40,2607$% 0.13
46,7252€% 0.08
53,9495£% 0.21
4.320,96%0,56
3.334,69%0,33
10.219,40%-0,06
24 December 2015 Thursday
Bir mahkeme salonuna davet ediliyorum, kimselerin dikkatini çekmeden salonun içine giriyorum sessizce.Bir kenara oturup izlemeye başlıyorum duruşmayı. Kalabalık bir mahkeme salonu. Mahkemeyi izleyen yüzlerce seyirci. Sanık sandalyesinde bir değil, birçok kişi. Sanıklar tek tek savunmalarını yapıyorlar, avukat müvekkili olduğu sanıkların suçsuzluğunu ispat etmeye çalışıyor. Şahitler dinleniyor… Uzadıkça uzuyor duruşma. Sanıkların bir kısmı suçsuzluğundan emin konuşmalarıyla dikkatimi çekiyor ve muhteşem teslimiyetleriyle. ‘’İnsanlar zulmeder fakat kader adalet eder, ben bu suçlamalardan değil, sizin bilmediğiniz gizli günahlarımdan dolayı yargılanıyorum.’’ düşüncelerini hissediyorum kalbimde. Avukatın müvekkilini savunmadaki azmi, diyalektiğe girmeyen her kelimesiyle sıdkın temsilcisi olan cümleleri yankılanıyor kulaklarımda. Doğruluk ne büyük bir nimetti. İnandığı gibi dosdoğru olmaktı mümine düşen.Her ne olursa olsun doğruluktan ayrılmamak ne büyük bir şerefti. ‘’ Doğruluktan ayrılmayınız; çünkü doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Gerçekten insan doğrulukla hareket etmeye devam ederse Allah katında en doğru insan olarak yazılır. Yalandan sakınınız; çünkü yalan kötülüğe, kötülük ise cehenneme götürür. Gerçekten insan yalan söylemeye devam ederse Allah katında çok yalancı yazılır.’’ ( Müslim, İman, 62) Hadis-i Şerif’in işaretiyle kul için en güzel paye Allah katında en doğru insan olarak yazılmak değil miydi?
Savcı sandalyesinden acımasızca suçlamalarını yönelten savcıya odaklanıyor bakışlarım. Her sanık hakkında söylenecek bir sözü var, ve her sanığa yönelttiği acımasızca suçlamaları. Muhteşem bir hatip, biliçaltı tekniklerini çok güzel kullanıyor, demogoji yaparak hakimi sanıkların suçlu olduğuna inandırma noktasında müthiş bir performans sergiliyor.Tam bir diyalektik uzmanı. Onu dinleyince hak vermemek elde değil gibi. Aklım ikna olma yolundayken ruhum rahatsız oluyorku konuşmalardan, daralıyor. O konuşurken bir kasvet basıyor sanki mahkeme salonunu. Sanıklar savcının yönelttiği suçlamalar karşısında şaşkınlık içerisindeler. Savcıdaki nasıl bir öfke, kin ve nefretti. Allah’ım nasıl bir mahkemeydi burası ve ben neden davet edilmiştim bu mahkemeye?
Hâkime dönüyorum sonra, en zor olanın onun konumunda olmak olduğunu düşünerek. Tüm bunlar neticesinde karar verebilmek, adaletin temsilcisi olabilmek ne kadar zor bir sorumluluktu.Hâkimin konumunun zorluğunu düşünürken irkiliyorum birden. ‘’Sen’’ diyor içimden bir ses: ‘’Sende hâkim zannediyorsun kendini.’’
Nasıl yani? Ne demekti şimdi bu? Bu içimden gelen neyin sesiydi?
Zihnimde kurduğum müthiş bir mahkemem vardı belki bu mahkeme salonundanda büyük. Hâkim koltuğuna oturtmuştum kendimi. Savcı makamına getirdiğim nefsimi yanıma alarak. Peki, kimdi sanık sandalyesinde yargıladıklarım? Kendim hariç herkesi o sandalyeye oturtuyor nefsimin acımasızca yargılamasına izin veriyordum. Suçlu veya suçsuz, bana göre herkesin bir eksiği, kusuru vardı veya bana bir yanlışları vardı. Yada hiçbir yanlışları olmamasına rağmen benim onlara karşı yanlış zanlarım vardı.Ahhh Mevlana ne güzel tarif ediyordu beni: ‘’ İnsanı ateş değil, kendi gafleti yakar. Herkeste kusur görür, kendisine kör bakar…’’ Kendimi kusursuz zannetme gafleti içerisinde zanlarım üzerine kurulu mahkememde yargılıyordum herkesi, bazen söz hakkı bile vermeden. Ahh zanlar, HucuratSüresi’nde ne güzel bildiriyordu Rabbim zannın hükmünü ve insana neler yapabileceğini. ‘’ Ey iman ederler. Zandan çok sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır.’’ (Hucurat Süresi 49,12)
Yargıladığım insanların avukatları ise vicdanımdı. Ve‘’Sende hâkim zannediyorsun kendini.’’
uyarısıyla beni kendime getiren. Bazen ona da söz hakkı vermiyordum, yada söz hakkı versem bile söylediklerini dikkate almıyordum. Nefsimdi hep doğru söyleyen, ne kadarda güzel ikna ediyordu beni, süslü püslü cümlelerle ne kadar da inandırıcı geliyordu söyledikleri. Hep en kırılgan yanımdan, zaaflarımdan.
Sevdiklerim dâhil herkesi mahkemede sanık sandalyesine oturtup acımasızca yargılayabiliyordum. Bu nasıl bir zihin yorgunluğuydu Allah’ım. Bir kez daha iman ediyordum ‘’Allah insanlara zulmetmez. Lakin insanlar kendi kendilerine zulmederler.’’ (Yunus Süresi 10,44)
Kibir miydi bu?Kibriya Senin ridandı Ey Rabbim bense Senin aciz ve fakir kulundum. Kulluğunu bir türlü kabul edemeyen kulun! Bu hal kişinin kendini toplumdan tecrit edip faklı bir konuma koyması mıydı? Bu ne cüretti, kişinin bunu yapmaya ne hakkı vardı? Sadece zihninde olup dile dökmese bile. Tüm bu yerlerin bir Hakim’i varken kendini hakim statüsüne koymak ne büyük densizlik, Rabb’ene büyük bir saygısızlıktı! Sana zihninde mahkeme salonu kurma hakkını kim veriyordu ey insan, masum insanları zanlarına binaen sanık sandalyesinde yargılama hakkını kim veriyordu? Efendimiz(s.a.v) Usame Bin Zeyd’ ebuyurmuyor muydu: ‘’ Yarıp kalbine mi baktın?’’( Ebu Davut, Müslim). Yankılansın kulaklarında bu mübarek söz. Yargılanacak bir düşmanın varsa o da yanı başında savcı konumunda gördüğün sözüne kulak verdiğin nefsindi, fark edemediğin.Mevlana Hz.’nin tabiriyle nefsin seni büyüleyen bir sihirbazdı, onun sözlerinde nice sihirler gizliydi. Ve insan hep aldanıyordu… Aldanmaktı belkide insan olmak, aldanmaktı belkide imtihanın sırrı. Aldandığını fark edebilmektiRabb’in inayet ve keremiyle, pişmanlıkla koşabilmekti O Kudret-i Sonsuz ’un huzuruna. Tevbe namazıyla yönelip rahmet dergâhına, seccadeyi gözyaşlarıyla ıslatabilmekti. ‘’Kulluk edemedim Ey Rabbim, affına geldim.’’diyebilmekti. Affedilme umuduyla Rabbin rahmetine sığınabilmekti. Ve acı bir tecrübeyle de olsa bir hatayı daha fark etme lütfuyla serfiraz olmanın sevinciyle şükredebilmekti. Ve hatalarını düzeltme yolunda Rabbin yardımına dua ile başvurabilmekti. . Hüsn-ü zan ile herkese güzel bakıp ruhunun huzura kavuşmasındaki lezzeti hissedebilmekti. Ne güzel dile döker Mevlana CelâleddinRûmi: ‘’Kul oldu, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzad olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.’’ Şad olanlardan olabilmek duasıyla…
Sararan yapraklar güz mevsiminin habercisi. Yine müthiş bir deveran var kâinatta. Yazdan kalan muazzam bir sergi, muazzam başka bir sergiye bırakıyor yerini usulca. Sani-i Zülcelal her mevsim kusursuz sanatını sergilediği bir sergi ile lütuflandırıyor kullarını. Göz kamaştırıcı sergisinde sarı turuncu kırmızı yeşil tonları hâkim bu sefer. Her sergisinde, sayısını bilemediğimiz birçok mektup gönderiliyor insanoğluna. ‘’ Şüphesiz göklerde ve yerde müminler için Allah’ın kudret ve hikmetine dair çok deliller vardır.’’ (Casiye, 3) fermanındaki Rabbimiz tarafından muhatap alınmanın heyecanı gönüllerimizde. Tek başıma okuyabilir miyim bu mektupları, okusam da anlayabilir miyim, anlasam da bu asır da uygulayabilir miyim?
Bu asır ki İnsanlığın İftihar Tablosu’nun gayb-aşina gözü ile on dört asır öncesinden haber verdiği zaman, ahir zaman. Hz Ömer ile kırılmıştı fitne kapısı ebediyen kapanmayacak bir şekilde ve fitneler denizin dalgaları gibi sarmıştı her yanı. Bu asır ki zalimin zulmü hüküm sürmekte, masumlar mazlum ve mağdur… Ah Faruk-u Azam, Hz Ömer (r.a) nerdesin? Ne kadar da muhtaç sinelerimiz adaletine…
Hz. Ömer ki adaleti Senden öğrendi Efendim(s.a.v). Hz. Ömer’i ki cahiliyeden kurtarıp adalet timsali yapan Senin tebliğindi. Buyuruyorsun bu zaman hakkında, ‘’ Şiddetli bir şekilde yaklaşan fitne sebebiyle vay insanların haline. İnsanlar mümin olarak sabahlarda akşam kâfir oluverirler. İnsanlar dinlerini küçük dünya menfaati karşılığında değiştiriverirler. İşte öyle bir zamanda dinlerinde sabit kalabilenler ellerinde bir kor ateşi tutanlar gibidirler.’’ (Müslim, İman 186 ). Ürperiyorum, bugün halim nice olur Ey Efendim, sarsılmadan nasıl yürüyebilirim yolundan, Senin yolunu vesile kılarak nasıl ulaşabilirim Rabbim’e. İman kor bir ateş gibi yakmakta avucumun içini zorlanıyorum, kime tutunurum, ne yaparım? Yine yetişiyorsun imdadıma, Sen ki Şefkat Peygamber’i, buyuruyorsun: ‘’Ashabım yıldızlar gibidir, hangi birine tutunursanız hidayete erersiniz.’’ (Beyhaki, el-Medhal, s 162-3). Mekke’nin cahiliye devri beliriyor gözümde… Ahh Ebu Cehil’ler ölmedi Efendim(s.a.v.) bu zamanda da hüküm sürmekte. Bizlere de Bilal-i Habeşi(r.a) olmak düşer öyleyse, öldürücü işkencelere rağmen dininden dönmeyen. Mus’ab Bin Umeyr (r.a) olmak düşer, bütün dünya nimetlerini elinin tersiyle itip Efendimiz(s.a.v)’in huzuruna koşan. Hz. Hatice(r.a) olmak düşer maddi manevi tüm varlığını Allah yolunda düşünmeden infak eden, sofralar hazırlayan, misafirler ağırlayan… Boykot yıllarında verdiği son nefesinde dünya zenginliği namına elinde hiç bir şey kalmadan, açlıkla Rabb’e yürüyen… Olamasak da yıldızların gibi ey Efendim(s.a.v), bize de bu yolda Kabe’ye gitmeye çalışan karınca misali gayret etmek düşer.
Ey Efendim(s.a.v), ‘’Kardeşlerim’’ diye buyuruyorsun yine bir hadis-i şerifinde; ‘’Kardeşlerimi çok özledim.’’ Seni görme bahtiyarlığına ulaşmış gıpta ile baktığım ashabın ‘’Ey Allah’ın Resulü, biz senin kardeşlerin değil miyiz.’’ diye soruyorlar. Sen şöyle buyuruyorsun: ‘’Sizler benim ashabımsınız. Kardeşlerim ise sonra gelecekler. Beni görmeden iman edecekler.’’ (Müslim, 249). Su serpiliyor ahir zaman ateşiyle yanan yüreğime. Bizde Seni çok özledik Ey Efendim(s.a.v), ne kadar muhtacız şefkatine. ‘’Kardeşlerim’’ nidana mazhar olanlardan biride ben olur muyum? Layık olamasam da layık eyler misin ey Rabbim, o payeye ermeyi bana da nasip eyler misin?
Hüzünle eğilen başımı kaldırıyorum yerden umutla, yukarıda yazdan kalan masmavi pırıl pırıl bir gökyüzü, ‘’Üstlerindeki göğe bakmadılar mı onu nasıl yaptık, süsledik, hiçbir çatlağı yoktur.’’ ( Kaf,6) ferman-ı sübhaniyesini fısıldıyor kulaklarıma. Ve masmavi gökyüzünün üzerindeki birkaç beyaz bulutun arkasından tebessüm ediyor güneş, veda edercesine…
Akşam ezanına yakın ikindi vaktinin son demleri… Güneş guruba kaymakta, masmavi gökyüzü matlaşırken bembeyaz bulutlarda pembemsi utangaç bir kızarıklık. Birazdan Ezan- ı Muhammed’i okunacak, felaha ve kurtuluşa çağırırken bizleri günün bittiğinin de habercisi olacak. Ömür defterinden kopan bir sayfa gibi, sonbaharla beraber sararan yaprakların toprağa düşmesi gibi veda ediyordu bir gün daha.
Ilık bir sonbahar rüzgârı dokunuyor yüzüme şefkatiyle, Rüzgar ki vesile, Rabbim sarıp sarmalıyor şefkatiyle. Yere düşen yapraklara basmamaya dikkat ederken eğilip yerden alıyorum bir tanesini. Ey yaprak sende benim gibisin. Her birimiz Rabbim’in sanatını gösteren bir ayine-i Samedaniye. Sende vazifelisin benim gibi. Varlığımız Rabbimiz için, bütün varlığımızla Rabbimiz’i insanlığa duyurabilmek için. Sen de fanisin benim gibi. Sararıp yere düşüşünle ‘’Yeryüzünde bulunan her şey fanidir.’’ (Rahman, 26) İlahi fermanını haykırıyorsun duyamayan kulaklarıma. ‘’Baki olana teveccüh et.’’ diyerek devam ediyorsun: ‘’Ondan geldik ve yine O’na döndürüleceğiz.’’( Bakara S, 156). Baharda kurumuş ağaçtan filizlenmen de bir mucize, vazifeni tamamlayıp, sararıp dalından düşmen de. Vazifeli bir memur misalini görevini eda edip veda etmen de…
Zahirde küçücük bir yaprak bile nice mesajlar sunmak adına vazifeliyken bu dünya imtihanında, nasıl eşref-i mahlûkat olan insan vazifesiz başıboş olabilir? Her şey fani iken, nasıl olur da hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya meftun kalabilir? Dünya nimetlerinin sarhoşluğuyla nasıl olurda bu yerleri yoktan var edeni, kendisi dâhil her şeyin asıl sahibini Rabb-i Rahim’ini unutabilir? Rabb-i Rahim’in omuzlarına lütuf ve keremiyle koyduğu bu kutsal vazifeyi eda etmeyebilir? Şu elindeki yaprak gibi kâinatta binlerce hikmete binaen yaratılan her şey sana vazifeni hatırlatsın ey insan, tekrar tekrar unuttuğun vazifeni.
Ey bu yerlerin Hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum. Rahman ve Rahim sıfatlarına sığınıyorum. Beni Sen’den uzaklaştıran her şeyden vazgeçerek Sana geliyorum. Başıboş değilim olamam, Sana hizmetkârım. Başka hiçbir şeyi değil, Senin rızanı istiyorum. Ahir zaman ateşiyle yanan bir kulunum, Sana muhtacım, Seni arıyorum. Allah’ım Seni bulan neyi kaybeder, Seni kaybeden neyi bulur?
Hayattan lezzet alamaz hale gelmek, eskiden sevdiğin şeylerin artık bir anlam ifade etmemesi, iştahının azalması, hiç bir şey yememe isteği, yorgun bitkin bir beden, gözlerindeki ışığı kaybetmen, ölümü hem arzulaman hem de korkman ‘’hangi amelimle gideceğim.’’ endişesiyle iki büklüm olurken, salih amellerini artırmak adına parmağını bile kıpırdatamaman tabiri caizse. Bir yorgunluk, bitkinlik, ölü toprağı derler ya o misal… Yeis mi yoksa bunun adı, ümitsizlik mi? Yeis öyle bir bataktır ki düşersen boğulursun der ya Mehmet Akif, boğulmak üzere misin boğulduğunu fark etmeden? Uzun ince bir yoldu dünya yolculuğumuz, Âşık Veysel’in mısraları beliriyor dilimde, ‘’ Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece. Bilmiyorum ne haldayım, gidiyorum gündüz gece.’’ Ne haldeyim bir bilebilsem? Yapbozun parçalarının dağılması gibi düşüncelerin zihninde, aşırı bir unutkanlık hali.. Sen böyle değildin, ne kervanlar gelip geçmişti hâlbuki üstünden, şimdi vazgeçmiş gibiydin kendinden.
Paramparça olmuş bir yapboz… Ne kadar çalışsan da yapbozun parçalarını birleştirememek, parçaların yerini bir türlü bulamamak, yanlış parçaları yanlış yerlere koymak… Hayatımızda bundan ibaret değil miydi? ‘’ Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz.’’ (Tekvir, 81,29). O(c.c) ki mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder, dilemezse parçaların birleşmesini benim dilemem ki bir anlam ifade etmez.
Tükenmişlik sendromu diye nitelendiriyormuş modern tıp bu hali. Neden tükenir insan? Neyi tükenir insanın? Yine modern bir cevap; Yaşama sevinci. Bir insanın yaşama sevinci ne olmalı, neden yaşar ki insan, ne için yaşar, ne ile yaşar? Neye bağlar sevincini, hangi hayaller süsler zihnini? Tükenmişlik!! Ümidi midir tükenen insanın? Yine cennetmekân İstiklal şairi Mehmet Akif seslenir yıllar öncesinden: ‘’Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar, meyus olanın ruhunu, vicdanını bağlar…’’ Ümidini kaybetmiştir, aslında ümidiyle beraber Allah’a güvenini mi kaybetmiştir? Allah’a güveni kaybetmek, ümitsizliğe düşmek mümin tavrı mıydı? Buyurmuyor muydu yüce fermanımız: ‘’Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfir topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.’’ ( Yusuf 12,87). Bu nasıl bir haldir Ya Rabbi, bu nasıl bir aldanmışlıktır?
Bir nedeni olmalı bu halin, insan neden ve nasıl bu hale gelir? Zihnim cevabını bulamadığı sorularla kıvranırken rahmetiyle yetişiyor imdadıma Kudreti Sonsuz(c.c.). Küçüklüğüme doğru bir seyahate çıkarıyor beni. Elfuelfi Elhamdülillah. İnsanoğlu ne garip. Lehfu Mahfuz’da kayıtlı olması gibi her şeyin aslında ruhumuzda, bedenimizde, bilinçaltımızda da silinmeden kaydoluyordu yaşanılan hissedilen her şey, kaydoluyordu ki ahirette şahitlik etsinler. Ahhh nefsim senin inkârını onlar vursun yüzüne! Çünkü tek unutan sensin gafilliğini, hatalarını, nankörlüğünü, aldanmışlığını. Tek unutan sensin kendini. Tek unutan sensin Rabbin’i.
Annemin çok istediğim ve alacağını beklediğim bir şeyi almayışı geliyor aklıma. Ve anneme güvenimin yıkılışı kırgınlığım ve küsmelerim. Gönlümü alıyor annem, şuan onun bana zararlı olduğundan daha vakti gelmediğinden bahsediyor. Beni çok sevdiğini ve bunu benim iyiliğim için yaptığını söylüyor. Zaten söz vermemişti ki bana alacağına dair, ben sadece alacağını zannetmiştim, beklentiye girmiş aşırı bağlanmıştım. Zanlarımız üzerine kurduğumuz hayatımızda zannettiklerimizi doğru ve gerekli kabul edip kendimizi buna inandırmıyor muyduk? Dilim ‘’tamam haklısın anne’’ dese de, aklım annemin haklı olduğunu bilse de kalbimden kırgınlık ve hüzün gitmiyordu bir türlü. Anneme eskisi gibi sevgiyle bakamıyordum. ‘’Geçti, önemli değil’’ desem de geçmiyordu bir şeyler içten içe bir kırgınlık kalıyordu, bir kızgınlık belki de. Aklımın kalbimi ikna edememesi, söz geçirememesi. Neden ikna olmuyordu kalbim? Ve gururumun devreye girmesi o küçücük halimle bir daha annemden bir şey istememeye karar verişim.
İnsan bir meçhuldü, kâinatın sırlarının saklı olduğu. Ahh bir bilebilsem kendimi, Ahh bir bildirsen Ey Rabbim. Zihnimdeki şu karmaşadan bir kurtarsan beni, zihnimdeki karmaşanın nedeni firavunlaşmış nefsimin esaretinden azad eylesen bu biçareyi. ‘’ Ey nefsim! Seni sen yapan benim, beni de ben yapan sensin. Ya yola gel beraber gidelim ya da yoldan çekil ben Hakk’a (c.c) gideyim.’’ der ya Mevlana, artık çok yordun beni ey sürekli kötülüğü emreden nefsim, çok usandırdın beni, çekilsen yolumdan da Rabbim’e gitsem. O’ndan uzak kalmak bu halimin nedeni. İman nurundan uzak kalmak tükenmişliğimin sebebi. Bir söz dinlesen de kurtulsam şu halimden, İman nuruyla aydınlansa tekrar kalbim, ruhum, bedenim, dünyam, ahiretim..
Ağacın yaş iken eğilmesi gibi, latifelerin temiz olduğu zamanlarda yaşananlar ne kadarda etkiliyordu insanı, ve ne kadar belirleyici oluyordu insanın hayatında. O zamanki halimin aynısıydı aslında şu andaki halim. Ümit etmek demek, dua etmek demek, beklenti içine girmek demek değildi. Kavram karmaşasıydı bendeki, şeytanın ve nefsimin yine farklı bir oyunu. Hiç bitmeyecek oyunlarından biri. ‘’Oldum’’ diyen solmaya mahkûmdu. Biz zaferden değil seferden sorumluyduk, dua etmekten, gönülden inanmaktan, sebeplere sonuna kadar riayet etmekten sorumluyduk ama sonuca karışmadan. Allah’ın işine karışma ukalalığında bulunmadan, beklenti içine girmeden…
Beklenti nasılda yaralıyordu kalbimizi. Beklentisiz olabilmek ne kadar büyük bir erdemdi. Küçüklüğümde anneme karşı tavır ve hissiyatımın aynısıydı aslında şimdiki Rabbim’ e olan tavır ve hissiyatım. Namazımın eski ruhunu kaybetmesi, aşkla iştiyakla değil de sadece farz olduğu için yönelmem secdeye. Ne kadar acı. İçten içe Rabbim’ e küsmüşüm aslında farkında değildim. İçerlemişim, kızgındım belki de. O kadar dua etmiştim, gayret etmiştim, inanmıştım. Ve istediğim olmayınca tükenmiştim… Madem bu kadar emeğime rağmen istediğim olmadı Ey Rabbim diye sitem edişim belki de, tevekkülümün dilimde kalışı, aklımın ikna olması ama kalbime kabullendirememem. Enerjimin bitmesi, ruhen ve bedenen tükenişim, halsizliğim, belki de ‘’o zaman ben bir kenara çekiliyorum daha da bir şey istemiyorum ve gayret etmiyorum ey Rabbim’’ deyişim. Ah gaflet perdesiyle örttüğüm farkındalığım.. Kendi halimden bile bihaber oluşum. Ahhh Rabbim’ le olan pazarlığım, ahhh aldanışım…
Zanlarımız üzerine kurduğumuz hayatımızda zannettiklerimizi doğru kabul edip ona göre yaşamaya çalışırken bir şefkat tokatı, İlahi inayetle zanlarımızın belki de ahir zamanın modern putlarının yıkılmasıydı yaşadıklarımız. Hayatımız Kur’an ve Sünnet hakikatları üzerine kurulmalı değil miydi? ‘’ Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur. Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz.’’ ( Bakara 2, 216) fermanına iman edemeyişim, bildiğimi zannedişim aklıma ve kendime güvenişim, ahhRabbim’e teslim olamayışım. AhhRabbim’in farklı hikmetlere binaen bahşettiği akıl gücünü şerre kanalize edişim. ’’Rabbim ki beni benden daha iyi bilen, beni benden daha çok seven, hikmetiyle halk eder şer şeyi, ince ince dizayn eder. Ahh Rabbim Seni bilemeyişimden bu gafletim ve ne acı ki bilmediğimi de bilemeyişimden, bildiğimi zannedişimden. Hıçkırıklarla annemin şefkatli kucağına koşmam gibi, Sana(c.c) koşsam Senin şefkatin ki sonsuz annemin şefkati yanında, anneme şefkatide yerleştiren Sen değil misin? Musa (a.s)’ın duasıysa yönelsem kapına ‘’ Rabbim! Ben nefsime zulmettim. Beni affet’’ (Kasas 28,16). Musa(a.s)’ı Gafur ve Rahim sıfatlarınla sarıp sarmaladığın, affettiğin gibi beni de affeder misin Ey Rabbim?
Çok zor ve acı diyordu yine nefsim, bu kadar acı ve zor olmak zorunda mı? Susmuyordu, susmayacaktı sesi son nefese kadar, imtihanın sırrı da bu değil miydi? Asrının kalp ve ruh doktoru Mevlana Hz. ne güzel cevap verir:
‘’ Zor diyorsun. Zor olacak ki imtihan olsun.’’ Yunus Emre koca bir hayat hikâyesini anlatır üç kelime ile: ‘’ Hamdım, yandım, piştim elhamdülillah.’’ Kolaya müptela ahirzaman nesliydik, kendi küçük imtihanlarımızda sarsılıyor, kolay yoldan cenneti arzuluyorduk. Hâlbuki yanmadan pişilmiyordu.Bu halimizi farkettirenRabbim’e şükürler olsun. Kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı en mükemmel insan Efendimiz Hz Muhammed (s.a.v) zorlu Tebük seferinden dönerken ashabına buyurmuyor muydu : ‘’ Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.’’ ( Razi 18,72; Beydavi, 2,92). En büyük cihad nefisle yapılan cihad, en büyük mücahid de nefsine savaş açan kimse değil miydi?
‘’Bu yok uzaktır menzili çoktur, geçidi yoktur derin sular var.’’ (Yunus Emre) hakikatine iman edip azimle, ümitle gayret etmek bize düşen asla sonuca odaklanmadan, Cenab-ı Hakk’ın işine karışmadan. ‘’ Hamd olsun bizden her türlü hüznü gideren Allah’a. Şüphesiz Rabbimiz çok affedicidir, kulunun amellerini ve şükürlerini kabul edip mükâfatını fazlasıyla verir.’’ (Fatır, 35,34).
‘’Küfür ve dalaletten başka her türlü hal için Allah’a hamd olsun.’’ ( Tirmizi, Deavat:45; İbniMace, Mukaddime: 23) Hamd edebilmeye ELHAMDÜLİLLAH.
Her yeni gün yeni olayları getiriyordu beraberinde, yeni olaylarla beraber yeni insanları.. Her şey Cenab-ı Hakkın ‘’Kün fe yekün’’(Yasin Süresi 82) demesiyle gerçekleşiyordu. ‘’Ol’’ diyordu Rabbimiz ve oluyordu. Her gelen tıpkı vazifeli bir memur gibi vazifesini eda etmek adına çalıyordu kapımızı. Hikmet dairesinde gerçekleşiyordu her şey. Sokakta gözüme çarpan bir insan bile tesadüf olamazdı. Kainatta tesadüfe yer yoktu. ‘’Her şeyi yaratan ve bir ölçüye göre düzenleyen Allah’tır.’’( Furkan Suresi,2) diye buyurmuyor muydu kutsal kitabımız. İnce ince nakışlarla işlediği gibi kainatı kader planında emanet olarak verdiği hayatımı da meyelanım doğrultusunda ince ince dizayn etmiyor muydu Rabbim? Rahim sıfatıyla sarmalayıp cennete ehil hale getirmeye çalışmıyor muydu? Lütfu da kahrı da benim iyiliğim için gelmiyor muydu?
Musibetler ve belalar sağanak sağanak yağarken ahirzamanda, kul olarak dünya imtihanımda başıma gelen her musibetin yüzüne ‘’Ey musibet! Eğer onun izin ve rızası ile geldinse, merhaba, safa geldin’’ diyebilecek miydim? Gönül rızasıyla teslimiyetle karşılayabilecek miydim? Ne kadar acı olursa olsun.. Hatta iyi ki geldin ben ki uzaklaşmıştım Rabbim’den beni Rabbim’e yaklaştırmak için geldin diyebilecek, korkutan yüzünü değil de perdenin arkasındaki güzel yüzünü görebilecek miydim? Efendimiz(s.a.v)’in ‘’Sabır musibetin ilk şokunu yediğin zamandır.’’( Buhari, Cenaiz,32) fermanına iman ederken aklım, imanımı aklımdan kalbime indirebilecek miydim?
Efendimiz(s.a.v) ahirzamanda geleceğini bildirdiği imanı gırtlaklarından aşağıya geçmeyenlerden miydim bende Ey Rabbim? Kendime yakıştıramıyordum verdiğin musibeti. Kimdim ki ben senden geleni yakıştıramıyordum kendime? Bana yakışan neydi ki, hangi Kaf dağında görüyordum kendimi? Bana bunu neden yaşatıyordun Ey Rabbim, bildirmeye çalıştığın neydi? Sorularla yorulurken zihnim ‘’ Kendini bilen Rabb’ini bilir.’’ fermanını yetiştiriyorsun imdadıma.
Rabbim’i bilmemde bir basamaktı kendimi bilmem. Hz Ali(r.a) buyurmuyor muydu ‘’İnsan maddeten küçük bir varlık olmakla beraber onda bütün alem gizlidir.’’ Alemlerin sırrı gizliydi insanda, küçültülmüş bir kainattık her birimiz. Alemleri bilmekti kendini bilmek, alemleri yaratanı bilmekti. Kendinden bile bihaber olan insan nasıl bilebilirdi ki alemleri, nasıl bilebilirdi ki Halık-ı Zülcemalini? ‘’Bir ben vardır benden içeri ‘’ diyen Yunus Emre gibi içimizdeki beni bilme yolculuğuydu kulluk yolculuğumuz. ‘’Ene’’ nin yaratılış hikmeti de bu değil miydi? Ah aldanmışlığım, kendime zulmedişim, eneyi bile istismar edip şerre kanalize edişim. Arzu ve heveslerine tapan narsistleşen benliğim. Rabbim zalim değildi asla kuluna zulmetmezdi. Bendim iman kodlarımı bozan, kalbimi günahlarla kirleten. Bendim kendi kendime zulmeden, Kalpler ki yalnız senin elindedir Ey Rabbim, kalplerimizi evirip çeviren Sensin, ben kendimi bilmekten aciz ve fakirim Sana emanet ettim kalbimi, ruhumu her şeyimi.. Sen bağışla kusurlarımı, Kuddüs isminle temizle günahlarımı, arındır kalbimi Sen ol vekilim muhafaza buyur koru beni.
Nasıl bilecektim kendimi, nasıl tanıyacaktım. Şimdiye kadar bildiğim ben, ben değil miydim? Yakınlarıma sorsam kendimi, onların anlatacakları benle, benim bildiğim ben aynı ben olacak mıydı? Kabullenebilecek miydim mertçe söylediklerini. Nefsimin savcısı olabilecek miydim? Öfkelenecek miydim ya da kırılacak mıydım söylediklerine. İçten içe sitem mi edecektim, hepsi yanlış tanımıştı beni, nasılda suizanla bakıyorlardı mümin kardeşlerine. Halbuki bana yanlışımı söyleyen boynumdaki akrebi gösteren mümin kardeşime teşekkür etmem, minnettar olmam gerekmez miydi? Ahh gururum.. Ah gurur ateşiyle yanan imanım.. ‘’Mümin müminin aynasıdır.’’(Ebu Davud,49, Tirmizi 18) fermanınca herkes de kendimi görüşüm, herkesi de kendim gibi hastalıklı sanışım.. Ah manevi hastalıklarla kıvranan şifaya muhtaç ruhum..
Cenab-ı Hak bir kuluna hayır murad ettiği zaman ona hayırlı arkadaş nasip edeceğini bildiriyordu. İlmin kapısı Hz Ali( r.a) ‘’ En hayırlı dost seni hayra sevk ederdir.’’ Buyuruyordu. Hayır ki benim nefsime ağır gelendi, cennetin dışı nefsime ağır gelen şeylerle kaplanmamış mıydı? . Nefsim ki görmek istemez kusurunu, şöhretperest alkışlanmak ister, övülmek ister her daim. Hoşlanmaz hatalarının, kusurlarının, eksiklerinin söylenmesinden. En hayırlı arkadaş ki benim nefsimin kusurunu görünce söyleyip, beni hatalarımdan arındırmaya çalışan dünya kardeşim olduğu gibi ahiretde de ebedi kardeşim olmak isteyen kişidir. Sadece dünyada beraberliği değil, ebedi beraberliği arzulayıp, benimde ebediyetimi cennete çevirme adına bana yardımcı olan salih kişidir.
Rabbim’e şerrinden sığındığım kovulmuş şeytan ki diyalektik uzmanı, bitmiyor bitmeyecek okları, planları. Mümin bir kardeşimin hatasını görmüşsem, Rabbim o hatayı, kusuru o kardeşime yardımcı olmak için göstermiştir, onu yargılamam, suizanda bulunmam gıybetini yapmam, ya da onun hatasını bir silah gibi biriken kinimi öfkemi çıkarmak adına ona karşı kullanmak için değil. Gerçekten Rızayı İlahi için kardeşimi kırmadan ifade edebilmem adına. Mevlana Hazretleri ne güzel buyuruyor: ‘’ Dost acı söyleyen değil, acıyı tatlı söyleyebilendir.’’ diye. Nebiler Serveri (s.a.v) ki kırmamış kimselerin kalbini, buyurmuyor mu ‘’Kalp kırmak Kâbe yıkmak gibidir.’’ Hiç bir şey yapamıyorsam dua edemez miydim. Şu felaket asrında müminin mümine en büyük yardımı dua ile değil miydi?
Hiç bir şey bilmediğimizi kabullenmekle başlıyor kendimi bilme yolculuğumuz. Kainatta olup bitenleri bilemediğim gibi bedenimde olup bitenlere bile vakıf değilim. Nasıl bilecektim kendimi, nasıl bilecektim Rabbim’i? Yine asırlar öncesinden bir ses veriyor sorumun cevabını: ‘’İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen. Ya nice okumaktır.’’ **(Yunus Emre)**
Okumak ki aklımın değil kalbimin okuması, aklımın değil kalbimin iman etmesi. Okudukça kırılması benliğimin, yok olması gurumun, dik olan mağrur başımın eğilmesi içi dolu başaklar gibi tevazu ile. Halık’ımın bilmem yüceliğini idrak etmem, kendi acizliğim ile edeple iki büklüm olmam . Mevcüdatı umumen isteyen doymak bilmeyen nefsinin esaretinden kurtulmam, hiç ender hiç olduğumu kabul etmem, haddimi bilmem. Ne güzel ifade eder Mevlana Hazretleri‘’ Bin senede okusam ne biliyorsun diye sorsalar bana haddimi bilirim derim.’’
Meleklerin duasına ‘’Amin’’ diyebilmeyi nasib eylesin Rabbim yürekten. ‘’Amin’’lerimiz karışsın meleklerin ‘’Amin’’lerine. ‘’Sübhansın Ya Rab. Senin bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetli yapan Sensin.’’ (Bakara Süresi 2/32). Bildir bize hiç bir şey bilmediğimizi, ‘’biliyorum’’ ukalalığından kurtar bizi ey Rabbim. Bildir bize kendimizi, bildir bize kâinatın sırlarını, bildir bize Zat-ı Sübhaniye’ni. Sana emanetiz Ya Rabbim Sen bilirsin, bildir bize bildirmek istediklerini.
Kainatın mayası sevgiydi, muhabbetti. Sevdiğin için yaratmıştın bizleri Rabbim, sevmeseydin yaratmazdın. Sevgi ile yoğrulmuştu kainat. Sevgi ile yoğrulmuştu insan. Bir oyun ve oyalanmadan ibaret olan, Rabbimin katında sinek kanadı kadar değeri olmayan bu imtihan dünyasında ancak sevgi le ayakta kalabilirdi insan. Hava gibi, su gibi muhtaçtık sevgiye. Sadece insan mı? Bir çiçeği bile soldurmuyor muydu sevgisizlik, ilgisizlik, değersizlik. Günümüzdeki solmuş çehrelerimizin, katılaşmış kalplerimizin, şüphe duyan akıllarımızın, kimselere güvenememeizin, kimseyi sevemememizin, sevildiğimize inanamamamızın altındaki nedende bu değil miydi? Kutsal kitabım “O’na dayan, O’na güven…” (Hud Süresi 123) diye ferman ederken bizleri solduran bu fermana iman edemememiz değil miydi? Temel sorun Rabbimiz’i bilmememiz, bildiğimizi sanmamız yanlış bilmemiz, sevdiğimizi zannederken sevmememiz, O’na dayanmak yerine masivaya dayanmamız, O’na güvenmek yerine fani şerlere güvenmemiz, güvendiğimiz dağlara karların yağması umutlarımızın kırılması, yıkılmamız değil miydi? Ancak Senin sevginle doğrulabilirdim ey Rabbim. Ancak Senin sevginle solan yüzüme renk gelirdi tekrar, kıştan sonraki baharda dirilmesi gibi kainatın bende Senin sevginle dirilebilirdim yeniden, Senin sevginle kurtulabilirdim şüphelerimden, vesveselerimden, Sana güvenerek, senin rızan için ‘’Bismillah’’ diyerek başlayabilirdim her işime, senin adınla güvenebilirdim insanlara. ‘’Beni sen kaldır ki kimseler yıkamasın.’’ diyor ya Sadi Şirazi, Sana dayanıp güvenirsem kimseler yıkamaz beni bilirim ey Rabbim. Senden geldiğini ve Senin iznin ile geldiğini bilirim her şeyin. Senin görevli bir memurun gibi beni Sana yaklaştırmak için geldiğini bilirim.‘’Bizi bu çöllerde mahvettirme.’’ diye dua ederken dilim ancak Senin sevginle tutunabilirim hayata ey Rabbim, ancak Senin sevginle bu çöllerde mahvolmaktan kurtulabilirim. Senin katındaki değerimi, Seninde beni sevip sevmediğini merak ederken, Hz Enes (r.a)’nın rivayet ettiği Sevgililer Sevgilisi Efendimiz (s.a.s.)’nin fermanı yetişiyor imdadıma. ‘’Allah katındaki hissesini öğrenmek isteyen kimse, Allah’ın kendisinin yanındaki hissesine baksın.’’ (Suyuti, CamiusSağir 6/49). Benim kalbim ki izin verdiğin için sevebilir Seni. İzin verdiğin için teşekkür ederim Ey Rabbim, sevdirdiğin için, tam duyamasam da kalbimde sevgini bu kadar da olsa duyurduğun için teşekkür ederim.
Sevildiğim için yaratılmıştım latif bir surette. Rabbimin dünyadaki en nazik, nazenin misafiriydim. Dünya yolculuğumda ana rahmine düştüm ilkin. Rabbim yarattığı en şefkatli varlığın rahmini durak yaptı bana. Şefkat kahramanına emanet etti. Canını canıma katacak olan, canını evladı uğruna hiç düşünmeden feda edebilecek olan Rahim sıfatının kainattaki muhteşem tecellisi olan anneme. Annem, senin rahmin oldu ilk durağım, sığınağım, korunağım. Sevginle sardın minicik bedenimi. Kalbinle beraber atan minik bir kalp vardı rahminde. Sevginle büyüttün minicik kalbimi. Ve ilk muallimim oldun annem. Bu dünya imtihanımdaki ilk rehberim, öğretmenim. Tıpkı bir binanın temellerinin atılması gibi senin rahminde seninle beraber atıldı temellerim. Bembeyaz bir kumaşın üzerindeki nakışlar gibiydi bilinçaltım. Rabbimin sevgisinin nakşedildiği, iman nakışlarının bulunduğu bembeyaz bir kumaş. Sonrasında seninle beraber şekillendi bilinçaltı kodlarım. Senin kişiliğin, yaşayışın, hissettiklerin, senin her şeyin benim hayatımın yapı taşları oldu annem.
Yolculuğum o sıcacık yuvadan dünyaya gözlerimi açışımla devam etti. Yine yanımda hep sen vardın annem. Geceleri ağladığımda ilk sen duydun sesimi, sen koştun yanıma, sen bastın beni sıcacık bağrına. Rabbimin engin şefkat ve merhametiyle lütuf ve kereminden gönderdiği anne sütüyle besledin beni. Büyüyebilmem için senin sütüne, sütünden de öte sevgine ihtiyacım vardı annem.
Küçücük ellerimle sarılmaya çalışırken boynuna, dünya meşgalesiyle yanımdan ayrılmak zorunda kaldığın anlarda gitmeni istemezken, güvendiğim sendin, sığınağım senin sevgin ve şefkatindi ve en büyük korkum seni kaybetmekti annem. Sana bağlanmıştım, sana dayanmıştım, sana güvenmiştim, bütün güzellikleri senden bilmiştim ve belki de sana iman etmiştim annem.
Tüm varlık Cenab-ı Hakkın sıfatlarını yansıtan bir aynaydı. Rabbim tanınmak ve bilinmek için yaratmıştı kainat sarayını. Annem ki Rabbim’i tanımama vesile. Rabbimin sevgisi annemin sevgisinin kat kat üstündeydi.Sen ki ilk muallimin, sendeki tüm sevginin, şefkatin, merhametin asıl kaynağının o ulvi sıfatların sahibinin Rabbim olduğunu bana bildirecek ilk öğretmenim. Sahibimin sen değil Rabbim olduğunu ve sana sadece emanet edildiğimi sevginle bana duyuracak olan annem. Annem ki kıyamazken evladına, gecelerini gündüzünü hatta ömrünü adarken ömrüme, Rabbim ki anneme o sıfatları yerleştiren o güzelliklerin asıl sahibi. Hiç yalnız bırakır mı kulunu, zaten buyurmuyor mu ‘’ Kuluma şah damarından daha yakınım.’’ (Kaf Süresi 16).
Cahiliye devrinde diri diri toprağa gömülürken çocuklar, günümüzde de Allah’tan uzak kendi arzu ve isteklerimiz için dünyaya getirilen çocuklarda diri diri toprağa gömülmüyor muydu? Farkında olmadan kendine kul evlatlar mı yetiştiriyordu anne? Anne emanetin bilincinde miydi? Anne Allah’ın bilincinde miydi? Binanın kurtuluşu nasıl temellere inilerek temellerin düzeltilmesi sağlamlaştırılması ile mümkünse, insanlığın kurtuluşu, hepimizin temellerini atan annenin bilinçlenmesi ile olmayacak mı?Allah aşkına ulaşmış bir annenin Allah aşkına ulaşmış evladı. Hz. Meryem ki Hz. İsa gibi bir evlada anne olma şerefine nail. Peygamber sevdalısı annelerin peygamber sevdalısı evlatları.. Ne kadar çok örnek var.. Bilimsel araştırmalarda kanıtlamıyor mu bunu?Toplumun mimarları başta ilk muallim anne değil mi? Su andaki perişaniyetimizin sorumlusu yine bizler insanoğlu değil mi? Öyle buyur muyor mu Rabbimiz: ‘’Muhakkak ki Allah insanlara zulmetmez lakin insanlar kendi kendilerine zulmediyorlar.’’
Annenin Allah ile kurbiyeti tam olursa, nesli yok etmeye Allah’tan koparmaya çalışanların karşısında bu kadar kolay devrilmeyecek, yıkılmayacak, iman gücüyle dik durabilecektir toplum.O’na dayansak O’na güvensek O’na emanet etsek her şeyimizi. O emanette emin, asla zayi etmeyecektir bizleri.
Anne inleyen bir ney misali, anne hicrandan bir yumak… Gözleri hep buğulu nemli ve her zaman zârzâr. Kaderidir annenin ocaklar gibi yanmak. Anne evlat emanetinin ağırlığıylaızdıraplı, iki büklüm. Rabbinin en nazik, nazenin misafirinin emanet edilme şerefine nail. Cennetler serili annenin ayaklarının altına, cennetlere dilbeste nurani bir varlık anne.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.