39,5851$% -0.32
45,6681€% -0.99
53,6762£% -0.71
4.322,05%1,03
3.427,88%1,36
9.311,88%-2,19
09 March 2016 Wednesday
Televizyonda bir ara “zap” yaparken rastladım. Ünlü komedyen Cem Yılmaz’a ayaküstü “kadına şiddet” ile ilgili soru yöneltiyorlar.Peşin cevaplığıyla bilinen komedyen diyor ki, “sanki kadından bahsederken başka bir yaratıktan bahsediyorsunuz,” türünden cevap veriyor mikrofon yönelten muhabire.. ve devam ediyor, bak işte yanımda kadın var bizler sinema yaparken veya bir proje yaparken düşünmeyiz ki, kadın mı var erkek mi diye..
Evet nedir bu ayrımcılık, nedir bu ötekileştirme?
Bizlerin “Dünya Kadınlar Günü”ne ihtiyacı yok. Hem niçin kutlanır ki bu gün? Dinimiz İslâm, böyle bir günü senede bir güne sığdırmayıp, her zaman öneminden bahseder.
Rabbimiz “sizi bir erkek ve dişiden yarattık, sonra sizi kabilelere ayırdık” buyuruyor rehberimiz Kur’an da.
Tarih boyunca belki de en çok zulme, işkenceye, dışlanmaya hep öteki olmaya reva görülmüştür kadın.
Ama en büyük değerini, kıymetini İslâmla görmüştür. Dinimiz kadına en güzel değeri taltif ederek övülmeye layık görmüştür. “Cennet anaların ayağı altındadır” hadisi ile Efendimiz (s.a.v) bu yüce makamın değerini vurgulamıştır.
Ne yazık ki giderek İslâmdan, maneviyattan uzaklaşan insan-insanımız bütün ahlaki değerleri unuttuğu gibi kadına verilen değeri de bir kenara atmıştır.
Modern yaşam kadını bir meta gibi kullanmaya sevk etmiş olup değerini kaybetmesine neden olmuştur. Reklamlar aracılığıyla pazarlanan kadın, evlilik programlarıyla itibarını tamamen kaybetmiştir.
Ayrıca “ekonomik özgürlüğün olmalı, çalışmalısın çalışmazsan kendini esir edersin” diye kulağına fısıldayan sözde kadın hakları savunucuları olan Feministlerin telkini sayesinde ise değersizleşerek şiddete, tecavüze, alınıp satılmaya reva görülür hale gelmiştir.
Tabii ki kadın eğitim alacak, tahsil görecek. Bu hak en önce kadınların hakkıdır. Ailenin temelinde iyi eğitim almış, iyi yetişmiş kadınların katkısı inkâr edilemez bir gerçektir.
Kızlar (kadınlar) okumasın, ne işi var okulda, işte, diyenler ve bunun çığırtkanlığını yaparak arkasında da bir destek grubu oluşturanlar, hayatın cilveleri ile karşılaştıkları zaman eşine kadın doktor, kızına kadın öğretmen ararken ne düşünürler hep merak ederim.
Mü’minlerin annesi Hz.Hatice (r.a) bile ticaretle uğraşmış, devrinin en zengin ticaret yapanlarından biri olarak saygı görmüştür. Sadece bu bile bizler için güzel bir örnek.
Velhasıl..bizleri derinden üzen Özgecanımız ayrılalı bir yılı aşkın bir süre oldu. Ama ne gariptir ki, bu olaylar son olsun artık, ardı kesilsin, toplumca milletçe bir olalım, şuurlu olalım dememize rağmen dörtyüze yakın talihsiz ölüm, tecavüz ve kadına şiddet vakaları ile haberdar olduk.
Yetkililere seslenelim, artık bitsin bu vakalar. Şiddet uygulayanlara, tecavüz edenlere, hunharca öldürenlere karşı cezalar azalmasın, canlarımızı tekrar acıtacak hükümler verilmesin. Caydırıcı olsun ki bir daha yaşanmasın.
Selam ve dua ile..
Havası, suyu, insanı, kültürleriyle güzel Anadolu’muz tarih boyunca her devirde abide şahsiyetler, maneviyat erleri, âlimler gibi çok sayıda gönül insanı barındırmıştır. Bu abide şahsiyetler;
Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil”
Hitabıyla “Yunus” olmuş hep gönüllere seslenmiş, gönül insanı olmuşlardır.
Orta Asyadan, Ortadoğudan, Balkanlardan gelen bu maneviyat erenleri güzel yurdumuza ayrı bir renk katmış, eylemleriyle deyişleriyle hem bulundukları menzilde hem de kıtalar aşarak;
Bilmek istersen seni,
Can içre ara canı.
Geç canından bul anı,
Sen seni bil, sen seni.
Hitabıyla “Hacı Bayram” olup gönüllere girmiştir.
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir” ikazıyla Mevlana ise bir gönül insanı olarak kalplerde yerini almıştır.
Özellikle Mevlana bulunduğu devirden itibaren günümüzde bile hâlâ gayri Müslimlerin hidayetine “Gel ne olursan ol, yine gel” hitabıyla vesile olmaya devam etmektedir. Hemen hemen herkesin üzerine basarak belirttiği “Mevlana’nın herkesi kucaklayan hoşgörüsünden etkilendim” sözlerini sık sık medyadan öğrenmekteyiz.
Ayrıca dünyaca ünlü sanatçıların, sinema oyuncularının etkilendikleri, hem fikir oldukları şahsiyet Mevlana olmuştur.
Peki, bizler güzel Anadolu’muzun bağrında yatan, bu topraklara sevgi hoşgörü birlik dirlik kardeşlik tohumları ekmiş ve çile ile hicret etmiş, başka topraklarda yatmakta olan veya yaşayan yukarıda sadece birkaçından bahsettiğim ve saymakla buraya sığdıramayacağım kadar çok gönül erlerimizi ne kadar tanıyoruz? Alacağım cevap hiç tanımıyoruz olacaktır.
Eğer biz gönül erlerini en güzel şekilde tanısaydık, sahiplenseydik, onları sadece belirli haftalara sığdırarak süslü, gösterişli, ruhsuz yapılan programlarla hatırlamasaydık eminim ki içinde bulunduğumuz şuan ki durum belki de çok farklı olacaktı.
Çok değil daha yakın bir tarihte yaşanan ve bir insanlık faciası olarak akıllarda kalan, atom bombasıyla yerle bir olan Hiroşima ve Nagazaki şehirlerini kendi evlatlarına ibret olarak gezdiren, hâlâ yeni yaşanmış gibi anlatan ve çocuklarını bu şekilde tarih bilinciyle yetiştirerek her alanda Ülkesine maddi ve manevi katkılar yapan, çalışmayı ve disiplini kendilerine şiar edinerek küllerinden yeniden doğan Japonların yaptığını, biz Mevlana’yı, Yunus Emre’yi, Hacı Bayramı Veli’yi, Bediüzzaman Said Nursi’yi ve daha nicelerini evlatlarımıza, gelecek nesillerimize anlatamadık. Onların bu değerlere sahip çıkmasını niçin yapmadık-yapamadık-yapamıyoruz?
Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz
Şu tertemiz tarlaya başka bir tohum ekmeyiz biz… diyen Mevlanayı anlayıp anlatsaydık, şimdi olur muydu bu kardeş kavgaları, ötekileştirmeler, benden-bizden değilsin anlayışları?
Sen, ben deyip ayrıştık, ayrıldık, bölündük, parçalandık tadımız kaçtı. Şeytanı ve şeytanın askerlerini, gözleri bizim üzerimizde olanları nasılda sevindirdik?
Çünkü okumadık bu nasihatleri, hiç duymadık veya bizlere hiç duyurmadılar hep başka şeyler telkin ettiler:
Bir katre olma, kendini deniz haline getir
Madem ki denizi özlüyorsun, katreliği yok et gitsin Beri gel, beri !
Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
Madem ki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik…
Gelin kulak verelim bu nasihatlere, sevindirmeyelim kem gözleri. Deniz olalım içimizde kaybolsun katreler. Hep beri gel diyelim hatta daha beri.
“Gevşemeyelim, üzülmeyelim, elbette inanıyoruz”.
Gösterelim sevgi nedir, hoşgörü nedir, kardeşlik nedir? Bitsin senlik, benlik daima “olduğumuz gibi görünelim, yada göründüğümüz gibi olalım..” sevgimizle korkutalım onları vesselam.
Sevgiyle ve hoşgörüyle kalın…
Ve daha nicesi… Her biri yıldız, abide şahsiyetler. Sahabe içinden dört halife, dördünü ayırmak zor, hepsi farklı. Hz.Ebu Bekir bambaşka bir İnci. Bir sadık dost. Sıddık: “Muhammet dediyse doğru söylüyordur” deyip tereddütsüz inanan, tasdik edip dostluğunu haykıran bir İnci. Ayağını Efendiler Efendisi, dostu, uyanmasın, rahatsız olmasın diye yılanın ısırmasına izin veren fedakar…
Çağın çeşitli hastalıklarına müptela olmuş bizler için kurtuluş pusulaları Sahabe Efendilerimiz.
İslam’ın kusursuz temsilcileri, Peygamberimiz Efendimizin yarenleri, adaletleriyle, cömertlikleriyle, sevdalarıyla, fedakârlıklarıyla, imrenilecek ahlaklarıyla hepsi bir kutup yıldızı.
Özellikle Hz.Ebu Bekir’in beni etkileyen bir özelliği vardır. Halife olduğu dönemde her şeye hassas yaklaşan abide şahsiyet, yediğine de dikkat eder. Zaten malını infak etmiş, Halife olduğu halde yiyecek doğru dürüst bir şeyler bulamıyor. Bulduğunda da hep sorguluyor “nerden geldi? Kimden geldi?”diye. Yine bir gün hizmetçisi (yardımcısı) bir yemek getiriyor, sofraya koyuyor. Zaten aç olan Peygamberin Refiki, soruyor “ bu nerden geldi “ diye. Bir taraftan da açlıktan dayanamayıp birkaç lokma atıyor. Lokma boğazından aşağı inerken yardımcısı diyor ki: “Efendim ben daha önce fal bakardım, kâhinlik yapardım. Ondan dolayı alacaklı olduğum vardı, getirdi. Bende sizin için o parayla bir şeyler satın alıp yemek yaptım.” Deyince İnci Mercan Hz.Ebubekir Efendimiz elini bileğine kadar ağzına sokup ne varsa kusuyor, gözlerinden nerdeyse kan fışkırırcasına… “Ben, yalanla, sahtecilikle elde edilmiş, kazanılmış bir parayla asla yemek yiyemem, mideme haram doldurmam.” Diyerek milyonlarca kez düşünmemize sebep olacak muhteşem bir cevap veriyor.
İşte Ebu Bekir olabilmek bu.
Haramlar, günahlar benliğimizi, ruhumuzu, vücudumuzu o kadar sardı ki, artık ne yediğimizden haberimiz var ne içtiğimizden ve nasıl giyindiğimizden. Bunları yaparken de nereden ve nasıl geldiğinden habersiz, sorgulamadan, itina göstermeden, hatta şöyle desek daha iyi olacak; “Sahabe gibi yaşamadan” halimizi, benliğimizi düzeltemeyeceğiz.
Hemen aklımıza şu gelebilir: “Hayatımız haramlara müsait, ne kadar uzaklaşmaya çalışsakta, hayat bizi haramlarla örülmüş dairenin içine itiyor.”
Hani fıkra vardır ya. Hacı amca bankaya gider. Vadeli hesabından para çekerek umreye gitmek için. Gişede işlem yaparken, memur bayanın sol elle çay içtiğini görür ve bayanı uyarır. Memur bayanın verdiği cevap enteresandır: “Amca sol elle çay içiyorum ama sağ elimle senin vadeli hesabına bakıyorum!”
Bu, bahane olmamalı. Evet, haramlar hayatımızın her aşamasında karışımıza çıkıyor. Kazancımızdan, yediklerimizden, içtiklerimizden, giydiklerimizden, düşündüklerimizden, alışverişimizden, namazımızdan, haccımızdan, zekâtımızdan, sadakamızdan, orucumuza kadar.
Hem kendimizin hem çocuklarımızın hem de eşimizin, ne yediğine, nasıl giyindiklerine hassas olmalıyız derken de, helal olmayan kazançla alınan maldan, yiyecek ve içecekten, tesettüre uymayan kıyafetten son derece sakınmalıyız.
“Efendimizin buyruğu üzere; ”Şüpheli şeylerin azından ve çoğundan kaçınmak “ vazifemiz olacaktır. Bizler hassas olursak, sorgularsak, yaşantımızdaki değişikliği fark edebiliriz.
Unutmayalım kendimizi düzeltirsek dünya düzelir. Vesselam.
İnsan, doğar, büyür, yaşar ve ölür. Bazen büyümeden de ölür ki bu, bizi yaratanın takdiridir. Her şeyden önce dünyaya doğmadaki amacımız, Rabbimize kulluktur. Her daim kulluk bilinci içerisinde olduğumuzu bir an bile aklımızdan çıkarmamalıyız.
Kulluğumuzun eğitimi anne-baba gözetiminde başlayıp, yine onların idaresinde dışarıdan aldığımız eğitimle, bilgiyle, görgüyle, örfle, âdetle, acıyla, üzüntüyle, sevgiyle, hayata dair yaşanacak ve yaşanmışlıkla, ta ki “Nefsimiz ölümü tadana kadar” devam edip sürecektir.
Şunu unutmayalım ki, dünya hayatımız bu saydıklarımızla uzun, hiç sona ermeyecekmiş gibi görünse de “sanki hiç yaşanmamıştı” diyecek kadar kısadır. Kur’an da dünya hayatının misali şöyledir:
“Gökten indirdiğimiz su ile insanların ve hayvanların yediği bitkiler birbirine karışmıştır. Nihayet yeryüzü süslerini takınıp süslendiği ve sahipleri kendilerini ona gücü yeter sandıkları bir sırada, geceleyin veya gündüzün, ona emrimiz gelivermiştir, ansızın ona öyle bir tırpan atıvermişiz de sanki bir gün önce orada hiçbir şenlik yokmuş gibi oluvermiştir. Düşünen bir kavim için âyetlerimizi işte böyle açıklarız.” (yunus/24)
“Vicdanlarında bir düşünmediler mi? Allah gökleri ve yeri ve ikisi arasındaki şeyleri gerçeğe uygun ve belirli bir süre için yaratmıştır. Bununla beraber insanlardan birçoğu Rablerine kavuşmayı inkâr ederler.” (rum/8)
Evet, dünya hayatını belirli bir süre ile yaşamaktayız. Bu süreli hayatımızın çocukluk dönemi ile ihtiyarlık dönemi arasındaki “gençlik” dönemi, Allah’a kulluğumuzun en güzel şekilde yapılması gereken dönem olup, ihtiyarlıkta çocuklarımıza ve torunlarımıza bu dönemde karakter edindiğimiz güzel hasletleri uygulamalı olarak anlatmak için bu hasletlerin kazanıldığı en mühim dönemdir.
Aynı zamanda Allah’ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan, Sahabe nedir hiç duymamış bir gençliğin olduğunu/olacağını da bilmeliyiz. Maalesef günümüzde, yozlaşan toplumumuzun yetiştirdiği gençlerin olduğunu, bu gençlerin yukarıda saydıklarımızdan belki daha fazla Allah’a kullukta uzaklaşmış olduklarını da müşahede etmekteyiz.
Allah muhafaza, böyle yetişen gençlik ihtiyarlık döneminde gelecek nesillere ne verebilir ki?
Allah’a nasıl hesap vereceğini düşünmeden, ömrünü oyunla eğlenceyle, tamamlayan gençliğimize bizler, atalarımızın nasıl at sırtında koşturduklarını, oyun ve eğlence yaşında nice fetihler peşinde olduklarını, aynı zamanda Efendimizin (s.a.v), hiç tanımadığı, kimsesi olmadığı halde genç Mus’abı Medineye gönderirken, Mus’abın korkusuzca hiç itiraz etmemesini, yine Medineye hicret ederken kendi yatağına genç olan amcasının oğlu Aliye yatması için söylediğinde Alinin teslimiyetini sağlayacak dinamikleri gençlerimize öğretmeliyiz, aşılamalıyız.
O, Alileri, Enesleri, Mus’abları, Cennet gençleri olan Hasanları ve Hüseyinleri, Fatihleri gençlik dönemlerinin yiğitleri olarak, aynı zamanda Allah’a tam sadakatleri ile günümüz gençlerine hep örnek olarak tanıtmalıyız.
Onlara, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şu ikazını her daim nasihat etmeliyiz.
“Beş şey gelmeden evvel beş şeyi fırsat bil”:
1.Ölüm gelmeden önce hayatının,
2.Hastalık gelmeden önce sağlığının,
3.Meşguliyet gelip çatmadan önce boş vaktinin,
4.İhtiyarlık gelmeden önce gençliğinin,
5.Fakirlik gelmeden önce zenginliğinin, kıymetini anlatmalıyız.
Yine onlara:
“Allah, ibâdete düşkün gençle meleklere karşı iftihar ederek şöyle buyurur: “Kuluma bakın. Benim rızâm için nefsânî isteklerini terketmiştir.” İlahi buyruğunun terbiyesini vererek Yusufları örnek göstermeliyiz.
Hızla geçen ömrümüzün son durağı olan ihtiyarlıkta geriye dönüpte “Hey gidi gençliğim” demeden… hazırlan!
Rabbimiz insanoğlunu yarattığında meleklerin secde etmesini emretmiş, İblis hariç hepsi secde etmişti (Bakara.34)
İblisi secdeye götürmeyen ve yaratıcıya asi çıkaran kibriydi. İşte İblisteki o kibir, daha sonra secde edilmeye layık görülen insanoğlunun zerrelerine kadar işledi. Rabbimiz zaten uyarıyordu, niçin kibirlenecekti ki insanoğlu:”Biz insanı bir Alak’tan yarattık.”(Alak.2)
“Doğrusu biz insanı, imtihan etmek için karışık bir nutfeden (erkek ve kadın sularından) yarattık da onu işitici, görücü yaptık.”(İnsan.2)
Bu ayetler ne’den yaratıldığımızı apaçık açıklamakta. Devamında ise,” Kuşkusuz biz ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör.(insan.3)
Dünya tamahı, mal biriktirme arzusu, şehvet tutkusu, makam sevdası, iktidar egosu maalesef bizleri şükredici olmaktan çıkarıp nankörleştirdi. Nankörleştikçe de kibir ve gurur içimize sirayet etti. Artık etrafımıza bambaşka bakar olduk, söylemlerimiz bizi İblis’in esiri yaptı. Attığımız her adımda yaratıcımızın ikazlarına kulak tıkadık. Duymaz olduk.
“Ve yeryüzünde azametle (gururla) yürüme! Muhakkak ki sen, yeryüzünü asla tahrik edemezsin (hareket ettiremezsin). Ve asla dağların boyuna erişemezsin (dağ kadar yüksek olamazsın)İsra.37 uyarısı acizliğimizi ortaya çıkarıyor.
Biz kimiz ki, vücudu dayanamayıp baharda nezle olan, gözle görülmeyen mikroplara karşı savunmasız kalan, bir an nefes alamayınca çılgına dönen, olanca kuvvetiyle göz kapaklarını tutsa da uykuya yenik düşen, ne kadar aç kalsa da yemeden içmeden yaşayamayan, az sıcak görünce baygınlık geçiren, soğukta ısınmak için çareler arayan,gözüne toz kaçsa kıvranan,yediğini tutamayan, bazen bir sinek karşısında aciz kalan ancak, Rabbimize ibadet ettikçe değerlendiğimizi bilmemiz gereken kullarız.
Hiç ölmeyecekmiş gibi kibirlenerek caka satan, kendin den olmayanı ezen, zulmeden hakkı unutup batıla sarılan, küçük dağları ben yarattım edasıyla dolaşan insanoğlu birgün” Her nefis, ölümü tadacaktır. Biz sizi sınamak için şerre de hayra da müptela kılıyoruz. Ve (sonunda) bize döndürüleceksiniz.”ayetini hatırlayıp hesaba çekileceğini, “Kitabını oku (hayat filmini izle)!
Bugün hasib (hesap görücü) olarak (hayat filmindeki) nefsin(in cennete veya cehenneme gideceğini gösteren negatif ve pozitif derecelerinin neticeleri) sana kâfi oldu.” İkazıyla da yaptıklarının karşısına çıkacağını bilmelidir.
Yüce Rabbimiz bizleri kendisine layık bir kul olarak yaşamayı ve Salihlerden olmayı nasip etsin.(amin)
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.