DOLAR

40,2607$% 0.13

EURO

46,7252% 0.08

STERLİN

53,9495£% 0.21

GRAM ALTIN

4.320,96%0,56

ONS

3.334,69%0,33

BİST100

10.219,40%-0,06

İmsak Vakti a 02:00
İstanbul AÇIK 31°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
xslot trbet tarafbet orisbet betturkey betpublic bahiscom betebet betlike mariobet betist 1xbet trendbet istanbulbahis zbahis royalbet betwild alobet aspercasino trwin betonred bizbet
a
Mustafa Zahideoğlu

Mustafa Zahideoğlu

01 December 2016 Thursday

1-Çocuğun Doğrudan Şiddete Maruz Kalması

0

BEĞENDİM

1-Fizikî şiddet ve işkence: DAYAK

Günümüzde şiddet, ceza denilince aklımıza dayak atmak gelmektedir. Özellikle eğitim ve terbiye gerekçesi olarak çocukların maruz kaldığı, sıkça rastlanan dayak, sopa atmak bilinmektedir.
Bazı anne babalar, büyükler ve hatta eğitimciyim diyenlerin ağzından sıkça duyduğumuz, bazılarının uyguladığı ve çocuğu terbiye için dayağın gerekli olduğunu söylerler.

Çocuk bir yaramazlık yaptığında hemen tehdit eder “bak, seni kötü eşek sudan gelene kadar döverim, sana sopa atarım” deriz. Benim emsallerim bu söz ve tehditlerle büyüdü.

Çocuğumuz sözümüzü dinlemediği zaman dayağı hak etmiştir. Kardeşiyle, arkadaşıyla kavga ettiyse, yalan söylemişse, başkasının malına, bağına bahçesine, eşyasına zarar verdiyse zinhar dövülmelidir, düşüncesi hâkimdir. Evet, böyle düşünülür.

Esasında dayak şiddeti devletin üst seviyedeki kişilerin kamuoyu önünde, kameraların karşısında, filmlerde en iyi sahnelerdenmiş, sanki sen de böyle yap der gibi takdim edilmektedir.

Günümüzde çocuğa ve kadına şiddetin arttığından şikâyet eden yetkililer ilk önce televizyonlarda ki şiddet içeren filmleri düzeltmeliler. Halkımızın ve çocuklarımızın en çok seyrettiği filmler kavga, dövüş senaryosu olanlar.

Bugün artık sopanın hiçbir şekilde eğitim aracı olamayacağı kabul edilmektedir. Bunu ben İmam Hatip Lisesinde 1975-1979 yılları arasında okurken Mustafa Barut öğretmenimizde uygulamalı olarak gördüm. Bütün bu hocamızda okumuş olan öğrenciler de şahittir. Bizim dönemimizde okullarda kavgasız gün olmazdı. Öğretmenler derslerde çok zorlanırlardı. Hele sınıfta hâkim olan grubun fikrinden değilse o öğretmen ders yapamazdı. Ama Mustafa Barut Hocamızın dersini bütün okulun sınıflarında ki öğrenciler zevkle dinler, hiç saygısız davranmazdı. Hatta yaramazlık yapan olunca ona sadece bakışı yeterli olur, o öğrenci yanlış davranışından vaz geçerdi.

Bizler Peygamber Efendimizi örnek alsak hiç dayak sahneleri olmaz. Eğitimcilerin en güzeli olan Peygamberimizin hayatına baktığımızda dayağın yeri olmadığını görürüz. O, herkese karşı, hele çocuklara karşı çok şefkatli ve merhametli idi. İşte örnek:

(Guber oğullarından) Abbâd bin Şürahbîl (Radıyallâhü anh)’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
Başımıza bir açlık ve kıtlık yılı geldi. Ben de Medine-i Münevvere’ye gittim ve bu yerin bahçelerinden birisine vardım. Bir miktar başak alıp ovarak tanelerini çıkardım. Birazını yedim. Kalanını da elbisemin içine koydum. (Bu arada) bahçe sahibi geldi, beni dövdü ve elbisemi aldı. Ben de Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ‘in yanma varıp O’na (bu durumu) anlattım. Resûl-i Ekrem (Sallalla¬hü Aleyhi ve Sellem) (bahçe sahibi olan) adama: “O, aç iken sen ona (bir şey) yedirmedin ve o, câhil iken sen ona (bir şey) öğretmedin,” buyurdu. Sonra Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ‘in emri ile bahçe sahibi, Abbâd’ın elbisesini kendisine geri verdi ve Resûl-i Ek¬rem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Abbâd’a bir veya yarım vesk yi¬yecek verilmesi için emir buyurdu.” (Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 6/346-349)
Râfi’ bin Amr el-Ğifârî (Radıyallâhü Anh’den; Şöyle de¬miştir:
Ben erginlik çağıma yaklaşmış bir yaşta iken (meyvesini düşü¬rüp yemek için) hurma ağaçlarımıza —veya demiş ki— Ensâr’ın hurma ağaçlarına taş atardım. Sonra (bir defa yakalanıp) Peygam¬ber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’e getirildim. Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de bana:
– Yâ oğulcuğum!
—“Sen niçin hurma ağaçlarına taş atıyorsun?” buyurdu. Râfi’ demiş ki Ben:
— (Düşürdüğüm hurmayı) yiyorum, dedim. Resûl-i Ekrem:
— “Bundan sonra hurma ağaçlarına taş atma da yere düşmüş olan hurmaları ye.” buyurdu. Râfi’ demiş ki Sonra Resûl-i Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) elini başıma sürdü ve:
-“Allahım bunun karnını doyur.” buyurdu.” (Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 6/346-349)
Peygamberimiz burada çocuğu suçlamak yerine önce niçin bu işi yaptığının sebebini araştırmış. Daha sonra da ona bir alternatif sunmuştur. Bu örnek üzerinde düşünmeli ve bunu kendi eğitim sistemimizle karşılaştırmalıyız. Ya da “Böyle bir durumla ben karşı karşıya kalsaydım ben ne yapardım, nasıl davranırdım, ne tavsiye ederdim?” sorularını kemndimize sorup vereceğimiz cevaptan sonra çocuk eğitimi konusunda Sevgili Peygamberimizin gösterdiği hedefe ne kadar yakın veya ne kadar uzak olduğumuzu anlamış oluruz.
Bahsi geçen olayda Peygamberimizin çocuğu bırakın dövmeyi, ona hakaret etmediğini hatta azarlamadığını görüyoruz.
Peki, “terbiye etme” adına hem kendi çocuklarını, hem de kendisine emanet edilen, eğitmesi istenen çocukları dövme hakkını kendinde görenlere ne demeli? Kısacası Çocukları dövmeye Peygamberimizden izin de destekte yok.
Çocuğu dövmek, ona doğruları öğretmez. Beklide bir süre olumsuz davranışları engelleyebilir. Fakat kesin bir çözüm olmaz. Bu dayağın en etkili sonucu, çocukta öz güveni kaybettirir, çekingen, korkak hale getirir.
Çocuk yaratılıştan iyiliğe meyillidir. Çünkü fıtrat üzere yaratılmıştır. Karşısında iyi örnekleri gördükçe ve sabırla muamele edildikçe, doğru davranışları öğrenecek, benimseyecektir.
Halk arasında “Dayak cennetten çıkmıştır” sözü yaygındır. Hâlbuki cennetten çıkmış değil, dayak şeytani olduğu için cennetten kovulmuştur.
Dayağın hiçbir mazeretinin olmadığını da bilelim. “Bazen o kadar sinirleniyorum ki kendime hakim olamıyorum, onun için dövüyorum” gibi bahanelerin arkasına sığınırız. Şu soruyu kendimize soralım: “Bizi sinirlendiren, cüssesi, makamı, bizden yüksek olan birisi olsaydı, yinede kendimize hakim olamayacak mıydık? Onu da mı döverdik?” ben cevap vereyim, Hayır. Şunu iyi bilelim ki, dayak, çocuğun hatasının değil, bizim zayıflığımızın, yetersizliğimizin, sabırsızlığımızın neticesidir. Eğitmeye gücümüz yetmediğinden gücümüzün yettiğini yapıyoruz. Şiddete başvuruyoruz.
Buradan şunu anlıyoruz ki ihtiyacını karşılamadığımız, kendisine yeterli eğitim ve öğretim yapamadığımız kişileri dövmeye, onları cezalandırmaya hakkımız yok. İlk önce o çocuklara dinin ahlaki kuralını öğretmeliyiz. Sonra ondan saygı sevgi beklemeliyiz.

2- Çocuğun duygusal şiddete maruz kalması

İlk önce duygusal şiddet nedir? Bunun tarifi yapmalıyız. Duygusal şiddet, çocuğun azarlanması, korkutulması, tehdit edilmesi gibi psikolojik olarak baskı altına alınmasıdır.çocuğa şiddetin en büyük sebebi anne-babaların kendilerini çocuğun adeta sahibi olarak ve her türlü tasarruf hakkı olduğu bir şey olarak görülmesidir. Halbuki, çocuk bize Allah’ın bir emanetidir. Anne-babaların, eğitimcilerin görevi ise o emaneti, bedenen ve ruhen sağlıklı bir şekilde topluma ve aileye faydalı bir fert olarak yetiştirmektir.
Yukarda tarifinde de açıkladığımız gibi şiddet sadece fiziki işkence değil ruhuna zarar veren davranışlarda şiddettir demiştik.
Şiddetin bu şeklini de çocuk üzerinde şöyle uygularız: “sözümü tutmazsan, söylediğimi yapmazsan seni sevmeyeceğim, senin annen/baban olmayacağım. Sana oyuncak almayacağım, gezmeye götürmeyeceğim, abini, ablanı, kardeşini seveceğim” gibi sözlerle çocuğu tehdit ederiz. Böyle davranışın çocuğun üzerinde meydana getirdiği olumsuz etkilerden, çok anne babaların haberi bile olmamaktadır.
Suçlamak, azarlamak ve “sen şöylesin, böylesin, ellerin çocukları seni geçti” gibi sözlerle yaftalamak çok kolaydır. Bunu çoğumuz yaparız. Bunun doğru olmadığı apaşikârdır. Bizler Rasulullah (Sallallahu aleyhi vesellem)i örnek almalıyız. Bunu başardığımızda hayatımızın her alanında olduğu gibi çocuklarımızla, ailemizle iletişimimizde olumlu değişiklikler olacaktır. Hz. Enes b. Malik’in bize aktardıklarına kulak verelim:
Enes (De¬di ki): “Resûlüîlah (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem) ahlâkça insanların en güzel-lerindendi. Bir gün beni bir hacet için gönderdi. Ben: Vallahi gitmem, dedim. Halbuki içimden Nebiyyullah (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem)’in bana emrettiği işe gitmek geliyordu. Derken dışarı çıktım. Tâ ki çocukların yanına uğradım. Onlar çarşıda oynuyorlardı. Birdenbire Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) arkamda kafamı tutuverdi. Ona baktım, gülü¬yordu:
“Ey Enescik, sana emrettiğim yere gittin mi?” dedi.
— Evet! Gidiyorum yâ Resûlallah! dedim. (Müslim, Faziletler 54)
Sonuç olarak biz de çocukların çocuk olduklarını, deneyerek-yanılarak öğreneceklerini, yaramazlık yapmalarının normal olduğunu unutmamalıyız. Davranışını hoş görmesekte çocuğu hoş görmeliyiz. Çocuklara merhametli ve hoş görülü olmanın onları şımartacağını düşünenle olabilir. Hoşgörüden maksat hiç kural koymamak demek değildir. Elbette ki bazı kurallar da koyulacaktır. Yukarda Hurma dalını taşlayan çocukta olduğu gibi Peygamberimiz ona hoş görülü davranmış, ağaç taşlama konusunda yasaklama getirmiş ve ona alternatif yol göstermiştir.
Çocuklarımıza dua etmeyi eksik etmeyelim. Rasulullah Usame b. Zyed ve torunu Hasan için Allah’a şöyle dua ediyordu: “Allahım! Sen bunlara Rahmet et(acı). Zira ben onlara merhamet ediyorum” demiştir. (Buhari, Edep 22)
Kelamın kısacası: Sağlıklı nesil, iyi bir toplum inşasına katkıda bulunmak için çocuklarımızı şiddetin her türlüsünden korumalıyız. Evvela kendi şiddetimizden, sonra başkalarının şiddetinden korumalıyız.

Devamını Oku

Emeviler Dönemi 6

0

BEĞENDİM

Emevîlerîn Halifelik Dönemi Hicri: 41- 136
(Mahmud Şakir, Hz. Âdem’den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları)

Velid’e düşmanlarının yapmış oldukları iftiralara, amcalarının çocukları tarafından yapılan iftiralar da eklenmektedir. Çünkü O’nunla amcazadeleri arasında, tıpkı genelde akrabalar arasında çıkan ve özellikle de siyaset adamlarıyla halefleri arasında baş gös¬teren ihtilaflar gibi bir takım sürtüşmeler mevcuttu. Şurası bir va-kıadır ki Velid’in yerine amcası çocuğu ve katili olan Yezid Bin EI-Velid geçti. Yezid’e Nakıs (eksik) diye bir lakab takılmıştı. Çünkü memurların ve askerlerin maaşlarını kısmıştı. Velid kendi döne¬minde maaşları arttırmıştı, fakat Yezid başa geçince Hişam Bin Ab-dülmelik zamanındaki seviyelere tekrar indirdi. Yezid-i Nakıs, adil ve namusluydu. Bu sebepledir ki “Mervanoğullarının en adil hali¬feleri Ömer (Bin Abdülaziz)le Yezid-i Nakıs’dır” sözü meşhurdur.

Ne varki Velid, amcası oğlunun eliyle öldürüldü. Öldürülen tek Emevi Halifesi de O’dur. Esasen O’nun sonunu hazırlayan perva¬sızlığıydı. Yaptıklarından dolayı eşi dostu, aile halkı ve yakınları O’na bizzat bu cezayı verdiler. Şu halde O’nun Emevileri temsil edemeyeceği (işlediklerinden dolayı Emevileri suçlamanın doğru olamayacağı) söylenebilir. Çünkü bu aile O’na karşı gazaba gel¬miştir, O’ndan teberri etmiş (kendisiyle ilişkileri bulunmadığına dair ikrarda bulunmuş) sonra da O’nu öldürüp vücudunu ortadan kaldırmışlardır.’

İftiracılar gerek Muaviye’yi gerekse tüm Şam halkını, dinlerin¬de şaibeli, idrak ve şuurdan mahrum, tutucu ve hatta erkekle dişi deveyi, cuma ile çarşamba gününü birbirinden farkedemeyecek kadar cahil olmakla suçlamış, çarşamba günü cuma namazı kıl¬dıklarını, aralarında kendilerini uyaracak bir tek kişinin bile orta¬ya çıkmadığını iddia etmişlerdir.
Şimdi de gelin birlikte tarihçi Mesudi’yi dinleyelim. Muavi¬ye’yi kastederek diyor ki:

“Siyasetinde öyle üstün bir seviyeye ulaşmış, öyle büyük bir maharet kazanmıştı ki (halkını hayvan gibi güdüyordu.) Nitekim Sıffin Savaşı’ndan sonra Kufe’li (Hz. Ali’nin askerlerinden) biri er¬kek bir deveye binmiş olarak Şam’a girer, o sırada Şam’lı biri bu¬na asılarak:

“Bu benim dişi devemdir. O’nu Sıffin’de elimden aldın şimdi geri istiyorum, diye tutturur. Mesele Muaviye’ye kadar intikal eder. Şam’lı adam, bu dişi deve’nin kendisine ait olduğuna dair el¬li kişiyi de şahit gösterir. Nihayet Muaviye devenin Şam’lıya ait olduğuna hükmederek onu Kûfe’liden alıp kendisine teslim eder ve O’nu savar. Kufe’li şahıs Muaviye’ye ;

– “Efendimiz! Bir kere deve dişi değildi. Bu nasıl iştir?” diye hayret içinde olup bitenlere itiraz edince Muaviye O’na:
“Bak kuzum, hüküm verilmiş, bu iş bitmiştir” dedikten sonra devenin değerini sorar ve bir kat fazlasıyla Kufe’liye ödedikten ve kendisine epeyce iyilik ve ihsanlarda bulunduktan sonra O’na şöyle der:

“Şimdi git ve Ali’ye yüzbin kişilik bir orduyla üzerine geldiğimi ve bu ordu içinde erkekle dişi deveyi birbirinden farkedecek bir tek kişi bile bulunmadığını ağzımdan bildir, anladın mı?”

Şam’lılar, Muaviye’ye boyun eğmekte o hale gelmişlerdi ki: (Hz. Ali’yle çarpışmak üzere) Siffîn Savaşı’na gittikleri bir Çarşamba günü Muaviye onlara Cuma namazı kıldırdı. O’na kellelerini körü körü¬ne ödünç vermişlerdi. Hz. Ali’nin güya Ammar BinYasir’i kendisi¬ne yardım etsin diye savaşa götürürken öldürdüğü yolunda Amr Bin El-As’ın sözlerine kesinlikle inanıyorlardı. Bu boyun eğme on¬larda öyle bir raddeye vardı ki Hz. Ali’ye (haşa!) lanet okumak ar¬tık yaygın bir hale gelmişti. Öyle ki: Çocuk, bu âdetin içinde dün¬yaya gözünü açıyor ve bunu ölünceye kadar sürdürüyordu.

Şam halkının o devirde, içinde bulundukları cehalete -sözde-örnek olarak, yine Mes’udî şunları anlatıyor, diyor ki:
Hikâyecilerden biri, Şam halkının ileri gelenlerinden ve akıl danışılanlarından birine:

– İmamların minber üzerinde (her Cuma günü) kendisine la¬net okudukları şu Ebu Turab da kimdir acaba, diye sorar. Adam masum masum:
– Galiba hırsızın biri olacak, diye cevap verir.
Bu kez de Cahız, avamdan hacca gitmek üzere olan bir adam¬dan duyduklarını şöyle anlatıyor ve diyor ki:
– O’na Kabe’den bahsetmişler. (Tabi adam Kabe’nin ne oldu¬ğunu bilmiyor) Bana dedi ki:
– Acaba Beyt’den kim benimle konuşacak? (Sorusunun esas sebebi şuydu:) Bir arkadaşı kendisine Kâbe’den söz ederken “on¬lardan biri” diye bir ifade kullanmış. (O da herhalde Kabe’yi bir grup insan zannetmiş olmalı.) Ayrıca bu arkadaşının Hz. Muhammed’i anarken salavat getirdiğini duyunca da kendisine:
– Şu sözünü ettiğin Muhammed kim olmalı acaba? Yoksa Rabbimiz o mu? diye bir soru sorduğunu da anlattı.
Arkadaşlarımdan biri de bir keresinde bana şöyle bir şey daha anlatmıştı:
Darüsselam’da (yani Bağdat’ta) yine avamdan bir adam kom¬şusunun zındık olduğuna dair Vali’ye şikayette bulunur. Vali de adamın mezhebini sorar (görüş ve inanışları hakkında bilgi ister) şikayetçi de şöyle anlatır:
– Efendim O, Mürcî’dir, Kaderî’dir, Nasibi ve Rafızî’dir.
(Adam biraz daha bilgi vereyim derken) bu kez de:
– O, As oğlu Ali’yi katleden Hattaboğlu Muaviye’ye kin besle¬mektedir, deyince artık vali dayanamaz ve O’na:
– Be adam! Bilmiyorum ki seni hangi üstün meziyetinden do¬layı kıskanayım, felsefe konusundaki derin bilgilerine mi yoksa soy bilimindeki geniş malumatına mı imreneyim? diyerek adamı kovar. Yine arkadaşlarımdan biri anlatıyor, diyor ki:
İlim erbabından bazı arkadaşlarla oturup Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Muaviye ile ilgili olarak konuşur münazaralar yapardık. Ancak ilim ehlinin konuştuklarını dile getirirdik. Bu sıralarda da avamdan bazı kimseler gelir bizi dinlerlerdi. Bir defasında bu adamların arasından ve en akıllılarından biri, -kocaman da bir sa¬kalı vardı- bize:
– Şu Muaviye’den ve falandan filandan ne kadar da çok söz ediyorsunuz! Ben de O’na:
– Peki senin görüşün nedir, dedim.
– Kimi kastediyorsun, kimin hakkında, diye sordu.
– Hz. Ali hakkında, dedim. Ne dese beğenirsiniz?
– Haa…Şu Fatıma’nın babası değil mi, dedi. Bu sefer ben:
– Peki, Fatıma kimdir? diye sordum. Buna da:
-Kim olacak! O, Hz. Peygamber’in hanımı, Hz. Ayşe’nin kızı ve Muaviye’nin de kızkardeşidir, diye bir cevap yapıştırınca O’na bu kez de:
– Peki, sen Hz. Ali hakkındaki olayı biliyor musun, diye sordum. Bunu da şöyle cevaplandırdı:
– Elbette, O Huneyn Savaşı’nda Hz. Peygamberle birlikte şehid edilmiştir.
Abbasî’lerin öncülerinden ve Emeviler’i ortadan kaldıran Ab¬dullah Bin Ali, son Emevi Hükümdarı Mervan’ı yakalamak üzere Şam’a gidince, şehrin ileri gelenlerinden, zenginlerinden ve komu¬tanlarından bir grup toplayarak yeğeni olan ilk Abbasi Halifesi Ebu’I-Abbas Es-Seffah’a gönderdi. O’na yemin ederek şöyle dediler:
“Siz idareyi ele alıncaya kadar, Hz. Peygamber (sav)’in Emevilerden başka akrabaları ve varisleri bulunduğunu kesinlikle bilmiyorduk![42]
Görüldüğü gibi bu rivayetlerin hiç birini, ciddiye alarak yalan¬lamaya bile değmez. Çünkü kendi kendini reddetmekte ve birbi¬riyle çelişmektedir. Bu rivayetlerle o günün toplumunun tümü suçlanmış, fesada uğramış bir güruh olarak nitelenmiştir. Aynı za¬manda bu iftiraların bir neticesi olarak İslamın Hz. Peygamber (sav)’le Hz, Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in devirlerinden başka hiç bir zaman bir hayat nizamı olarak uygulanamadığı yolunda bir takım şayiaların yayılmasına da sebep olmuştur. Çünkü Emevi ailesine mensup olmasından dolayı Hz. Osman hakkında bile o kadar çok şey söylenmiştir ki birçok kimse tarafından bu konudaki gerçekle¬rin bilinmemesine yol açmıştır. Toplumun, o devirde kokuşmuş olduğu yolunda ortaya attıkları dedikoduları bazı şairlerin sözle¬riyle kanıtlamaya çalışıyorlardı. Bilhassa aşk ve kadın konulu veya müstehcen şiirleriyle tanınmış kimselerin adlarını kullanıyor, on¬lara, söylememiş bulundukları kasideleri mal ederek veya şiirler uydurarak onların kasideleri arasına yerleştirip bu işleri yapıyor¬lardı.
Bunlardan biri de Ömer Bin Ebi Rabia’nın kasideleridir. O günkü toplumu bu zatın şiirleriyle canlandırmaya çalıştılar. İşin esasına bakılacak olursa Şair Ömer’e mal edilen kasidelerin hep¬sini o söylememiştir. Eğer bunları bizzat kendisi bile söylemiş ol¬sa, sadece hayallerini bu şiirlerinde dile getirmiştir. Gerçek hayat¬ta cereyan etmiş olaylar değildir. Zira kendileriyle karşılaştığını, görüşüp sohbet ettiğini ileri sürdüğü Mısır’lı Şam’lı ve Irak’lı ha¬nımlarla esasen bir araya gelmesi o kadar da kolay değildi. Olsa ol¬sa bir ihtimalle hac mevsiminde onları görmüş, onlar da kendisi¬ni görmüş, birbirlerini sevip beğenmiş olabilirlerdi. Şiirlerinde söylediği şeyleri de (bu ilgiyle) ancak hayalen yazmış, duygularını da böylece tatmin etmiş, kasideler nazmederek, sanatını beğen¬miş, bu şiirlerini arkadaşlarına sohbet toplantılarında okumak üzere saklamış olabilir ki sonraları ele geçirilmiş ve kasıt peşinde olan kimselerce istedikleri gibi kullanılarak o günün toplumu işte anlatıldığı gibi bu suretle canlandırılmıştır.
Tabi eğer bu şiirler kesin olarak O’na aitse mesele böyledir, yok eğer uydurulmuş ve O’na sonradan mal edilmiş ise bunu da artık Allah bilir.
Yukarıda söylediklerimizi O’nun şiirlerinde görmek mümkün¬dür. Mesela Medine-i Münevvere’de, namaza giderken yolunun üzerinde namaza gitmekte olan kızlara rastladığını, torbasında bulunan şeyleri onlara attığını, onlarla sohbet ettikten sonra da ta¬sarladığı yere gittiğini anlatmaktadır. Bu şiirinin bir kıtasında di¬yor ki:
Küba [43] dan geçerken bana, uğradı bir sürü ceylan, Namazgaha koşuştular, bölük bölük gizli yoldan. Çıktım önüne onların, soyundum ar-u namusdan; Eski huyumdur bu benim, hoşlanırım ben kızlardan.
Burada beyitlerin, hayali bir olaya delalet ettiği açıktır. Çünkü kızlar, hiç şüphe yok ki haya, vakar ve ağırbaşlılık içinde namazga¬ha giderlerdi. Nitekim kendisi de öyle anlatıyor. Fakat biraz sonra içinden geçen manzarayı düşünerek bu beyitleri nazmetmiş, (içinde canlandırmıştır.)
Şöyle bir şey daha anlatılmaktadır:
Sözde İbni Ebi Atik, Ömer Bin Rabia’ya amcası kızı Zeyneb Binti Musa El-Cimhiyye’nin üstün zekasını ve güzelliğini anlat¬mış, şair Ömer de kızı görmeden O’na aşık olup, üzerine uzun ka¬sideler yazmıştır. Dolayısıyla O’nu sevdikleri veya O’nun kendile¬rini sevmekle şöhret kazandığı söylenen kadınlar için de aynı şey söz konusudur. Bunlar tanınmış, şöhretli ve saygın kadınlardı. O’nlara ulaşmak onlarla konuşup sohbet etmek o kadar kolay ve pek mümkün değildi.
Bu hanımlardan bir kaçının adını vermekle söylediklerimizin ne kadar gerçek olduğu daha da anlaşılacaktır. Bu kızların en ta¬nınmışları şunlardı:
Hz. Hüseyin’in kızı Sekine, Abdurrahman Bin Avf’ın kızı Su’da, Talha Bin Ubeydullah’m kızı Ayşe, Abdullah Bin Abbas’ın kızı Lübabe, Abdülmelik Bin Mervan’m kızı Fatıma, Mervan Bin El-Hakem’in kızları Ümmü Muhammed ve Ramle, Muhammed Bin El-Eş’as’ın kızı Fatıma, Halid Bin Mus’ab’ın kızı Sekine, Mahzumoğullarından Saad’m kızı Gülsüm, Abdullah Bin El-haris Bin Ümey-ye’nin kızı Süreyya (Süheyl Bin Abdülaziz Bin Mervan’ın hanımıy¬dı), ayrıca NuamEl-Cimhiyye, Abdullah Bin Halef El-Huzaî’nin kı¬zı Ramle ve Musa El-Cimhi’nin kızı Zeynep.
Bu hanımlar yaşadıkları asrın veya yaşadıkları toplumun seçkin tabakasının başında gelen en saygın hanımefendileri idiler. Ta¬bi toplumu muhtelif tabakalara ayırmak eğer doğru ise bunu söy¬lemek mümkündür ki îslam böyle bir düzeni ve böyle bir taksima¬tı asla tanımamakta ve kabul etmemektedir. Ancak şu noktayı da bilhassa işaret etmek gerekir ki: Acaba hac mevsiminde ve bizzat o kutsal mekânlarda üstelik büyük sahabilerden birçoğunun henüz hayatta bulundukları o günlerde böyle bir davranış gösterebilmek için gerek bu hanımlarda gerekse o şair’de utanma duygusu bu ka¬dar da mı azaldı dersiniz? Toplum, acaba bu seviyelerdeki çirkin¬likleri ve kutsal değerlere yapılan saygısızlıkları kabul edecek ka¬dar da mı kötüleşmişti?.. Gerçek şudur ki: Çağımızın İslam düş¬manları Emevi Devrini böyle vasıflandırmak ve Müslümanların bu duruma düşmesini istemektedirler.
Onun için bu kasideleri yeniden yayınlayarak, sebeplerini abarta abarta anlatıp onlara başka şeyler daha ilave ederek ger¬çekmiş gibi canlandırmış bulunuyorlar. Anlattıklarına göre güya, bahsi geçen hanımlar sırf şair Ömer Bin Rabia ile buluşmak, onla¬rı şiirlerinde anlatması, dolayısıyla meşhur olup adlarının yayıl¬ması için O’nunla bir araya gelebilmek maksadıyla uzak memle¬ketlerden hacca geliyorlardı. Bununla dahi yetinmeyip Nuaym’ın elinde parfüm bulunduğu halde Şair Ömer Bin Rabia ile Mescid’ül-Haram’ın (yani Kabe’nin) hareminde buluştuğunu rivayet ediyorlar. Sözde Nuaym Şair’in elbisesine güzel kokular sürmüş, O’na gülücükler sunarak geçip gitmiştir.
Keza O’nun bir keresinde Mescid’ül-Haram’a giderken yolda Zeynep’le karşılaştığını, esas gidecekleri yeri bırakarak Mekke ma¬hallelerinden birine daldıklarını rivayet ediyorlar. Yine O’nun bir keresinde Abdullah bin Abbas’ın kızı Lübabe’yi Kabe’yi tavaf ederken o gün için insanların hiç birinde bulunmayan çarpıcı bir güzellik içinde görüp seyrettiğini, o sırada neredeyse aklını oyna¬tacak olduğunu, Lübabe ile tanıştığını ve kimlerden olduğunu öğ¬renince de gidip aşkına uzun kasideler yazdığını anlatıyorlar.
Peki sormak lazım, acaba Kabe-i Muazzama ne vakit bu tür oyunlara (kur, ve flört gibi) çirkinliklere sahne olmuş ki onlar da böyle pervasız davranmış olabilsinler? Yoksa hacılar bu iş için mi Kabe’yi ziyaret etmeye geliyorlardı. Yine sormak lazımdır: Acaba ne zaman hacılar bu tür davranışları sadece seyretmekle kalmış, bu gibi şeylere rıza göstermişlerdir? İşte bütün bu sorular, söz konusu iddiaları haddizatında reddetmekte, bu kasidelerin hayal mahsulü olduklarını ve sonraları Emeviler’in düşmanları tarafın¬dan aleyhlerinde kullanıldıklarını ya da kendilerine ait olan başka beyitler de ilave ederek Şair Ömer Bin Rabi’a’ya isnad ettiklerini kanıtlamaktadır ki bunu maksatları için bir sebep olarak kendileri bizzat hazırlamışlardır.

Devamını Oku

Emeviler Dönemi – 5

0

BEĞENDİM

Emevîlerîn Halifelik Dönemi Hicri: 41- 136
(Mahmud Şakir, Hz. Âdem’den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları)

Tarihçi Mesudî Yezid hakkında şunları kaydetmektedir:

“Yezid eğlenceyi seven, şahinleri, av köpekleri, maymunları ve kaplanları olan, içki ve işretle haşir neşir bir kimseydi. Hz. Hüse¬yin’in şehid edilmesinden sonra bir gün gene içki sofrasında otu¬ruyordu. Sağında da Ziyadoğlu vardı. Saki’ye dönerek şöyle dedi:
Bir kadeh badeden al sun da serinlet içimi, Bir diğer tane de al yandaki ahlaksıza ver, O benim arkadaşımdır bilir ezber içimi, Cenkçidir bolca ganimet getirir hizmet eder.
Yezid’in işlediği çeşitli ahlaksızlıklar arkadaşlarına ve yöneti¬me getirdiği kimselere de sirayet etmişti. O’nun döneminde Mek¬ke’ye müzik girdi, eğlence yerleri açıldı. Halk aleni şekilde içki kul¬lanmaya başladı [30]
Hele -Emevi hükümdarlarından- Mervan Bin Hakem hakkın¬da neler neler anlatılmıştır. Ezcümle Hayat’ül-Hayevan adlı eser¬de şunlar kaydedilmektedir:
“Fitneler ve Kavgalar” adlı kitapta, Hakim, Abdurrahman Bin Avf in şöyle dediğini rivayet etmektedir:
“Bir çocuğu dünyaya gelip de onu Hz. Peygamber’e getirmeye olmazdı. Hemen getirirlerdi. O da çocuğa dua ederdi. İşte böyle (bir gün de) Mervan Bin Hakem (bebekken) O’na getirildi. Hz. Peygamber O’na: “Yılan oğlu yılan! Mel’un oğlu mel’un!” dedi. Rivayetçi bu hadisin sahih olduğunu söylemektedir. Sonra Amr Bin Murra El-Cuhenî’den de şu sözler rivayet edilmektedir:
“El-Hakem Bin Ebi’l-As (Mervan’ın babası) bir gün Hz. Peygamber’in huzuruna girmek için izin istedi. Hz. Peygamber (sav): ‘Bırakın girsin, O’ndan ve sulbünden gelenlerin üzerine Allah’ın laneti olsun, sadece o soydan gelecek müminler hariç, onlarsa çok azdır. Dünyada müreffeh yaşayacak, ahireti ise kaybedeceklerdir. Hilekâr ve aldatıcıdırlar. Bu dünyada onlara fırsat verilecektir, an¬cak ahirette nasipsizdirler.”
Keza Ümeyye Oğulları’nı kötüleyici ne kadar hadis varsa “El-İşaa Fi Eşrat’is-Saa” [31] adlı kitapta bir araya getirilmiştir. Bunlar¬dan bir tanesinde şöyle denilmektedir:
“Hz. Peygamber buyurdu ki rüyada Hakemoğullarını, -may¬munların toplaştığı gibi- minberimin üzerinde toplaştıklarnı gördüm.”
Bu rüyadan sonra vefat edinceye kadar Hz. Peygamber (sav) ‘in bir daha güldüğü, bir daha neşelendiği hiç görülmedi. Bu hadisi Ebu Ya’la, Hakim ve Beyhaki rivayet etmişlerdir.
Hz. Hasan diyor ki:
“Rasurullah (sav), rüyasında Ümeyyeoğullarını, teker teker minberine çıkıp hutbe okuduklarını gördü. Buna çok üzüldü. Bu¬nun üzerine Kevser Suresi indi. Sonra da “Doğrusu biz Kur’an’i Ka¬dir Gecesinde indirdik. Kadir Gecesinin ne olduğunu sen bilir mi¬sin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır ayet-i kerimeleri indi.”
Kasım Bin El-Yetim Bin El-Fadl diyor ki:
“Emevi saltanatının müddetini hesapladık baktık ki -ne faz¬la ne de eksik- tam bin ay devam etmiş.” Bunu da Tirmizi, Hakim ve Beyhaki rivayet ediyorlar.
Zühri ve Ata’ul-Horasani’den rivayet edildiğine göre Rasulullah (Mervan’in babası) Hakem’e şöyle dedi:
“(Senin) çocuklarının minberime çıkıp indiklerini sanki görür gibi oluyorum.” Bunu da Fakihi naklediyor.
Cübeyr Bin Mut’im de şunları anlatıyor, diyor ki:
“Hz. Peygamber (sav) ‘le beraberdik. O sırada yakınımızda Ha¬kem geçti. Hz. Peygamber (sav): “Ah ümmetim bu adamın zürriyetinin elinden neler çekecektir!” buyurdu. Buna benzer hadisler çoktur.
Görüldüğü gibi manalarından da açıkça yalan oldukları anla¬şılan bu rivayetlerin nakil senetleri üzerinde tartışmaya bile gerek yoktur. Hz. Peygamber, lanet okumaktan, (beddua etmekten nice nice sakındırmış ve sırtında bulundukları) develerine sırf beddua ettikleri için sahabilerinden nicesini devesinden indirmiştir! Keza “Ben lanet okuyucu olarak gönderilmedim” buyurmuştur. Küfür ve inatlarındaki şiddete rağmen Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ukba Bin Ebi Muayyıt, Ubey Bin Halef, Velid Bin El Muğira, Abdullah Bin Selul ve benzerleri hakkında bile böyle beddua okunmamış iken, Ümeyyeoğullan’na lanet dolu bu hadisler nereden geldi acaba?
Mesela: Bu sülaleden Mervan Bin Hakem halife idi. Sahabiler O’nu ziyaret ederlerdi. O da aralarında emreder, nehyederdi. İmam olarak önlerinde namaz kılardı. Bu hiç şüphe götürmeyen bir gerçektir. Çünkü halifeler küçük imameti (namaz imamlığını) büyük imametle (Devlet başkanlığı göreviyle birlikte) yaparlardı. Hatta onların tayin ettiği valiler de sahabilerin önünde imam ola¬rak namaz kılarlardı. Haccac’ın kendisi bile halkın önünde namaz kılardı. Dolayısıyla buna ehil olmayanların uygunsuz tutum ve davranışları karşısında tüm halkın susmuş olması ya da buna rağ¬men peşlerinde namaz kılmış olmaları imkansızdır.
Halkın rahatça Mervan’ın huzuruna girip çıkması ve O’nun halkı yargılaması, sorunlarını çözümlemeye çalışması meseleleri¬ne gelince, Buharı ve Müslim’den rivayet edildiğine göre -ki bu ifade Buhari’ye aittir- Salih Es-Semman’m şunları söylediğini naklediyor, diyor ki:
“Bir Cuma günü Ebu Said El-Huderi’yi gördüm. (Secde ettiği yere basmasınlar diye) koyduğu bir engelin arkasında namaz kı¬lıyordu. Ebu Muayıtoğullarından bir genç bu engelin gerisinden geçmek isteyince, Ebu Said O’nu göğsünden itti. Genç, geçecek başka bir yol bulamayınca yine aynı yerden geçmeyi denedi. Fa¬kat Ebu Said bu kez O’nu daha şiddetli bir şekilde iterek geçme¬sine mani olmaya çalıştı. Bunun üzerine genç de O’nu döverek peşinden de Halife Mervan’a çıkıp, kendisinden gördüğü mu¬ameleden dolayı Ebu Said’i şikayette bulundu. Peşinden Ebu Sa¬id de Mervan’ın huzuruna girdi. Bunun üzerine Mervan O’na:
“Ya Eba Said! Şu yeğeninle ne alıp veremediğiniz var?” deyin¬ce Ebu Said şu cevabı verdi:
“Hz. Peygamber (sav)’den duydum, şöyle buyurmuştu:
“Biri, halkın gelip geçmesinden korunmak için koyduğu bir engelin arkasında namaz kılarken biri bu engelin gerisinden geçmek isterse (namaz kılan kişi) onu itsin. Eğer direnecek olur¬sa onunla mücadele etsin,-çünkü o şeytandır.”
Bu olay Mervan’ın, halkla kendi arasındaki perdeyi ne kadar hafiflettiğini, onlara, huzuruna girmeleri konusunda ne kadar ko¬laylık tanıdığını, Hz. Peygamber’in emirlerine uyarak onları nasıl bizzat yargıladığını, meseleleriyle yakından ilgilendiği yönden sa¬hip olduğu fazileti göstermektedir.
Mervan aynı zamanda Hz. Peygamber (sav) den hadis rivayet edenlerden biriydi. Hz. Ömer’den şu hadisi rivayet etmiştir:
“Sılayı rahim için (akrabalık bağını kuvvetlendirmek maksa¬dıyla) bir bağışta bulunan, onu bir daha geri alamaz.”
Mervan keza, Hz. Osman’dan, Zeyd Bin Sabitden, Busra Binti Safvan’dan Sehl Bin Saad Es-Saidi’den de hadis rivayet etmiştir. Medine’de valiyken Hz. Peygamber (sav) ‘in sahabilerini toplar, on¬lara danışır ve üzerinde birleştikleri görüşü uygulamaya kordu. Bin Saad onu Tabiiler’in birinci tabakasından saymaktadır.
Yine Ümeyyeoğulları’nın suçlanmalarıyla ilgili olarak Hıristi¬yan Araplardan Şair El-Ahtal’ın, boynunda haçı ve sakalından şa¬rap damlarken Halife’nin huzuruna girdiği ve şu şiirini okuduğu söylenmektedir:
Üstünlükler Kureyş’in, Kureyş yüce ve aziz, Çirkeflikse Ensar’ın, başının altındadır. Ey Neccaroğulları! Ey onurdan nasipsiz! Alın tırmığınızı, nasibiniz bundadır. Savaştan kaçarsanız izlenir hep iziniz, Ey Çiftçi veletleri, aklınız samandadır. Hele şu Fari’a’nın oğlunu bir bilseniz, Sanki eşek sıpası, damgası alnındadır.[32]
Sahabi ya da Tabii olan bir Halife’nin huzurunda Rasulullah’ın sahabilerine, dayılarına ve şairine bu şekilde ağır bir dille sövül¬mesine izin vereceği hiç düşünülebilir mi? -Çünkü bu şiirin Mu-aviye’nin huzurunda okunduğu da söylenmektedir- Veya hangi müslüman bir halife, hatta herhangi bir devirdeki bir kral, huzuru¬na sarhoş bir adamın girmesine izin verir?
Yine Emevi hükümdarlarından Süleyman Bin Abdülmelik’in çok obur olduğu, fetih ordularında komutanlık yapmış zevatı görevlerinden attığı ya da onları öldürttüğü ileri sürülmektedir. Bu zevat: Muharnmed Bin Kasım Es-Sekafi, Kuteybe Bin Müslim El-Bahili ve Musa Bin Nusayr’dır. Çünkü bunlar vaktiyle Halife bulu¬nan El-Velid Bin Abdülmelik’in, kardeşi Süleyman’ı azlederek ye¬rine kendi oğlunu veliahd tayin etmesini onayladı. Fakat bunu gerçekleştirmeye fırsat bulmadan öldü. O’nun yerine Halife olan Süleyman da bu komutanlardan intikam aldı.[33]
Aslına bakılacak olursa bu komutanlar Emevi Devleti’nin serhadlerinde, staretejik mevkilerinde görev yapıyorlardı. Halifeyle aralarında binlerce kilometrelik mesafeler vardı. Görüşlerinin alınması için postaların aylarca beklenmesi gerekildi. Hem sonra ne zaman Emevi hükümdarları komutanlara danışmışlardı ki? Bu Emevilerde adet değildi. Onlar sadece saray erkanına danışırlardı. Bu adet Abbasiler devrinde başladı. Abbasiler zamanındadır ki hükmedenler, karar verenler artık komutanlardı. Adalet yerine kuvvet hükmediyordu. Abbasi Halifeleri komutanların elinde birer kukla olmuşlardı. Bu bile, anlatılan suçların Emeviler’e hangi de¬virde mal edildiğini göstermektedir ki bu devir Emevi düşmanla¬rının işbaşına geldikleri Abbasiler devridir.
Ayrıca, yeni halife, Musa Bin Nusayr’ı davet edince yerine oğ¬lu Abdülaziz’i Endülüs’e vali tayin etti. Yine bu Musa Bin Nusayr’ın Abdullah adındaki başka bir oğlu da Afrika valisiydi. Baba¬sının yerine Endülüs Valisi olan Abdülaziz, ondan sonra da fetih¬lere ve babasının yarıda bırakmış olduğu projelerini gerçekleştir¬meye devam etti. Eğer Halife, Musa Bin Nusayr’ı görevinden al¬mak üzere davet etmiş olsaydı, yerine oğlunu değil başka birini va¬li tayin edecekti veya başkasını gönderecekti. Hatta böyle bir du¬rumda Vali’nin oğlunun, babasının yerine geçmesini asla kabul et¬meyecekti. Şu da bir vakıadır ki Halife Süleyman Bin Abdülmelik, Hicri 97 yılında Musa Bin Nusayr’ı beraberinde hacca götürmüş¬tür ve Musa bu sırada Medine’de vefat etmiştir. Musa Bin Nusayr, Endülüs’den döndükten sonra vefat edinceye kadar yaklaşık bir yıl süreyle Hükümdar’a-askeri konularda müşavirlik yaptı.
Halife Süleyman Bin Abdülmelik tarafından öldürüldükleri ileri sürülen komutanlardan Muhammed Bin Kasım’a gelince, bunun giriştiği fetihler sırasında (uzak doğu ülkelerinden) Sind alınırken ülkenin kralı Daher öldürülmüş kızı Sayta da esir alın¬mıştı. Sayta başkent Şam’a getirilince babasının intikamı niyetine bu komutana iftirada bulundu. Halife’nin gerekli soruşturmayı ya¬pabilmesi için elbette ki komutanı tutuklaması gerekirdi. Nitekim de öyle yaptı. Ne varki Komutan Muhammed Bin Kasım hapistey¬ken (öldürülen Sind Kralı) Daher’in yandaşları tarafından zehir yedirilerek öldürüldü. Sonra da Halife’ye mal edildi.
Bu komutanlardan Kuteybe Bin Müslim El-Bahili ise, emrin¬deki askerler tarafından öldürüldü. Çünkü Halife’ye baş kaldırdı. Bu davranışından dolayı korkuya kapıldığı (dolayısıyla daha da ileri giderek) bey’at istemeye kalkıştığı için, emrindeki askerler (kendilerini kurtarmak maksadıyla) bu olayı kullanarak O’nu öl-dürdüler. Sonra da mekikler iftira dokumaya başladı ve bu suç Ha¬life’ye isnad edildi.
Devlet gelirlerinde azalma olmaması için sonradan müslüman olanlardan Cizye vergisi almaya devam ettikleri yolunda da Emevi Halife’leri suçlanmışlardır. Ama sormak lazımdır: Acaba Devlet hazinesi Emeviler devrinde o kadar fakir miydi ki bu yola tevessül edilsindi? Bilindiği üzere her taraftan ganimet gelirleri akıp geliyordu. Devlet hazinesi o kadar zengin ve dolu idi ki nere¬ye nasıl sarfedileceği bile sorun olmuştu. Hem sonra îslamı kabul eden bir kimseyi Cizye’den muaf tutmak şeriatın emridir. Halife bu konuda şahsi bir tasarrufta bulunmayı acaba göze alabilir miy¬di? İlim erbabının rolü nerede kalacaktı? Bu suçlamalar öyle bir raddeye geldi ki neredeyse Ümeyyeoğulları İslamı artık reddetti¬ler ve İslam ehlini de yok ettiler demeye getirildi.
Bu konuda bütün olup bitenler sadece şu olaydan ibarettir: Emevi halifelerinden Ömer Bin Abdülaziz [34] devrinde Horasan Valisi El-Cerrah Bin Abdullah El-Hikemi, gayrimüslim bir va¬tandaş cemaatten cizye tahsil etmişti. Bunlar sonradan müslüman oldular. Cizye daha önce tahsil edildiği için kendilerine tabii ki iade edilmedi. Halife o bölgeye şu meşhur mesajını gönderdi:
“Allah Hz. Muhammed’i vergi toplayıcısı olarak değil, hidayet rehberi olarak göndermiştir.”
Bazı kimseler bu sözden Emeviler’in fethedilen topraklardaki vatandaşlar arasında müslüman olanlardan cizye vergisini kaldır¬madıkları anlamını çıkardılar.
Emevi halifelerinden El-Velid Bin Yezid aleyhinde de çok ifti¬ralar edilmiştir. Hayat’ul-Hayevan adlı kitaptaki biyografisinde şunlar zikredilmektedir:
“O, Ümeyyeoğulları ailesinin en edib, en fasih ve en nüktedan şahsiyetiydi. Onların içinde, Arap dil gramerini ve hadisi en iyi bi¬lendi. Çok cömert ve saygıdeğerdi. Buna rağmen yine Ümeyyeoğullan’nın içinde O’nun kadar kendini içkiye ve eğlenceye ver¬miş, O’nun kadar ar ve namus perdesini yırtmış, millet ve memle¬ket meselelerini ihmal etmiş biri de yoktu. Hakkında şöyle bir olay nakledilmektedir:
Anlatıldığına göre, sarhoşken cariyelerinden biriyle cinsi mü¬nasebette bulunur. O esnada müezzin gelip O’nu namaza çağırır. Halife Velid de bunun üzerine, cariyesinin gidip halka namazı kıl¬dırması için yeminle zorlar. Cariye de hem cünup hem de sarhoş olduğu halde Halife’nin elbisesini giyerek O’nun kılığına girip hiç kimseye farkettirmeden (sözde) halka namazı kıldırır. [35]
Ayrıca Velid hakkında şunu anlatırlar:
“Bir havuz yaptırarak şarapla doldurmuştu. Eğlenip coştuğu zaman gidip kendini bu havuza atardı. Ondan öyle içerdi ki ha¬vuzun seviyesinin düştüğü bile farkedilirdi.”
Maverdi Edeb’ud-Dünya ve’d-Din adlı eserinde şu ilginç olayı anlatmaktadır:
Velid, tasarladığı bir işin uğurlu olup olmayacağını öğrenmek için fal niyetine bir gün Kur’an-i Kerim’i açtı. Şu ayet çıktı:
“Allah’dan zafer istediler ve her inatçı zalim hüsrana uğradı.’ [36]
Buna çok öfkelenen Velid, Kur’an’ı tutup yırttıktan sonra ona manzum olarak şöye hitap etti:
“Her serkeşi her zalimi tehdid mi edersin! Al işte benim, al, o inat asi günahkâr! Git Rabbine çık söyle Kıyamet günü, bilsin: -Ya Rab! Beni yırtan şu Velid’dir, diye yalvar.”
Bu olaydan çok kısa bir süre sonra Velid korkunç bir şekilde Ödürüldü. Başı kesilerek önce sarayının, sonra da şehrin surları üzerinde teşhir edildi.
Hasımları, O’nu öldürmek üzere sarayına girince Velid, adam¬larını, silah çekmekten engelleyerek onlara “Bugün Hz. Osman’ın günü gibidir” dedi ancak, “Hiç de aynı değildir” karşılığı verilerek başı kesildi ve önce Şam’da gezdirilerek teşhir edildi. Sonra sarayı¬nın üzerine, daha sonra da şehrin surları üzerine kondu. Tarih: Hicretin 126’ncı yılı Cemaziyeievvel Ayı idi. Hilafet müddeti bir yıl sürdü. Velid insanların en güzellerinden en biçimlilerinden, en güçlülerinden ve en güzel şiir söyleyenlerinden biriydi. Aslına ba¬kılacak olursa Velid hakkında en insaflı konuşan tarihçilerin piri Ibni Haldun olmuştur. O’nun için şöyle diyor:
“Velid başa geçtikten sonra da heveslerinden ve ahlaksızlığın¬dan vazgeçmedi. Bu sebeple de, sözde fal niyetine Kur’an-ı Kerim’i açtığı, bu sırada Allah’dan zafer istediler ve her inatçı zalim hüsra¬na uğradı’ mealindeki ayet-i kerime çıkınca öfkelenerek iki beyitlik çirkin bir şiir söylediği kendisine mal edildi. Bu iki beytin manasındaki rezaletten sebep onları burada zikretmek istemedim. Vakıa Velid hakkında çok kötü şeyler anlatılmıştır. Ancak bu sözle¬ri yalanlayanlar da çoktur. Düşmanları tarafından kendisine mal edildiği söylenmiştir.”
El-Medaini diyor ki:
“Bir keresinde Yezidoğlu Îbn’ül-Ğamr Abbasi Halifesi Harun Reşid’in huzuruna girdi. Harun O’na:
– Sen kimlerdensin, diye sordu. O da:
– Kureyş’tenim, diye cevap verince Harun bu kez de:
– Peki hangi ailesindensin, diye sordu.
İbn’ül Ğamr cevap vermekten çekindi. Bu durumu sezen Ha¬run O’na:
– Mervan bile olsan yine konuş, emniyettesin, deyince İbn’ül-Gamr, güven duyarak kimliğini açıkladı. Bunun üzerine Halife:
“Allah Velid’e rahmet Yezid’i Nakıs’a [37] da lanet etsin! O oybir¬liğiyle, halifeliği kabul edilmiş biriydi. Şimdi sen, isteğin nedir onu açıkla” dedi. O da maksadını arzedince hemen isteği yerine getirildi.
Şebib Bin Şebbe anlatıyor, diyor ki:
“(Üçüncü Abbasi Halifesi) El-Mehdi’nin yanında oturuyor¬duk. Bir ara Velid’den söz açıldı. EI-Mehdi:
“Velid zındıktı” diye bir söz etti. Bunun üzerine Fukaha’dan İbni Allame ayağa kalkarak şöyle konuştu:
“Ya Emir’el-Mü’minîn! Bir zındığın, Hz. Peygamber (sav)’in makamını işgal etmesine ilahi adalet müsade vermez. O’nunla bizzat düşüp kalkan, beraber yiyip içen, abdestinde namazında O’nu görüp seyreden biri bana anlattı ki: Namaz vakti gelince Velid üzerindeki çocuksu ve rengarenk elbiseleri çıkarır, güzel bir abdest alarak getirilen beyaz tertemiz bir elbise giyer ve Rabbiyle meşgul olurdu. Allah’a inanmayan biri hiç böyle yapar mı? Esası¬na bakılacak olursa eşi dostu arasında kıskanılıyordu. Ailesinin ileri gelenleri ve amcazadeleri onunla şiddetli bir rekabet için¬deydiler. Tabi o da eğlenceye daldığı için bu yaşantısıyla hasımla-rına koz vermiş oldu. Meziyetlerinden biri de muhatablarına şi¬irle karşılık vermek ve güzel konuşmaktı. Amcalarından Hi¬şam’a, ölen bir diğer amcası Meslemeyi örnek alması için bir ke¬resinde şöyle hitap etti:
– Doğrusu -hayatta kalmış bulunanların sonu, ölenlere gidip kavuşmaktır- bildiğin gibi Mesleme’den sonra artık avlanmak için meydan da keskin nişancınındır. Diş kendisini kavrayan et zayıfla¬yınca düşüverdi. Elbette ki kalanlar da göçenlerin peşinden gide¬ceklerdir. O halde (ahiret yolculuğu için şimdiden) azığınızı hazır-layınız ve bilmiş olunuz ki bu yolculuk için en hayırlı azık, Allah’ın koymuş olduğu sınırlara saygılı olmaktır.”
Hişam bu konuşmadan etkilenerek artık ayağını denk almış ve susmuştu.

KAYNAKLAR
[30] Muruc’uz-Zeheb, c. 3, s. 77; [31] Adı geçen kitapta kıyamet alametlerinden bahsediliyor; [32] Eğer bu rivayet doğruysa Hıristiyan şair El-Ahtal, gerçekten de Resulullah’ın güzide sahabilerine pervasızca dil uzatmaktadır.
Emeviler Kureyş’e mensub oldukları için, Halifeye şirin gözükmek maksa¬dıyla El-Ahtal, Kureyşlileri göklere çıkarırken Ensar’a (Medine’li Sahabilere) ta¬hammülü zorlayan bir dille hakaret etmektedir.
El-Ahtal’ın, “Ey Neccaroğullan!” diye hitab ettiği zümre Ensarilerdir. Onla¬ra “Ey çiftçi veletleri” ve “alın tırmığınızı” diye hitab etmesinin sebebi şudur. O devirde çiftçilik araplar tarafından hakir görülen bir meslekti. Dolayısıyla El-Ah¬tal, Medinelileri bu sözleriyle aşağılamak istemektedir. EI-Ahtal’ın Feri’a’nm oğ¬lu dediği zat ise Hz. Peygamber’i güzel şiirleriyle öven Medine’li Sahabi ve şair Hassan Bin Sabit’tir; [33] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 9, s. 271-275, 278-282, 292; [34] Ömer Bin Abdulaziz, adaletiyle meşhurdur ve islam tarihinin yüz akı¬dır. Bu sebeple ikinci Ömer olarak bilinir; [35] Kitabın yazan bu rivayete hayret etmiş olmalı ki, bir dipnotu düşürerek şöyle diyor; “Böyle birşeyi hiç akıl kabul edermi? Cemaatten hiç mi bir kimse ka¬dını sesinden tanımadıO) Namazdan sonra halk içinde Her zaman Halife’nin karşısına çıkan O’nunla görüşüp konuşan olurdu. Hiç mi bu kez biri O’nunla ko¬nuşmadı ve işin farkında olmadı?!
Yazar’in bu mülahazasına rağmen Velid Bin Yezİd’in kötü ünlendiği çok cid¬di ve değerli tarihçilerin kayıtlarından da anlaşılmaktadır. Ezcümle İmam Suyu-ti “Tarih’ul-Hulefa” adlı eserinde Velid için “Ahlaksız Halife” tabirini kullanmak¬tadır. (Mütercim); [36] İbrahim Suresi; Ayet: 15; [37] Yezid’i Nakis: Onuncu Emevi hükümdarıdır. Kendisinden önceki selefi ve amcazadesi Velid’i ortadan kaldırarak yerine geçti

Devamını Oku

Emeviler Dönemi -4

0

BEĞENDİM

Emevîlerîn Halifelik Dönemi Hicri: 41- 136
(Mahmud Şakir, Hz. Âdem’den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları)

Sümeyye, bölgenin derebeyi Haris Bin Kelde’ye vergi veren sancak sahiplerinden biriydi. Taif’de şehrin dışında Fahişeler Ma¬hallesi olarak bilinen ve fahişelerin faaliyet gösterdikleri bir semte bazen uğrardı,
Muaviye’nin bu iddiada bulunmasının sebebi şudur:

Ebu Ubeyde Muammer Bin Müsenna’nın anlattığına göre Hz. Ali Süheyl Bin Huneyf i İran’daki görevinden aldıktan sonra yeri¬ne Ziyad’ı tayin etmişti. Ziyad, bu bölgede halkı birbirine kırdıra¬rak sonunda ortalığa hakim olabildi. Yerleşik yöreleri devamlı do¬laşıp denetledi ta ki Pers topraklarında istikrarı tamamen sağlayıncaya kadar. Sonra Hz. Ali O’nu İstahr’a vali tayin etti. Muaviye ise devamlı O’nu tehdit ediyordu. Sonra (Muaviye’nin adamların¬dan) Busr Bin Artaa O’nun Ubeydullah ve Salim adlarındaki iki oğlunu rehin alarak, Muaviye’nin emrine girmediği takdirde bu iki oğlunu öldüreceğine dair bir yazı gönderdi. Muaviye’de, ayrıca kendisine tabi olduğu takdirde O’nu görevinde bırakacağını vade¬den bir yazı gönderdi. Bunun üzerine Ziyad, Muaviye’ye gitti, bir miktar para ve mücevherat karşılığında O’nunla barıştı. Bu kez Muaviye Ziyad’ı kendine veliaht seçmek istediyse de Ziyad bunu kabul etmedi. Henüz Muaviye’yi ziyaret etmeden önce vaktiyle Muğire Bin Şu’be O’na şöyle demişti:

– Ey Ziyad! Sen büyük ideali gerçekleştirmeye bak. Fuzuli iş¬lerle uğraşma. Hilafet makamına Ali Oğlu Hasan’dan başka layık biri bulunmadığı halde O bile Muaviye’ye bey’at etti. Onun için kesin kararını vermeden iyice düşün. Bunun üzerine Ziyad O’na:
– Peki öyleyse bana bir akıl ver, nasıl davranayım, deyince Muğira:

– Soyunu O’nun soyuyla birleştirir, ipini O’nun ipine bağlar¬sın, halk da artık kulaklarını sana karşı tıkar, bu iş oluverir, diye öğütledi. Ziyad o an için Muğire’ya:

– Ey Şa’be’nin oğlu ye sermeyeceği toprağa bir fidan mı dike¬yim ki ona ne hayat verecek bir kaynak, ne de su içirecek bir kök var, diye itirazda bulunduysa da sonraları bu tezi kabullenmeye niyet ederek Şu’be Oğlu Muğire’nin görüşünü benimsedi. Peşin¬den Muaviye’nin kızkardeşi Cuveyriye haber yollayarak Ziyad’ı çağırttı. Ziyad gelince de bulunduğu odaya girmesine izin vererek (kardeş olduklarını kanıtlamak maksadıyla) yanında saçını başını açtı ve:

– Sen benim kardeşimsin. Bunu bana Ebu Meryem söyledi, di¬ye konuştu. Sonra Muaviye Ziyad’ı alarak camiye gitti ve halkı top¬ladı. Bu sırada Ebu Meryem ayağa kalkarak şu açıklamayı yaptı:

“Ben şu olayın bizzat şahidiyim ki, vaktiyle Cahiliyet döne¬minde ben Taifde meyhanecilik yapıyordum. Bir ara Ebu Süfyan bana uğrayarak kendisine bir kadın bulmamı istedi. O’na: “El-Haris Bin Kelde’nin cariyesi Sümeyye’den başkasını bulamadım” dedim. Bana : “Olsun, O’nu kiriyle, pasıyla getir” dedi.

Bu sırada Ziyad, Ebu Meryem’in konuşmasını keserek:

“Ağzını topla Ey Eba Meryem! Sen buraya elalemin namusu¬na küfretmek için değil sadece bir olaya şahitlik etmek için geti¬rilmiş bulunuyorsun!” deyince Ebu Meryem:

“Beni baştan bağışlasaydınız da hiç konuşmasaydım daha iyi olurdu. Ben sadece gördüklerimi anlatıyorum. Vallahi de Ebu Süf¬yan kadının kolundan tuttuğu gibi onu içeri aldı. Kadıncağız ürke¬rek oturdu. Sonra Ebu Süfyan kapıyı arkadan kitledi. Neden sonra çıkıp yanıma geldi. Alnının terini silip duruyordu. O’na:

– Nasıl, beğendin mi, dedim.
– Sarkık göğüsleri, bir de ağzının kokusu olmasa… Bu kadar hoşuma giden birine şimdiye kadar hiç rastlamadım, dedi.
Ziyad yine ayağa kalkarak:

“Ey halk! Bu adam şahittir, söylediklerini de duydunuz. Aslıda doğru mu yalan mı? Onu da bilmiyorum. Ama Ubeyd iyi bir baba ve övgüye layık bir aile reisiydi.[24] Şahitlerse söyledikleri şeyler hakkında daha ziyade malumat sahibi kimselerdir.”
Tam bu sırada, (Ubeyd Kızı Safiyye’nin biraderi, yani Sümeyye’nin hanımefendisinin biraderi) Yunus ayağa kalkarak, Muaviye’ye şöyle hitap etti:

“Ey Muaviye! Allah ve Rasulü, ancak meşru (veya meşru hük¬mündeki) birleşmelerin mahsulü olan çocuğun nesebinin geçerli¬liğine hükmetmiş, zina mahsulünün nesebini de reddetmişlerdir. Sen ise tam tersine Ebu Süfyan’ın yaptığı zina hakkında Ebu Mer¬yem’in şahitlik yapması üzerine çocuğu zina edene yapıştırıp meşru çocuğu ise babasından kopararak Allah’ın kitabına ve Rasu-lullah’m sünnetine ters düştün. Bunun üzerine Muaviye O’na:

– Bak Yunus! Ya susarsın veya seni ağır ağır parçalarım! diye tehdit ederek susturdu.[25]
Bu rivayetin de zayıf olduğu ortadadır. Bir kere Ziyad, karşısın¬da bu konuşmaların yapılmasına nasıl razı olabilir, Muaviye bunu nasıl kabul edebilir, halk Devlet Başkanının böyle davranmasına nasıl razı olabilirlerdi. Halk, namus ve haysiyet duygusunu bu de¬rece yitirmiş miydi acaba? Din bu kadar mı yok olmuştu? Hz. Pey¬gamber (sav)’in sahabileri daha hayatta değil miydiler?

Bu anlatılanlardan başka, Muaviye aralarında Hz. Ebu Be¬kir’in Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin de bulunduğu büyük sahabilere dil uzattığı yolunda da suçlanmıştır. Ezcümle Hz. Ali’nin Mısır’a vali olarak tayin ettiği Hz. Ebu Bekir’in oğlu Muhammed’e gönderdiği bir yazıda şu sözleri sarfettiği ileri sürülmektedir:
“Baban da dahil hepimiz Ebu Talib’in oğlu (Ali)nin bize olan üstünlüğünü ve uymamız gereken haklarını kabul ediyorduk. Allah Teala Yüce Elçisi için irade ettiklerini takdir buyurduktan, O’na vadettiğini gerçekleştirdikten, dâvasını başarıya ulaştırıp delillerini açıkça ortaya koyduktan ve nihayet ruhunu kabzede-rek O’nu huzuruna aldıktan sonra ilk defa Ali’nin hakkını çiğne¬yen baban ve O’nun Faruk’u (Ömer) oldular. Ona ters düşüp bu konuda da aralarında işbirliği ettiler. Sonra O’nu evlerine davet ettiler. O ise ağırdan aldı. (Onları onaylamakta) çekimser kaldı. Bunun üzerine aleyhinde kötü şeyler düşündüler ve başına bü¬yük dertler açmak istediler. Sonra, kendilerine bey’at edip idare¬yi teslim edince de O’nu ne kendi işlerine karıştırdılar, ne de ölünceye kadar O’na sırlarını açıkladılar. Sonra Osman onların yerine geçince sen ve arkadaşın (Ali) O’nu öyle ayıpladınız ki memleketin en uzak köşesindeki günahkârlar bile (yüzalıp) ve O’na baş kaldırdılar. Siz de O’nun başına gaileler açtınız ve O’na karşı kininizi kusarak nihayet muradınıza erdiniz. Bak Ebu Be¬kir’in oğlu! Ayağını denk al, karısını kulacınla kıyasla ta ki hoş¬görüsüyle dağlan tartabilenin (benim gibi güçlü birinin) yanın¬da boyunun ölçüsünü görebilesin. Ben mızrağı zor altında bükülemeyen, üstün kişiliği dille anlatılamayan biriyim. Aslında senin baban bizzat kendi eliyle makamını hazırladı, tahtını ku¬rup hakim oldu. Eğer şimdi bizim yaptığımız doğruysa, bunu ilk defa baban böyle yaparak bize örnek oldu. Dolayısıyla bu konu¬da O’nunla ortağız. Eğer baban daha önce böyle davranmasaydı Ebu Talib’in oğluna (Ali’ye) muhalif olmazdık. O’na idareyi tes¬lim ederdik. Fakat bizden önce baban O’na bu muameleyi yaptı. Biz de babanı örnek aldık. O halde şimdi gördüklerinden dolayı önce babanı ayıpla veya bu meseleden vazgeç. Boyun eğenlere selam olsun. [26]
Bu rivayetin de açıkça zayıf olduğu ve düşmanlar tarafından sonraları uydurulduğu görülmektedir. Nitekim ilk başta Şiilerin İmamiye Mezhebi’nin aşırıları daha çok Hz. Ali’yi övdüğü halde sonraları (Hz. Ali de dahil) Hulefa-i Raşidin’e dil uzatmakta, daha sonra da Muaviye’yi onlara katmaktadır.
Keza, Kays Bin Saad Bin Ubade’nin Hz. Ali tarafından Mısır Valiliğinden azledilmesinden sonra Muaviye’nin O’na bir yazı göndererek kendisine:
“Sen bir yahudisin [27] dediği de ileri sürülmektedir ki Allah korusun!
Yine sözde Muaviye, minberlerden Hz. Ali’ye lanet okumakla ve halkı da O’nu lânetlemekle emrettiği biçiminde tarihi çarpıtanlarca suçlanmıştır. Sözde, O’nun tayin ettiği valiler de böyle yapı¬yorlardı. Aslında bu gibi rivayetleri kabul edenler bütün müslümanları aynı zamanda suçlamış olmaktadırlar. Bunların karşısın¬da susanlar için de aynı şey söz konusudur. Çünkü hiç bir müslüman yoktur ki Hz. Ali’yi sevmiş olmasın. Ve hiç bir müslüman Hz. Ali’ye dil uzatamaz. Dolayısıyla bundan daha büyük bir iftira ola¬maz. Muaviye ve Hz. Ali arasındaki siyasi görüş ve düşünce farkı¬na rağmen Muaviye O’na saygı gösterir, üstünlüğünü kabul eder, mevkiini bilir, karşısında O’nu över, arkasından da O’nu rahmetle anardı. O’ndan razıydı. Tarihe ilaveler yapan, onu tahrif eden şah¬siyetleri suçlayanlar daha sonraki kuşaklara mensup fanatik kim¬selerdir. Bu gibi hücumlar öyle bir raddeye vardı ve halk üzerinde öyle kötü tesirler uyandırdı ki Hz. Ali taraftarlarıyla diğer bütün müslümanlar arasındaki uçurum da git gide büyüdü. Halbuki vak¬tiyle durum hiç de böyle değildi. Her iki tarafa mensup insanlar birlikte namaz kılar, birlikte cihada çıkar, birlikte fetih faaliyetleri¬ne katılırlardı. Ne var ki daha sonra iki fırkaya ayrıldılar. Şiiler ar¬tık müslümanların imamları arkasında namaz kılmaz oldular. İlmi kaynaklarını kabul etmez oldular. Meymun El-Kaddah gibi birisi tarafından yazılmış olsa bile ancak kendilerince makbul sayılanla¬rın eserlerine sadece itibar etmeye başladılar.
Muaviye, ayrıca -yerine, kendisinden sonra geçmek üzere- oğ¬lu Yezid’i veliahd seçtiği gerekçesiyle de suçlanmıştır. Halbuki O’ndan daha üstün olanlar da, (daha hayattayken) kendi yerlerine geçecek kimseleri seçtiler. Ezcümle Hz. Ebu Bekir, vefatından son¬ra yerine geçmek üzere Hz. Ömer’i seçmiştir. Muaviye’ye gelince, O, kendi oğlunu herkesten daha üstün gördüğü ve O’nu (oğludur diye) çok sevdiği için veliahd tayin etmiştir. Halbuki O’ndan daha hayırlı kimseler vardı. Tabiki Muaviye böyle yapmakla, İslamdaki şûra sistemini kaldırmış, O’nu bir krallık düzeni haline getirmişti.
Keza, Muaviye, Suriye’nin yönetimine getirildiği günden beri sürdüğü saltanat ve ihtişamla İran Kisralarını ve Roma Sezarlarım örnek aldığı {İslam Halifelerine has mütevazi hayat ve muamele tarzını bir kenara ittiği) yolunda da suçlanmıştır. Belki de devrinin şartları O’nun böyle bir yol izlemesini gerektiriyordu. Çünkü esa¬sen bu bölge halkının örf ve anlayışında Devlet Başkanına olan ba¬kışlarında bu adet vardı. Tarihçi Taberi bu inceliğe temas ediyor ve diyor ki:
Hz. Ömer bir keresinde Şam’ı ziyaret ederken Muaviye’yi, ken¬disini debdebe içinde bir kortejle karşıladığını görünce O’na:
“Ey Muaviye! Görüyorum ki böyle heyet ve erkanla gidip ge¬liyorsun, hem sonra evde oturuyor muşsun, halkının ise, dertleri¬ni sana anlatabilmek için gelip kapında beklediklerini duydum, bu doğru mu?” diye sorunca şu cevabı vermiş:
“Ya Emir’el-Mü’minîn! Düşman, yakında yanıbaşımızda bu¬lunuyor. Aramızda da casusları var. Ben böyle yapmakla onlara sadece îslamın heybetini yansıtmak istedim”
Bu sözleri beğenen Hz. Ömer:
“Bu akıllı bir insanın hilesine benziyor!” deyince Muaviye bu kez de Halife nasıl istiyorsa öyle davranabileceğini anlatmak için:
“Ya Emir’el-Mü’minîn! Nasıl istiyorsan, bana emret öyle ya¬payım” demiş. Bunun üzerine de Hz. Ömer:
“Yahu, ne zaman bir meseleyi seninle tartıştıysam bana öyle cevap yetiştirdin ki, bu işi yap ya da yapma demeye bir türlü ka¬rar veremiyorum” cevabını vermiş. [28]
Eğer Hz. Ömer, O’nun böyle davranmasında (İslam ölçüleri¬ne) en ufak bir muhalefet görmüş olsaydı -ki Hz. Ömer, insanların içinde gözü en tok, tekellüften en uzak ve valilere karşı en sert bir devlet başkanıydı- Mutlaka kendisim cezalandırır, hatta O’nu bu görevde bir gün bile bırakmazdı.
Muaviye’nin, bir vakit sonra artık köşkte oturması ve mühür kullanması ise zamanın şartlarının bir gereğiydi. Bunda hiç bir mahzur yoktur.
Muaviye’nin oğlu Yezid de suçlanmıştır [29] Hatta Muaviye ve oğlu Yezid, en çok suçlanan insanlardan sayılmaktadırlar. İkisi hakkında çok dedikodular yapılmış, iftiralar edilmiştir. Babası Mu¬aviye Hz. Ali’ye karşı giriştiği mücadeleden dolayı, kendisi ise, devrinde meydana gelen Kerbela Faciası sebebiyle daha çok suç-lanmışlardır. Edilen iftiralar her ne kadar tüm Beni Ümeyye ailesi¬ni hedef alıyor idiyse de özellikle devlet başkanlığı yapmış olanla¬rından Muaviye ve Yezid’e daha çok yönelik idi.
Mesela Hz. Hüseyin’in şehid edilmesinin baş müsebbibi ola¬rak Yezid suçlanmaktadır. Aslında mesele, gerçek yönüyle hiç de böyle değildir. Çünkü bir kere Yezid’in bulunduğu yerle, Hz. Hüse¬yin’e karşı silahlı saldırının cereyan ettiği yer arasında (o günkü öl¬çülerle) bir aylık mesafe bulunuyordu. Oraya kadar emirlerini na¬sıl ulaştırabilir, nasıl engelleyebilir, nasıl (anında) hükmedebilir di -ki öyle güçlü bir halife de değildi- Ortalıkta istikrar da yoktu. Esa¬sen hadiselerin cereyan ettiği Irak’da o gün için Ubeydullah Bin Ziyad hakimdi. Yezid, Hz. Hüseyin’in Öldürülmesinden dolayı se¬vindiği ileri sürülerek de suçlanmaktadır. Bu da doğru değildir. Bi¬lakis olayı haber alınca ağladı ve (Hz. Hüseyin’in katili) Şimr’e ve Irak Valisi Ubeydullah Bin Ziyad’a lanetler okuyarak:
“Allah’a yemin ederim ki Bin Ziyad’ın yerinde olsaydım O’nu bağışlardım” dedi. Kerbela’dan Şam’a getirilen, Hz. Hüseyin’in ai¬le halkını kendi kadın ve çocuklarının bulunduğu bölüme aldırdı. Yezid’in hareminde üç gün boyunca ağlama sesleri ve feryadlar devam etti, yanında misafir kaldıkları süre içinde, Yezid, Hz. Hüse-yin’in oğlu Ali Zeynel Abidin’i sofrada yanına oturtmadan hiç ye¬mek yemedi. Sonra Hz. Hüseyin’in aile halkını, yol boyu hizmeti¬ne bir muhafız birliği görevlendirerek Medine’ye gönderdi. Keza halkı Emevi idaresine karşı baş kaldırdığı için Harra olayında Medine-i Münevvere’yi basarak üç gün süreyle cana, mala, İrz ve na¬musa tecavüz eden Emevi ordusu esasen kontrolden çıkmıştı.
Yezid içki müptelası olmakla da suçlanmış. Hatta, hâkim oldu¬ğu her yerde içkinin yayılmasına da gayret ettiği ileri sürülmüştür. Bu görüşü kabul etmek pek de gariptir. Çünkü hiç bir devirde içki ve fuhuş, İslam Devletlerinin sınırları içinde açık şekilde yayılma¬mıştır. Bu durum Yezid’den sonra bile vaki olmadığına göre, sahabi çocukları hatta bizzat bazı sahabiler henüz hayattayken nasıl böyle bir hal yaşanabilirdi?

Kaynaklar
[24] Burada bir kopukluk bulunduğu ve yazarın bunu, olayın evveliyatını bildiği için yaptığı kanaatindeyim (Mütercim)
[25] Muruc’uz-Zeheb, c. 3, s. 14-16
[26] Muruc’uz-Zeheb, c. 3, s. 21-22
[27] Muruc’uz-Zeheb, c. 3, s. 25
[28] Taberi Tarihi, c. 5, s. 331
[29] Burada susmanın, tarafsızlık ve dürüstlük sayılacağına keza, Yezid’i mazur göstermeye çalışan bir tarihçinin de dürüst ve gerçekçi olduğuna inan¬mak oldukça güçtür. (Mütercim)

Devamını Oku

Emeviler Dönemi – 3

0

BEĞENDİM

Emevîlerîn Halifelik Dönemi Hicri: 41- 136
(Mahmud Şakir, Hz. Âdem’den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları)

Emeviler’in kötü ünlenmelerinin bir sebebi de Muaviye’nin oğlu Yezid döneminde ve Hicri 63 yılında cereyan eden El-Harra (Medine’nin basılması) olayıdır.

Müslim Bin Ukba El-Murrî komutasındaki bir Emevi ordusu Medine’ye girerek 3 gün boyunca halkın ırzına ve canına tecavüz etti, sonra da (Müstakil olarak Mekke’yi idare eden) Abdullah Bin Zübeyr’i kuşatmak için Mekke’ye yön tuttu. Fakat yolda bu adam öldü. O’nun yerine komutayı El-Husayn Bin Numeyr teslim alarak Mekke’yi kuşattı. Ancak bu sırada da Yezid’in ölüm haberi gelince kuşatmayı kaldırarak geri döndü. [18]

Sonraları Emeviler’in Suriye’de otoriteleri güçlenince bu kez Haccac Bin Yusuf Es-Sakafî komutasında ikinci bir Emevi ordusu gelerek Mekke’yi kuşattı. Şehre hakim tepelerden Kabe mancınık¬larla dövülerek tahrip edildi. Haccac, Abdullah Bin Zübeyr’i öldü¬rerek Beyt’ül-Haram’a girdi. Faziletlere sahip Abdullah Bin Zübeyr gibi müstesna bir şahsiyetin katledilmesi ve Harem-i Şerifin, Kabe gibi mukaddes bir mekanın çiğnenmesi müslümanları fev¬kalade incitmiştir. Bu kadar korkunç bir olay ne ilginçtir ki Kerbela faciasının yanında müslümanların üzerindeki etkisi bakımın¬dan ikinci planda kalmıştır. Bu iki olaydan her biri İslam tarihinin bu zaman kesiti içinde cereyan eden hadiselerin esasen hangi dü¬şünceye sahip eller tarafından kaleme alındığını göstermektedir. [19]

Aslında Emeviler’in düşmanları, onların döneminde meyda¬na gelen bu olayları kullanıp onlardan önce meydana gelmiş hadi¬selerden de faydalanmaya çalışarak tarihi genel manada çarpıt¬mışlardır.

İşte tarihi çarpıtan bu insanlar, Emeviler’e karşı (propagandalarıyla) öyle korkunç saldırılarda bulunmuşlardır ki onları îslam dışı saymışlardır. Hücumları halifelere, o devrin valilerine ve Eme¬vi tarafdarlarına karşıydı. Bu hücumlardan sahabiler de kurtulma¬mışlardır. Hatta Hz. Ali’nin taraftarları bile bu saldırılara hedef ol¬muşlardır. Mesela Ebu Musa EI-Eş’ari gibi yumuşak bir tutum iz¬lemiş bulunan Hz. Ali taraftarları dahi bunların saldırılarına uğra¬mışlardır. Bunlar Hulefa-i Raşidin’den ilk üçünün sözde Hz. Ali’ye karşı aralarında sözbirliği etmiş bulunduklarını, Hilafet makamını ondan uzak tutmaya çalıştıklarını ileri sürmüş, dolayısıyla, bu zevat da iftiracıların zehirli sözlerine hedef olmuşlardır. Bunlar Hu-İefa-i Raşidin hakkında, onların can düşmanlarının bile söyleme¬diklerini söylemişlerdir. Bunlar anarşiyi körükleyen, hatta El-Eşter En-Nah’i gibi fitnenin başını çeken birini, sırf Hz. Ali’yi destekle¬diği, bir ara O’nunla omuz omuza mücadele verdiği için, övmüş göklere çıkarmışlardır.

Bu adamlar, dikkatleri Ümeyyeoğulları’nın (Yani Emevilerin) daha müslüman olmadan önceki günleri üzerinde yoğunlaştırma¬ya çalışmışlardır. İslamın daha başlangıcından beri bu ailenin müslüman olmuş bulunan Hz. Osman, Said Bin El-As, Halid Bin Said Bin El-As ve Amr Bin Said Bin El-As gibi çocukları bile bun-ların dilinden kurtulamamışlardır. Bunlar Emevi ailesinin büyü¬ğüdür diye zehirlerini daima Ebu Süfyan Sahr Bin Harb üzerine döküp durdular. Onu küfrün başı diye saydılar. Evet, daha önce öy¬leydi. Fakat müslüman olduktan sonra da O’nu yine müslüman saymadılar. O’nun pabuç pahalı olduğu için, kılıç korkusuyla İslamı kabul ettiğini ileri sürerek, buna da Hz. Peygamber (sav)’in kendisine ve çocuklarına ganimet dağıtmak suretiyle gönüllerini İslama ısındırmasını kanıt diye göstermeye çalıştılar. Tabii ki bu da doğrudur. Ancak kalbi İslama ısındıktan ve iyi bir gidişat kaydet¬tikten sonra (ki Hz. Peygamber (sav) O’na bazı görevler vermiş, Hz. Ebu Bekir O’nu maliye hizmetleri için Yemen’e göndermiştir) yine de O’nu kötülemekten vazgeçmediler. O’nun Yermuk Savaşı sırasında gösterdiği yararlılığı, gözlerini kaybetmesini Hz. Osman devrinde 17 yıl âmâ olarak hayatım ibadetle geçirmesini ise hiç sözkonusu etmediler.

Tarihi çarpıtanlar, Hz. Osman’ın normal olmayan yollardan Hilafete geldiğini, sözde Hz. Ali’yi bu makama getirmemek için Abdurrahman Bin Avf’la birlikte bunu tezgâhladığını, aynı za¬manda O’nun Ümeyyeoğullan ailesine mensup yakınlarını kendi¬ne yaklaştırıp valiliklere ve yüksek makamlara getirdiğini, istedik¬leri şekilde davranmalarına göz yumduğunu, zayıf görüşlü olduğu için amcası oğlu Mervan Bin Hakem’in kuklası durumuna düştü¬ğünü, bunun da nihayet bela ve fitnelere kaynaklık eden anarşiye yol açtığını ileri sürdüler.

İşin gerçek yüzüne bakılacak olursa liyakat sahibi birçok sahabi Hz. Osman döneminde, yönetimde görev almayı kabul etmi¬yorlardı. Tabi ki devlet otoritesi onları mecbur edemezdi. Bu se¬bepledir ki Hz. Osman, güvendiği yakınları arasından istenen ye¬terliliğe sahip olanları devlet kademelerinde görevlendiriyordu. Keza bazı yakınları O’na başvurarak vazife istiyorlardı ki bu zevat hem Kureyş’e mensup ve herşeyden önce vaktiyle İslam ile müşer¬ref olmuş, Rasulullah’ın sahabisi olma mazhariyetine ermiş kim¬selerdi. Hz. Osman’ın bunlara görev vermemesi için bir sebep yoktu. Ancak zaman zaman onları denetleyerek bir kusurlarını bulunca hemen kabahat işleyeni görevinden alıyor ve gerekirse onu cezalandırıyordu. O’nun vazifeden attığı nice akrabası vardır. Onları suçlu sayar, ancak sonraları iyi bir gidişat izlediklerini tesbit edince yeniden kendilerine görev verirdi. Bu zevatın fetih faali¬yetlerinde, cihad hizmetlerinde ve İslam davası uğrunda önemli rolleri olmuştur.

Bu tarih çarpıtıcıları, Muaviye’yi izzet ve ikbal peşinde bulu¬nan bir bencil olarak suçladılar. O’nun, (akrabası olan) Hz. Os¬man’ın katillerini istemekte ısrar etmesinin, aslında arzu ettiği he¬defe ulaşabilmek için başvurduğu bir siyasi manevradan başka bir şey olmadığı, açıkça şeriate aykırı olduğu halde bu gerekçe ile Halife’ye karşı baş kaldırdığı, istediği mevkii elde edince de daha dü¬ne kadar üzerinde şiddetle ısrar ettiği Hz. Osman’ın kanını unutuverdiği şeklinde O’na suçlamalar yönelttiler.

Keza aleyhinde olan herkesin ölümünden veya Öldürülmesin¬den hep O’nu sorumlu gördüler. Halbuki ortalığa anarşi hâkimdi ve her tarafta kaynaşmalar vardı, biri diğerinin kanına girmişti.

Mesela Hz. Ali Hariciler tarafından öldürüldü. Muaviye’nin bizzat kendisi bile onlar tarafından suikaste uğrayarak yaralandı. Keza Mısır Kadısı Harice öldürüldü. Suikasti düzenleyen O’nu Amr Bin EI-As zannetmişti. Eğer bu olaylar bu kadar açık şekilde tesbit edilmemiş olsaydı Hz. Ali’ye ve Amr Bin El-As’a karşı dü¬zenlenen suikastlerden dolayı yine Muaviye suçlanacaktı. Yani her halükârda kimin katili ortaya çıkarılamıyor idiyse O’ndan Muavi¬ye sorumlu tutuluyor, tanınmış şahsiyetlerden kim ölüyor idiyse O’na muhakkak Muaviye zehir yedirdi diye suçlanıyordu.

Nitekim, Hz. Hasan’a hanımı: El-Eş’as Bin Kays El-Kindi’nin kızı Cu’da aracılığıyla zehir yedirilerek öldürülmesinden yine Mu¬aviye suçlu gösterildi. Muaviye bu kadına şöyle yazmıştı:

“Eğer Hasan’ı bir hileyle öldürebilirsen, sana yüzbin dirhem para göndereceğim ve seni (oğlum) Yezid’le evlendireceğim.”
Bu kadın vasıtasıyla Hz. Hasan’ı zehirlettiren o oldu. Nitekim Hz. Hasan vefat edince Muaviye kadına vadettiği parayı ödedi ve ayrıca kendisine şu haberi yolladı:

“Biz Yezid’in hayatı üzerinde çok titizlik gösteriyoruz. Bunu takdir etmelisin. Aksine seni O’nunla evlendirmek isterdik.[20]
Bu suçlamanın zayıf olduğu ortadadır. Hatta bu kaynağın biz¬zat kendisi bile rivayetin zayıf olduğunu göstermektedir. Kaynak¬ta olay Hz. Hasan’ın diliyle şöyle nakledilmektedir.

“Bana birkaç defa zehir yedirilmiştir. Fakat hiç biri bu seferki kadar kötü tesir yapmadı. Midemden parçalar kusmuştum. Elimdeki çöple karıştırıyordum. Kardeşim Hüseyin bana, ‘Acaba kim sana bu zehiri içirdi dersin birader’ diye sordu.
O’na “Öğrenip de ne yapacaksın? Eğer o, zannettiğim kimseyse, hesabını O’ndan Allah sorsun, yok başkası ise birinin şüphe ile cezalandırılmasını istemiyorum.” diye cevabını verdi. [21]

Bu konuşma Hz. Hasan’ın sadece zan ettiğini, bilakis kesin şe¬kilde zehirleyen kimseyi suçlamadığını kanıtlamaktadır. Aynı za¬manda bu zannı yürüten bir otorite sahibi de değildir ki gereğini icra edebilsin. Bunu ancak ilgili merci yapar ki Halife ve İmam Muaviye idi. O’nun cezayı tatbik ettirmesi gerekirdi. Hz. Hüse¬yin’e gelince devlet başkanı mevcutken o müdahale edemezdi.

Muaviye, El-Eşter En-Nah’i’nin öldürülmesinden dolayı da suçlanmıştır. Mes’udî bu olayı şu şekilde nakletmektedir:
Hz. Ali, El-Eşter’i Mısır’a vali tayin etmişti. O’nu bir askeri bir¬liğin başında görevinin mahalline gönderdi. Muaviye bunu du¬yunca Mısır’ın Ariş bölgesinde bulunan bir eyalet başkanı ile te¬mas kurarak Eşter’i zehirleyebildiği takdirde kendisinden 20 yıl vergi almayacağı vaadinde bulundu. O da bir yolunu bulup El-Eşter’in yiyeceğine zehir kattı. Olay şöyle cereyan etmişti: El-Eşter, Ariş’e varınca (Muaviye’ye bağlı bu Eyalet Reisi) sözde kendisine ikramda bulunmak üzere El-Eşter’in hangi yiyeceklerden hoşlan¬dığıı sordu. Kendisine, O’nun baldan hoşlandığını söylediler. O da gidip bir miktar bal getirerek El-Eşter’e balın faydalarını sayıp durdu. El-Eşter, o gün oruçluydu. Ancak adamın bu vasıflandır¬maları karşısında dayanamayarak getirilen baldan yedi. Daha mi¬desine yeni girmişti ki hemen ölüverdi. Beraberinde bulunanlar, balı getiren şahısla adamlarının hakkından geldiler. Bu olayın, Kulzum’da (Kızıl Deniz kıyılarında) meydana geldiği de söylen¬mektedir. Ancak birincisi kanıtlanmıştır. Hz. Ali bu hadiseyi du¬yunca:

“Ellerinin ve ağzının günahını çekti (nefsine hakim olamadı)” diye konuştu. Muaviye ise:
“Allah’ın baldan da askerleri vardır” dedi.[22]

Muaviye’ye Hucr Bin Adiyy El-Kindi’nin öldürülmesi cinayeti de mal edilmektedir. Bu zat İslam tarihinde (fikrinden cayarak kurtulması mümkünken) direnerek öldürülen ilk şahsiyettir.

Muaviye’nin valilerinden Ziyad Bin Ebih, dokuzu Kûfe’li dör¬dü de başka yerden olan arkadaşlarıyla birlikte O’nu alıp götürür¬ken Şam’a 12 mil uzaklıktaki Marc-ı Azra’ya varınca, istihbarat görevlileri durumu Muaviye’ye bildirdiler. O da görevli olarak kör bir adamı gönderdi. Bu adam Hucr ve arkadaşlarına yaklaşınca aralarından biri:

“Eğer tahminim doğru çıkarsa grubumuzun yarısı öldürüle¬cek, diğerleri ise kurtulacaklardır” diye bir söz etti. O’na, ‘Böyle olacağını nereden biliyorsun?’ diye sorunca, ‘Yahu adamın bir gö¬zünün kör olduğunu görmüyor musun?’ dedi.

Bu kör cellat Hucr’a yaklaşınca O’na:
“Ey fitnenin başı! Ey küfür ve sapıklığın kaynağı! Ey Ebu Turab’ın (Yani Hz. Ali’nin) yardakçısı! Emir’ül-Mü’minîn, senin ve arkadaşlarının canıı almak üzere beni görevlendirmiş bulun¬maktadır. Ancak küfrünüzden vazgeçer ve adamınıza (Hz. Ali’ye) lanet okur, O’nunla hiç bir ilişkiniz kalmadığına dair açıklama yapar (Teberri ederseniz) infazınız geri alınacaktır” dedi.

Hucr ve düşüncesini paylaşan arkadaşları bu adama:

“Yaptığın teklifi kabul edip de Allah’ın ve elçisinin huzuruna yüzü kara gitmek ve ateşe girmektense kılıcın acısına dayanmak bize daha kolay gelir” diye cevap verdiler. Ancak arkadaşlarının yarısı celladın teklifini kabul ettiler. Hucr idam edilmek üzere orta yere getirilince:
“Bana müsaade edin iki rekat namaz kılmak istiyorum” dedi. Verilen izin üzerine namazını uzatınca O’na:
“Ölümden korktuğun için namazını uzattın, değil mi?” diye sorulunca:
“Hayır, ben sırf namaz kılmak için ne zaman abdest aldıysam mutlaka namaz kıldım ve hiç bir zaman da bu kadar kısa namaz kılmış değilim. Ama her şeye rağmen nasıl olur da şuracıkta kazıl¬mış bir mezar, sıyrılmış bir kılıç ve yayılmış bir kefen görür de ürpermem!”
Sonra öne yaklaştırılarak boğazlandı ve peşinden aynı fikirde olan diğer arkadaşları da idam edildiler.
Muaviye, Halid Bin Velid’in oğlu Abdurrahman’ın öldürülme¬sinden dolayı da suçlanmaktadır. Abdurrahman (son zamanlar¬da) ünlendiği Şam’da şöhret kazandığı, babasının bıraktığı izle¬nimler sayesinde halk tarafından rağbet gördüğü ve Bizans top¬raklarında uyandırdığı heybetiyle müslümanlara pek ihtiyaç duymadiğı’ sebeplerinden dolayı Muaviye’nin O’ndan korktuğu, bu yüzden İbni Esal adında (vergiye bağlanmış) bir Bizans şövalyesi aracılığıyla, O’nu hayatı boyunca vergiden muaf tutmaya karşılık zehirlettiği söylenmektedir.
Abdurrahman’ın bir ara Bizans topraklarından Homs’a dönü¬şü sırasında İbni Esal O’na kuleleriyle birlikte zehirli bir şerbet içirdi. Abdurrahman şerbeti içer içmez Homs’da öldü. Muaviye bunun üzerine İbni Esal’a vadettiklerini yerine getirerek O’nu ver¬giden muaf tuttu ve Homs Bölgesi haracını devlet adına toplama¬ya da memur etti.[23]
Muaviye, valilerinden Ziyad Bin Ebih’in, babası (Ebu Süfyan’ın) dölünden olduğunu iddia etmekle de suçlanmıştır. Yani babasının (bir çeşit) zina ettiğine şehadet etmişti. Hatta kendisi daha dünyada yokken bu olayın meydana geldiğine şahitlik etmiş¬tir. Dinini çiğneme pahasına ve sırf Ziyad Bin Ebih’i yanına çek¬mek (bağlılığını kazanmak) için böyle yaptığı ileri sürülmektedir. Tarihçi Mes’udi bu olayı şöyle anlatmaktadır:
“Muaviye, Hicri 44 yılında Ziyad Bin Ebih’in, babası Ebu Süf-yan’ın sulbünden geldiğini ispat etmeyi aklına koyunca, Ziyad Bin Esma El-Harmâzi, Malik Bin Rabîa Es-Selûlî ve Zübeyr Bin Avam’ın oğlu Münzir gelip bu olayın gerçek olduğuna dair yanın¬da şehadette bulunarak şöyle dediler:
“Bizzat Ebu Süfyan, Ziyad Bin Ebih’in kendi oğlu olduğunu ileri sürerek, Hz. Ömer’in huzurunda Ziyad’dan söz açıldığı bir sı¬rada Hz. Ali’ye hitaben manzum olarak şunları söyledi:
“Rastlamaktan korkmasam düşmanlardan birine Açıklardım sırrımı, yemin olsun ey Ali! Fakat bir belalının yakam düşer eline, diye açıklayamam başımdan geçen hali. Eskiden uzun yıllar gittim sakif iline Yavrum orada kaldı, aklımdaysa hayali”
Özellikle Ebu Meryem Es-Selûli’nin bu konuda şahitlik yap¬ması O’nun bu yoldaki kanaatini daha da kuvvetlendirdi. Çünkü Ebu Meryem’in meselenin başlangıcı hakkında herkesten daha çok malumatı vardı! Sebebine gelince: Esasen cahiliyet devrinde Ebu Süfyan’la Ziyad’ın annesi Sümeyye’yi bir araya getirip zina yapmalarını temin eden Ebu Meryem’di.

KAYNAKLAR
[18] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 4, s. 109-120
[19] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 4, s. 315-325
[20] Muruc’uz-Zeheb, El Mes’udi, 3-5-1964 Kahire-Mısır
[21] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 8, s. 76-80
[22] Muruc’uz-Zeheb, El Mes’udi, c. 3 s. 420-421
[23] Taberi Tarihi, c. 5, s. 227

Devamını Oku
porno porno izle porno doeda ramadabet girişsloticaleograndslotdayvenombetdeobetritzbetexonbet girişbetwildradissonbetpashagamingpalacebetmaxwinspinco girişbetsinbetsalvadorpalazzobetroyalbetgrandpashabetgrandpashabet güncel giriş

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.