağılımı istiyor. Bu görev Müslümanları yönetenlere düşüyor. Adil İmamın mükafatı ve üstünlüğü tartışılmaz. Gelirleri adil dağıtmayan idarecilerin yatacağı yer yoktur. Onun içindir ki bu sorumluluğu bilen insanlar idareci olmaktan kaçmışlardır. Geliri az olan bir ailenin geçim sıkıntısı çekmemesi zordur, Geliri iyi olduğu halde sıkıntı çekenler de var. Bunun için birtakım önlemler alınması gerekiyor.
Lise de iktisat, işletme ve çocuk yetiştirme dersleri verilmeli. Her gencimiz müstakbel bir anne ve baba adayıdır. Bir aile kurup, para kazanıp harcayacaklar ve çocuk yetiştirecekler. Borca batan aileler ve boşanmalar her geçen gün artıyor. Eskiden evlenen çifter tecrübe için büyüklerinin yanında bir iki sene kalıyordu ama şimdi öyle değil. İlk doğan çocuklar çok yanlış davranışlarla büyütülüyor, yani deneme tahtası oluyor. Bu da kalıcı zararlar veriyor, insan ağaç değil ki tekrar yontasın ve düzeltesin.
Günümüzde insanlar reklamlarla, kredi kartlarıyla tüketime özendiriliyor. Lüks yaşam teşvikleri, özenti ve gösteriş düşkünlüğü de ilave edince ihtiyaçlar birden ona çıkıyor. İsraf ve hırsında devreye girmesiyle hayat yükü iyice artıyor. Dünyalık yarışlar başlıyor ve İnsanlar ağırlaşan bu yükün altından kalka bilmek için yanlış yollara giriyorlar.
Kapitalizm insanları dünyalık yarışlara sokuyor. Ev, araba, arsa alma yarışlarına marka giyim ve lüks tüketimler ekleniyor. Çevre baskısı ve gösteriş düşkünlüğü işi çıkmaza sokuyor. Mesela düğünlerde eşya görme adeti, gösteriş düşkünlüğü, düğünü beş bin lirayla yapacakken elli bin liraya hatta daha fazla masrafa neden olabiliyor. Huzurla başlaması gereken bir yuva borçlarla başlıyor.
Halk arasında ‘borç yiğidin kamçısıdır’ diye geçen yanlış bir anlayış var. Bu anlayış da insanları tüketime zorluyor. Halbuki borç bir keder, bir sıkıntı oluşturur ve çalışma şevkini kırar. Borçlu insan sağlıklı düşünemez. Borçlu ölenin borcu ödenmezse cenaze namazı da kılınmaz. Atasözü diye geçen böyle yanlış anlayışlar insanları yanıltıyor. Yine üzümünü ye bağını sorma sözü, haram helal hassasiyetini ortadan kaldırıyor. Bir Müslüman için kazancın helal olması çok önemlidir.
Geçim sıkıntısı çekmemek için özetle şunlar söylenebilir. İktisat ve kanaat etmek, hırs ve israf etmemek, şükretmek ve nankörlük etmemek, çok çalışmak ve tembellik etmemek, maddi ve manevi dilencilik etmemek, helal kazanç elde etmek ve harama girmemek, az da olsa infak etmek, dua ederek rızkın sahibinin kapısını çalmak.
Dünya kelimesi, en yakın anlamındaki ednâ veya alçaklık, kötülük manasında ki denâet kelimelerinden geldiği ileri sürülmüştür. birinci kelimeyi baz alırsak, dünya ahirete göre yakın olan bir hayattır ki peşin olduğu için insanların çoğu veresiye olan ahiret hayatı yerine dünya hayatını tercih ediyor. Bu durum insan fıtratının aceleci, cahil ve sabırsız olmasından kaynaklanıyor. Bizi yaratan fıtratımızı bildiği için kataloğumuz olan Kuranı Kerimde, acele etmeyin, peşin olana kanmayın, sonra gelecek olana sabredin diyor ve uyarıyor.
İkinci mana itibariyle ahirete göre değersiz olması ve kötülükleri içinde barındırmasıdır. Burada da Kurana kulak verirsek aldanmamış oluruz. Zira dünyanın, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli etmesi, ahiretin tarlası olması ve kendine bakması olmak üzere üç yönü vardır. İşte bize düşen evvelki iki yönüne değer verip kendine bakan yönünü terk ederek yanılmamış olmaktır. Kendine bakan yönü aldatıcıdır, fanidir ve terk edilmesi gerekir.
Terk meselesine gelince risalelerde kesben(çalışma) terk değil de kalben terk etmeyi öneriyor. Bu ölçü çok önemlidir ve dünya ahiret dengesini kurmamıza vesile olur. Bizi Hristiyanlıktaki ruhbanlık ve Yahudilikteki dünyaya tapmak anlayışından kurtarır. İslam tarihine baktığımızda yer yer kaymaların olduğunu görüyoruz. Aslında bu terk meselesi dünyayı terk manasında olan zühd, insanları terk manasında olan istiğna içinde geçerlidir.
Peki kalben terk nasıl olur? Tarihimizde örnekleri çoktur. Sahabeyi üstün yapan özelliklerden birde budur. Onlar dünyalık adına kazandıkları bir şeyden dolayı sevinmezler, kaybettiklerinden dolayı da üzülmezlerdi. Aksine ahiret adına yapamadıklarından dolayı üzülürler ve yaptıklarından dolayı da sevinirlerdi. İşte ölçü bu olmalı. Şimdi kendimize bakalım neye seviniyor ve neye üzülüyoruz?
Selam olsun Ashabı Kehf gibi inançları uğruna saray hayatını terk edip altı taş üstü taş olan mağara hayatını tercih edenlere. Yine selam olsun Yavuz Selim Sultan gibi saray hayatını terk edip ömrünü savaşlarda geçirenlere. Selam olsun İbrahim Bin Ethem gibi sultanlık tacını bir çobana giydirip gönül sultanlığına uçanlara ve Hz Osman gibi zengin olup da servetini Allah yolunda harcayanlara.
Dünyanın faniliğini görmek dünya sevgisini yok edip baki olana yönelmek açısından önemlidir. Aslında şöyle bir çevremize baktığımızda her şeyin bizi terk ettiğini görebiliriz. Hz İbrahim gibi batıp gidenleri, yok olanları, beni bırakanları sevmem, onlar benim kalbimi tatmin etmiyor ve yaralıyor diye biliriz. Sen fani şeyleri terk eder de gidersen aziz olarak gidersin, onlar seni terk eder de gidersen zelil olarak gidersin. Öyleyse onlar seni terk etmeden sen onları terk et.
Dünyanın faniliğini gördükten sonra fani olan hayatımızı baki hayata nasıl çevireceğiz onun yollarını bulmamız gerekiyor. O da Allah’ın bize verdiği fani şeyleri baki yoluna sarf etmekten geçiyor. Dünyayı bir ticaret görüp Allaha satmak, bir tarla görüp ahiret adına ekmek, hasılı Allah için yaşamak, bize verilenleri Allah yolunda harcamak ve Allah yolunda ölmek fani ömrümüzü ve mallarımızı bakiye çevirmektir.
Ahir zamanın büyük belalarından biride dünyanın ahirete tercih edilmesidir. Dünya hayatını esas alan bir sistemin kurulması, tüketimin teşvik edilmesi, israfın artması ve dünyalık yarışların revaç görmesidir. İnsanların ehli ukba değil de ehli dünya olmaları ve hayatlarını ahirete göre değil dünyaya göre tanzim etmeleri ve ahireti kaybetmeleri olmasıdır. Günümüz müfessirleri Duhan suresinde geçen ve ahir zamanda çıkacak olan dumanın aslında insanlığın dünyevileşmesini ifade ettiğini yorumlarlar.
Şimdi biz niçin yaşıyoruz? Gayemiz nedir? Evim arabam yazlığım kışlığım olsun, çocuklarımın mürüvvetini göreyim mi? Ya da ahireti kazanmak için yaşamak, yaşatmak için yaşamak, bizden öncekilerin peygamberlerin, sahabelerin, Allah dostlarının yaşadığı gibi yaşamak birinci gayemiz mi? Derdimiz dünya mı olmalı ya da inançlarımız mı olmalı? Dünyevileşmekten kurtulmak için inanç, gaye ve geçmiş büyüklerin hayatı hep göz önüne getirilmelidir. Allah korusun farkında olmadan ehli dünya olur da ahireti kaybederiz.
İnsanın birçok yönü sırlıdır ve hala tam açıklanamamıştır, bunlardan biri de rüyalarıdır. Gözlerimiz kapalı görüyor, ağzımız kapalı konuşuyor, yatağımızda yatıyor ama birçok yere gidiyoruz. Adeta Allah bize her gece ücretsiz filim seyrettiriyor, hem de sinema gibi iki üç boyutlu değil çok boyutlu. Bu filmlerin başrol oyuncusu da çoğu zaman biz oluyoruz.
Rüya, uyurken zihinde görülen şeylerdir, yakaza ise uyanıkken zihinde görülen şeylerdir. İnsanın duygularının bir kısmı uykuya dalınca yönünü dış alemlerden iç alemlere çevirir. Onun içindir ki görülen rüyalar her insanın yapısına göre değişir. Duygularımızın saflığı ve canlılığı rüyalarımızı etkileyen önemli bir faktördür. Günahlarla duyguları kirlenmiş veya sönmüş olan bir insanın rüyaları şeytani, nefsani ve dünyevi olacaktır.
İslam alimleri rüyaları genel olarak üçe ayırmışlar, bunlar şeytani, rahmani ve bilinç altı görülen rüyalardır. Şeytani olanlar şeytan ve nefisten kaynaklı rüyalar, rahmani olanlar ise sadık rüyalardır ve çoğunluğu gelecekle ilgilidir. Bilinçaltı olanlar ise insan hayatıyla ve yaşadıklarıyla ilgili rüyalardır. Bu üç çeşit rüyadan tabire değer olanı ise sadık rüyalardır.
Rüyaların ve hadiselerin tevil edilmesine ‘tevili ehadis’ denir ki Yusuf Suresinde geçmektedir. Malum olduğu gibi her peygamberin mucize gösterdiği alanlar vardır ve bu alanlar da daha çok o devirde üstün olan ilimlere göredir. Yusuf(as) zamanında da rüya yorumları çok ileri seviyede olduğundan Allah ona öyle bir ilmi mucize vermiştir. O devrin sultanının gördüğü rüyayı tevil etmesi onun hem hapisten kurtulmasına hem de hükümdar olmasına sebep oldu.
Peygamberler için rüyalar vahiy hükmündedir ve amel etmek mecburidir. Veliler için ise ilham niteliğini taşır. Bizlere gelince birtakım şekerleme, müjdeleme niteliğindedir(rahmani rüyalar) Kurban Bayramında Hz İbrahim’in rüyası anlatılır. Yine peygamber efendimizin fetihle ilgili rüyası Fetih Suresinde anlatılır. İslam şiarlarından olan ezanında rüya ile olduğu bilinen bir gerçektir.
Tasavvufçular rüyaya çok değer verirler, ilmin kaynağı olarak görürler ve insanın maneviyatını onunla ölçerler. Kelamcılar rüyalara mesafeli dururlar ve hakikatle bağdaştırmazlar. İstihare(rüya) ile amel etmeyi değil de istişare ile amel etmeyi tercih ederler. Her şey de olduğu gibi burada da ifratların ve tefritlerin yaşandığını görüyoruz. Kişi kendi rüyası ile amel edebilir(dine aykırı olmamak kaydı ile) ki bu da kendini bağlar.
Tarihin seyrini değiştiren birtakım olayların öncesi görülen rüyalar vardır ki bu da bazı rüyaların önemine dikkat çekiyor. Çanakkale savaşında Nusret gemisinin döşediği mayınların görüldüğü rüya gibi çok sırlı rüyalar vardır. Yine Kaside-i Bürde sahibinin felçli haldeyken peygamberimizi rüyasında görmesi ve iyileşmesi gibi derin rüyalar vardır. İğnenin deliğini rüyasında gören kaşif gibi çok ilmi keşiflerin de rüya ile olması dikkate değerdir. Benim gibi sıradan bir insanın bile bazı olayları olmadan önce rüyasında görmesi bir şekerleme nevindendir.
Kötü rüya görmemek için yattığımız yerin, üstümüzün ve vücudumuzun temiz olmasına dikkat etmeliyiz. Yatış tarzımız da önemlidir, mesela göbek üstü yatmak da sıkıntılı olabilir. Tok karna yatmak ve dua okumamak da kötü rüyalara davetiye çıkarır. Kötü rüya gören bir insan kimseye söylememeli ve sadaka verip Allaha sığınıp dua etmelidir.
Rüyalar ehline tabir ettirilmelidir ve her kese söylenmemelidir. Hayra yormak ve istemek bir ahlak haline gelmelidir. Özellikle rüyasında peygamber efendimiz görmek isteyen bir insan yatmadan önce şemail kitaplarından okumalı ve rabıta yaparak dua edip yatmalıdır. Rabbim bizi imanla yatıp sadık rüyalar gören ve imanla kalkan kullarından eylesin.
Her varlık yazar ama insan hem okur hem yazar. İnsanı diğer varlıklardan ayıran özelliklerinden biri de budur. Vahyin ilk önce oku diye başlaması da gösteriyor ki insan okuyup öğrenecek sonra da ameller yapacak. Bu amelleri bir kitap olarak öbür tarafta onun önüne gelecek. İşte yazdığın kitap denilecek. Sağından verilenler için kurtuluş kitabı, solundan verilenler için hüsran kitabı olacak.
İster hayat kalemiyle yazdığı kitap olsun, isterse elliyle yazdığı kitaplar olsun sağlıklı yazmanın birinci şartı okumaktır. Sadece yazmak için değil, tekâmül etmesi için de okuması gerekiyor. Okumanın yanında hafıza cebinin dolması da çok önemlidir. Cebinde parası olmayan bir insan fakirdir, bir şey alamaz ve veremez. Hafıza aklın cebidir, Hafızasında bilgi olmayan insanlar doğru düşünemezler ve yazamazlar.
Hani İmamı Azam için anlatılan bir menkıbe vardır. İlim yolculuğu yaparken önüne eşkıyalar çıkar ve değerli eşyalarını isterler. İmam okuduğum notlarım var başka bir şeyim yok der. Eşkıyalar da notlarını alırlar. İmamı Azam onları alırsanız ben biterim, ölürüm der. Eşkıya şaşırır ve ne yani, bu notlar olmayınca sen bir hiç mi oluyorsun der. İmam ezber yapmamın gerekliliğini o zaman anlar ve notlarını ezberler. Bediüzzaman Hazretleri Risale i Nur Külliyatını yazmadan önce doksan büyük eseri ezberlemiş.
Yazarken üslup çok önemlidir. Üslup kelamın elbisesidir ve çeşitleri vardır. Üslubu mücerrede(fıkıh ve ilmihallerde kullanılır), üslubu müzeyyene(tarihi eserlerde kullanılır), üslubu ali( tefsir ve kelam da kullanılır). Üslubu bedii öncekilere benzemez ve kuranın yazılış tarzıdır. Onun için Kuran bir benzerini getirin diye meydan okuyor. Kafirler harfle değil harple karşılık veriyorlar.
Yazılan eserlerde bilgi, sanat, fikir ve tema olması gerekir. Bu dört temel kökten iyi beslenen bir eser ulu bir çınar ağacı gibidir. Uzun ömürlü ve faydalı olur. Çok okunan ve senelerce yaşayan eserlere bakıldığında bu net olarak görülür. Güncel konuları içeren, sanatsal değeri olmayan, hele hiçbir fikri katkı sağlamayan ve bilgi içermeyen eserler hızlı bir şekilde tarih çöplüğüne atılır.
Bir yazının belagat(edebi) ve fesahat(akıcı) açısından zengin olması sanatsal değerini gösterir. Yunus Emre’nin Divanı, Mevlana’nın Mesnevisi herkesin bildiği örnek eserlerdir. Bu eserlerde sanatın yanında evrensel konular işlenmiştir. İnsanoğlu var olduğu müddetçe bu konular hep olacaktır. Sadece konuyu işlemek yeterli değildir. Konuları bilim, tecrübe ve akılla yoğurmak da gerekmektedir.
Bizler yaşadığımız zaman dilimi itibariyle okuduklarımız ve yaşadıklarımızı yorumlayarak, yani kendi kabiliyetimizi ve fikrimizi ilave ederek farklı bir eser ortaya koyabiliriz. Çünkü Allah her insanı farklı yaratmıştır. Bununla beraber Allah her insana yazma kabiliyeti vermemiş olabilir. Onun için herkes yazar olacak, şair olacak diye bir şey söz konusu değil.
İnsan ölünce amel defterinin açık kalması ve kendisine sevap kazandırmasını ister. Sadi Şirazi gibi düşünerek, ‘ben ölünce dilim susacak, dilime bedel kalemim konuşun’ diye yazmak güzel bir ameldir. Yoksa şöhret riyadır ve ihlâsı bozar, beklenen sevabı kazandırmaz. Şöhret olma niyetiyle çok okunmayı isteyen bir insanın yazdıkları çok okunsa da hiçbir getirisi olmaz. Ama ihlâsla yazılan bir yazıyı bir kişi okusa da kazancı çok olur.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.