40,2607$% 0.13
46,7252€% 0.08
53,9495£% 0.21
4.320,96%0,56
3.334,69%0,33
10.219,40%-0,06
04 February 2016 Thursday
Müslüman sorumluluk sahibi bir bireydir. O ilk önce, her şeyi yoktan var eden rabbine karşı, daha sonra ise etrafında cereyan eden her hadise karşısında mesuldür. Akıl ve irade sahibi bir varlık olması ve bağlı bulunduğu dinî değerler onun omuzlarına bu ağır yükü yüklemektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de konuya dair pek çok îkaz ve teşvik vardır. Örneğin bir âyet-i kerîmede “bir kötülük gördüğünde onu en güzel şekilde sav” (Mü’minun Suresi:96; Fussilet Suresi:34;) buyurularak, mü’min kişinin gördüğü nâhoş bir durum karşısında duyarsız kalmamasına, hatta böylesi bir zamanda tavrının nasıl olması gerektiğine işarette bulunulmaktadır.
Efendimiz (s.a.v)’in beyanlarında da bu meseleyle ilgili çok çarpıcı ifadeler mevcuttur. Kuşkusuz bunların başında da kulaklarımızın âşina olduğu şu hadis-i şerif gelmektedir: “Sizden biriniz bir kötülük gördüğünde onu eliyle düzeltsin. Buna güç yetiremezse diliyle düzeltsin. Buna da güç yetiremediği takdirde kalbiyle buğz etsin. Bu ise imanın en zayıf mertebesidir” (Müslim, İman)
Evet, kâinatın efendisinin bu veciz ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, samimi bir mü’minin şahit olduğu bir olumsuzluk karşısında “bana ne” deme lüksü olamaz. Şuurlu bir müslüman hayatının her ânında gördüklerinden ve duyduklarından kendini sorumlu hisseder ve bu bilinçle hareket eder.
Sorumluluk şuurunun varlığı ne kadar kıymetli ve hayâtî öneme hâizse, yokluğu da o denli yıkıcı ve öldürücü olabilmektedir. Bu durum şahıslar için olduğu kadar toplum ve devletler için de geçerliliği olan bir hakikattır. İslam âlemine çok büyük hizmetleri olmuş olan Osmanlı Devleti’nin en güçlü olduğu dönemde, yaklaşık yarım asır padişahlık yapan Kanunî Sultan Süleyman zamanında yaşanan şu hadise, konunun önemini ifade etmesi adına çok çarpıcı bir örnektir.
O dönemle alakalı bilgiler veren tarih kaynaklarında bildirildiğine göre Kanuni Sultan Süleyman, en yüksek duruma getirmiş olduğu devletin akıbetini hayâl eder, günün birinde “Osmanoğulları da inişe geçer çökmeye yüz tutar mı?” diye endişe ederek derin derin düşünmeye başlar… Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur âlim Yahyâ Efendi’ye sorduğundan bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu keşfine inandığı Yahyâ Efendi’ye gönderir… “Sen ilahî sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın âkıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı? Şeklinde mektubu gönderir.
Hünkârın özenle yazılmış mektubunu okuyan Yahyâ Efendi birkaç kelimeden oluşan kısa bir cevapla mukabelede bulunur. Cevabında “Neme lâzım be Sultânım!” der hak dostu.
Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultân Süleyman, önce bir mânâ veremez aldığı bu cevaba. Zira bu cevap hem çok kısa, hem de içinden çıkılmaz bir hâl içermektedir. Yahyâ Efendi gibi bir zâtın böylesine basit bir cevapla işi geçiştireceğine pek ihtimal vermez. “Acaba bilmediğimiz bir mânâ mı vardır bu cevapta?” diye söylenmeye başlar cihan padişahı. Sonunda kalkar ve Yahyâ Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gelir. Sitem dolu sorusunu tekrar sorar ve “Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!” der. Yahya Efendi ise “Sultânım sizin sorunuzu ciddiye almamak kâbil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz ettim” diye izahatta bulunur. Kanunî ise bu defa “İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “neme lâzım be Sultânım!” demişsiniz. Sanki “Beni böyle işlere karıştırma” der gibi bir anlam çıkarıyorum” diye karşılık verince, süt kardeşinin ağzından kulaklara küpe olacak şu cümleler dökülür: “Hünkârım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şâyi olsa, işitenler de “neme lâzım” deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa. Fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryâdı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimâd ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir…”
Bunları dinlerken ağlamaya başlayan koca hünkâr, bir yandan Yahya Efendinin söylediklerini başını sallayarak tasdîk ederken diğer yandan da kendisini böyle ikaz eden bir âlim ihsan ettiği için rabbine içtenlikle şükreder.
Bizleri insan olarak yaratan Rabbimize şükürler olsun ki, sayısız nimetleriyle ihtiyacımız olan her şeyi bizlere ihsan etmiştir. Bizlere lütfedilen nimetlerin bir kısmı maddi, bir kısmı da manevidir. Manevi nimetlerden biri de kuşkusuz kardeşlik (uhuvvet)’tir. **Kur’an-ı Kerim**’de bu husus ifade edilirken, ‘‘**Mü’min**ler ancak kardeştirler’’ buyurulur. Bir başka **ayet-i kerim**ede ise ‘‘Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridir (dostlarıdır), birbirlerine iyiliği emreder kötülükten sakındırırlar..’’ buyurulur. Sevgili **Peygamberimiz **(s.a.v) de bir hadisinde ‘‘Mü’minler kendi aralarında merhametleşmede, birbirlerini sevmede ve yardımlaşmada bir vücut gibidirler, vücudun bir uzvu ağrısa, vücudun diğer kısımları da uykusuzluk ve humma ile o uzuv için birbirini çağırır’’ buyurur.
Din kardeşliği, karşılıklı olarak sorumlulukları da beraberinde getirmektedir. Müslüman kişi, din kardeşinin sıkıntılı anında – gücü yettiğince – ona yardım etme mecburiyetindedir. Bu yardım kimi zaman maddi, kimi zaman da manevi içerikli olmaktadır. İnsanlar çoğu zaman, şu dünya hayatında karşılarına çıkan türlü türlü sorunlarla nasıl mücadele edeceklerini bilememekte ve aciz kalmaktadır. İnsanlar bazen aciz olduklarının farkında iken, bazen de acziyetlerinin şuurunda olamamakta veya bu durumu kabul etmemektedirler. İşte tam da bu noktada bir bilenin onlara yol göstermesine ihtiyaç vardır.
Temim ed-Dari (r.a) şöyle demiştir: **Peygamber Efendimiz** (s.a.v), ‘‘Dinin temeli nasihattir’’ buyurmuştur. Biz ‘‘kimin için Ya **Resulallah**?’’ diye sorduk. Nebi (s.a.v): ‘‘Allah için, Kitabı için, Resulü için, Müslümanların yöneticileri ve bütün müslümanlar için” buyurdu.
**Kur’an-ı Kerim**’de nasihatın önemine vurgu yapılırken şöyle buyurulur: ‘‘Onlara nasihat et, nasihat **mümin**lere elbette fayda verir.’’ Allah Resulü (s.a.v) de bir hadisinde mü’min’in mü’min üzerindeki altı hakkı olduğundan bahseder ve bunları şöyle sıralar: ‘‘1-Karşılaştığında selam verir, 2- Seni davet ederse icabet et. 3- Nasihat isterse ona nasihat et. 4-Aksırdığında elhamdülillah derse yerhamukallah diye karşılık ver. 5-Hastalandığında ziyaret et. 6-Öldüğü zaman cenazesinin ardından git’’ Görüleceği üzere **Müslüman** kişinin din kardeşine karşı vazifelerinden biri de, din kardeşinin ihtiyacı olduğunda –kendisinden nasihat istese de istemese de- ona nasihat etmesidir.
İnsanoğlunun aklı, gücü ve imkanı sınırlıdır ancak ihtiyaçları ise sınırsız denecek kadar çoktur. Bu yüzden içinde yaşadığı şu dünya hayatında pekçok konuda çaresizlik ve acziyeti çersinde kalmaktadır. Kimi zaman bu aczini ve ihtiyacını dile getirmekte, bazen de ya içinde bulunduğu çaresizliğin farkında olmadığı için veya değişik sebeplerden ötürü durumunu ifade edemeyip gizlemektedir. Böylesi bir durumda bir bilenin yol göstermesine ihtiyaç duyduğu da aşikardır. Tam da bu noktada din kardeşi olan diğer müslümanların o kişiye yardımcı olmaları kardeşlik hukukunun bir gereğidir. Zaten Yüce Kitabımızda da ‘‘İyilik ve takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın’’ buyurulmak suretiyle, Müslümanlardan birbirlerine yardımcı olmaları istenmektedir.
Ashab-ı kiram efendilerimiz, zaman zaman hem Allah Resulü (s.a.v)’den, hem de bir birlerinden kendileri için nasihat istemişlerdir. Ukbe İbnu Âmir (ra) anlatıyor: (Bir gün)“ Ey Allah’ın Resûlü! Kurtuluşumuz nasıl olacak?” diye sormuştum, şöyle cevap verdiler: “ Dilini tut, evini genişlet, günahlarına da ağla!” Ebu Hüreyre’den rivayet edilen bir hadiste ise, adamın biri Hz.Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’e gelerek, ‘‘bana nasihat et’’ dedi. **Peygamber** Efendimiz (s.a.v) de kendisine ‘‘kızma’’ diye cevap verdi. Adam aynı soruyu birkaç kere sordu. **Allah** Resulü (s.a.v) her defasında (ona) kızma, sinirlenme buyurdu. Her konuda olduğu gibi nasihat isterken de bazı hususları göz önünde bulundurmak gerekmektedir.
**Nasihat Ehlinden İstenmelidir.**
İnsanlar bilmedikleri bir konuda birilerine danışıp fikir alacaklarsa, öncelikle kendisinden görüş istenen kişinin o konuda ehil olması gerekir. Aksi takdirde bilgisi olmayan kişinin başkasına yardımcı olması istenmiş olur ki bu da nasihat isteyen kişiye yarar sağlamayacağı gibi zarar da verebilir. **Kur’an-ı Kerim**’de ‘‘Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun’’ buyrularak, açık ve net bir ifade ile görüşü istenen kişinin, söz konusu mevzuda işi bilen, ehil biri olması gerekmektedir. Burada unutulmaması gereken bir husus da herkesin her konuda ehil olamayacağı, yani her mevzuda yeterli bilgiye sahip olamayacağı meselesidir. Bu hususta yeterli araştırma yapılmadan sıradan bir kişiden görüş istenmiş ve akabinde de hüsran yaşanmışsa, elbette ki bu durumun baş sorumlusu olarak kendimizi görmeliyiz.
**Nasihat İstenecek Kişi Güvenilir Olmalı**
Nasihat isterken dikkat etmemiz gereken bir diğer husus da, görüşüne başvuracağımız kişinin iyi kalpli ve samimi olmasıdır. Unutulmamalıdır ki, kişi işinde maharetli ve başarılı olabilir ama kötü kalpli ise karşısındaki insana yarar değil bilakis zarar verebilir. Mesela bir insan çok iyi bir yüzücü olabilir ama aynı kişi iyi bir kalbe sahip değilse, yüzme bilmediği için boğulan birini gördüğünde yardım etmeyip, o insanın ölümüne seyirci kalabilir. Bir başka örnek de organ mafyalarıyla işbirliği halinde çalışan doktorlar… Bu kişiler de mesleklerinde çok başarılı olabilirler fakat bu bilgi ve becerilerini çok kötü amaçlar için kullanmakta ve masum insanlara zarar vermektedirler. O yüzden nasihat isteyeceğimiz kişinin, işinde ehil olmasının yanında iyi kalpli ve güvenilir olmasına da dikkat etmek gerekir. Esasında mü’min iyi niyetli olmak zorundadır. Nitekim Sevgili **Peygamber**imiz (s.a.v) bir **hadis**inde bu hususa işaret eder ve: ‘‘Mümin iyi niyetli, temiz kalpli ve kerimdir’’ buyurur. Ancak iyi kalpli olması gereken mü’minlerin bazısında kafir sıfatlarının olabileceği de göz ardı edilmemeli ve dikkatli olunmalıdır.
**Nasihat Ederken Empati Yapmalı**
**Müslüman**lar kardeşleriyle olan ilişkilerinde samimi olmalı, kendisi için sevip istediği her şeyi din kardeşi için de arzu etmelidir. Bunu yaparken de empati yaparak hareket etmelidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ‘‘Sizden biriniz kendisi için sevip istediğini başkaları için de sevip istemedikçe gerçek manada iman etmiş olmaz’’ buyurarak, bu hususun kamil manada iman etmiş olmanın bir gereği olarak nazara vermektedir. Başka bir hadiste ise ‘‘Nefsin için istediğini insanlar için de iste ki (hakiki) müslümanolasın’’ buyurularak, kendimiz için arzuladığımız bir şeyi din kardeşimiz için de arzulama mevzuu, gerçek Müslüman olabilmenin bir şartı olarak nazara verilmektedir. Bu yüzden bir kardeşimiz bizden görüşümüzü sorarak kendisine yardımcı olmamızı istediğinde, samimi bir tutum takınarak ona yardımcı olmalıyız. Dinimiz de bize bunu emreder. Bir hadis-i şerifinde Peygamber Efendimiz (s.a.v):‘‘Sizden biriniz din kardeşinin aynasıdır. Onda bir eza (kusur) görürse hemen onu gidersin’’ buyurarak, hatalı bir yönünü gördüğümüz bir kardeşimize karşı –kendisi bunun farkında olmasa bile- empatik bir yaklaşımla ona yardımcı olmamız gerektiğini, böyle bir durumda duyarsız kalamayacağımızı vurgulamaktadır.
**Nasihat Eden Kişinin Görüşüne Değer Verilmeli**
Muhatabımızdan nasihat isterken hassasiyet göstermemiz gereken bir diğer husus ise karşımızdaki kişinin görüşüne değer vermedir. Görüş ve fikirlerinin kaale alınmadığı hissine kapılan kişi kendini değersiz hissedeceği için bir daha kimseye düşüncelerini söylemeyecek, kendisinden talep te bulunulsa dahi nasihat etmeyecektir.
Ne güzel söyler söz sultanı (s.a.v): ‘‘İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.’’ İnsanlara faydalı olmanız dileğiyle.. SELAM VE DUA İLE.
Rusya Federasyonu, içinde pek çok ırktan ve inançtan insanları barındıran büyük bir ülkedir. 1990’lı yıllarda başlayan bağımsızlık hareketleri neticesinde pek çok ulus Rusya’dan ayrılarak kendi bağımsız devletlerini kurmuştur. Özellikle Türkî Cumhuriyetler olarak bilinen ve bağımsızlığını kazanan ülkelerin halklarının çoğu Müslümandır. Bu yüzden Rusya’daki Müslüman nüfusu azalsa da, şu anda Rusya’da yaklaşık 16 milyon Müslüman yaşamaktadır. Bu sayı azımsanamayacak bir rakamdır ve ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 12’sine denk gelmektedir.
1990’lı yıllarda Rusya’da komünizmin çöküşü ile birlikte baskı ortamı ortadan kalkmış ve her kesim gibi Müslümanlar için de dinlerini özgürce yaşayabilme imkânı doğmuştur. Bu süreçte Rusya’daki Müslümanlar camiler başta olmak üzere, hızlı bir şekilde müesseselerini de inşa etmeye başlamışlardır. Yıllardır özlemi duyulan İslamiyeti yaşama arzusuyla Müslümanlar çok kısa sürede pek çok cami, medrese gibi kurumlarla dinin öğretilmesi ve yaşanması için adeta bir seferberlik örneği sergilemişlerdir. Kuşkusuz bu kurumlar din adına çok büyük hizmetler yapmış ve halen de yapmaktadır. Ancak zamanla bu kurumlarda olan bazı eksiklikler de gün yüzüne çıkmaya başladı. Biz de faydalı olur mülahazasıyla İslamî müesseselerde gördüğümüz bazı eksiklikleri ve sıkıntıları özet olarak dile getirelim istedik.
Müftülükler: Rusya’da Müslümanların dinî faaliyetleri müftülükler tarafından sevk ve idare edilmektedir. Bu kurumlar bizim ülkemizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı müftülüklere benzemekle birlikte, yapısal ve işleyiş olarak pek çok farklılıklar da göze çarpmaktadır.
Öncelikle bu kurumlar bizdeki Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı kurumlar gibi resmî olarak devlete bağlı değildirler. Bir nevi azınlık kurumları gibi, kendi yağında kavrulan, özerk bir yapıya sahiptirler. Maddi kaynakları ise, tamamen Müslüman halkın bağış ve yardımlarından oluşur ve personel maaşı başta olmak üzere tüm giderler bu paralardan karşılanır. Tabi bu durum maaşların yetersiz olmasına ve buna bağlı olarak da nitelikli personel istihdamını zorlaştırmaktadır.
Rusya’da müftülüklerin en önemli sorunlarından biri de birlik beraberliğin olmamasıdır. Ülke çapında, hatta il çapında bile birbirinden bağımsız, kendi başına hareket eden müftülükler vardır. Mesela ülke genelinde birkaç tane baş müftülük vardır ve camiler başta olmak üzere, pek çok dini müessese de bu müftülüklerden birine bağlıdır. Bu durum Müslümanlar arasında fitnelere sebebiyet vermekte ve Müslümanların birlik beraberliğine büyük zarar vermektedir.
Camiler: Rusya’da komünizm öncesinde binlerce pek çok cami bulunmaktaydı. Ancak SSCB döneminde , özellikle Stalin yönetimde olduğu 1940-1950’li yıllarda bu camilerin neredeyse tamamı yıkılmıştı. Ortadan kaldırılanlar sadece camiler değildi, kiliseler ve diğer dinlere ait mabedler de devlet eliyle yıkılmıştı.
1990’lı yıllarda komünist sistemin çöküşü ile birlikte baskı ortamı da ortadan kalkmaya başlamıştı. Müslümanlar da özlemini duydukları bu özgürlük ortamında ellerini çabuk tutmuşlar ve yıkılan camilerini inşa etmeye başlamışlardır. Çok kısa sürede ülke genelinde binlerce cami inşa edilmiştir.
Fakat cami inşası sorunun küçük bir bölümünü halletmiş, problemin asıl ve önemli kısmı ise tam da bu süreçte hissedilmiştir. O da nitelikli din adamı ihtiyacıdır. Müslümanların camileri olmuştu olmasına ama, onlara camide imamlık ve rehberlik yapacak, eğitimli ve bilgili din adamı bulunamıyordu. Bu durum yetmiş yıllık din adına her şeyin yasaklanmasının doğal bir sonucuydu.
Bu sorunu çözmek için bir yandan Müslüman ülkelerden din görevlileri çağırılmakta, diğer yandan da Müslüman ülkelerde eğitim görmesi için öğrenciler gönderilmektedir. Ayrıca Rusya’da medrese adı verilen dinî kurumlar vasıtasıyla da din adamı ihtiyacı karşılanmaya çalışılmaktadır.
Camilerin en büyük sorunlarından biri de, imamların resmî bir statüye sahip olmamalarıdır. İmamlar caminin bağlı bulunduğu müftülüğün onayı ile göreve başlasa da, iş garantisi yoktur ve maaşı da cami cemaati tarafından toplanan sadakalardan ödenir. Maaşların çok düşük olması, ayrıca cami cemaati tarafından ödeniyor olması imamlık mesleğinin itibarına büyük zarar vermektedir. Bu şartlarda çalışmak çok zor olduğu için, imamların bir kısmı başka iş arayışlarına girmektedir.
Camilerle ilgili bir diğer sorun da daha önce de belirttiğimiz gibi, birbirinden bağımsız pek çok müftülüğün olmasıdır. Camilerin her biri bu müftülüklerden birine bağlıdır ve bu durumun bir sonucu olarak sevimsiz rekabetler ortaya çıkmakta, hatta bu rekabetler düşmanlık boyutuna varabilmektedir. Tabi bu durum en çok Müslümanlara zarar vermektedir.
Medreseler: Rusya Müslümanlarının dinî kurumlarından biri de kuşkusuz medreselerdir. Tamamen dinî eğitim veren bu okullar müftülüklere bağlıdır ve bir kısmı iki yıllık, bir kısmı da dört yıllık eğitim vermektedir. Din adamı ihtiyacının karşılanmasında önemli bir görev îfa eden bu okulların finansmanı da tıpkı camiler gibi tamamen Müslümanların sadakalarından karşılanmaktadır. Haliyle bu kurumdaki öğretmenlerin özlük hakları da istenen düzeyde değildir.
Bu okulların devlet tarafından resmî bir statüsünün olmaması nedeniyle buraya gelen öğrenci kalitesi de arzulanan düzeyde değildir. Ayrıca buradan mezun olan öğrencilerin iş garantisi de yoktur. Yani bizim ülkemizdeki gibi merkezi bir sınav yapılarak imam olma imkanı söz konusu değil. Zaten imamlık mesleğinin de dile getirdiğimiz sorunlarından dolayı fazla cazibesi olmadığı için, bu okullara talep istenen düzeyde olmamaktadır.
En başta dile getirdiğimiz sorun bu kurumlar için de geçerlidir. Yani bu medreselerin her biri tıpkı camiler gibi, birbirinden bağımsız müftülüklere bağlıdır. Dolayısıyla bu okulların müfredatları da birbirinden farklı olabilmektedir.
Sonuç olarak Rusya’da Müslümanlar dinlerini yaşama adına samimi olarak bir gayret ortaya koymaktadırlar. Müftülükler, camiler ve medreseler gibi müesseseler vasıtasıyla dinî faaliyetlerini özverili bir şekilde sürdürmektedirler. Tüm bu kurumların inşası başta olmak üzere, istihdam edilen personelin maaşları ve diğer tüm harcamalar da halkın samimi duygularla yaptıkları yardımlarla karşılanmaktadır. Müslümanlara ait bu kurumların devlete bağlı resmî hüviyetlerinin olmaması, biri diğerinden bağımsız müftülüklere bağlı olmaları, nitelikli personel ihtiyacı, personellerin maaş ve itibarları başta olmak üzere, özlük haklarındaki sıkıntılar gibi pek çok problem de çözüm beklemektedir.
Tarih kitaplarımızda Türklerin İslamiyet’i kabul edişleriyle alakalı süreç anlatılırken özetle şu bilgiler verilir: Abbasiler zamanında Türk-Arap ilişkileri gelişmişti. Talas Savaşı’nda Çinlilere karşı birlikte savaşılmış ve daha sonrasında da Türklerle Müslüman Araplar arasındaki yakınlaşmalar giderek artmıştı. Bu durumun neticesinde ise Türkler İslamiyeti tanımışlar ve topluca bu dine girmeye başlamışlardır.
İlk Müslüman-Türk hükümdarı kimdir?” diye sorulsa, herhalde yüzde 99 alacağımız cevap, Karahanlı hükümdarı Abdülkerim Satuk Buğra Han olacaktır. Yapılan tetkik ve araştırmalar, Karahanlı hükümdarının en erken tarihle 940 yılında Müslüman olduğunu ortaya koymaktadır. Oysa bu târihten 20 yıl önce, İdil-Bulgar Devleti hükümdarıİlteber Almış Han’ın gönderdiği elçiler Bağdad yolundaydı. Tarihçi hocalarımızdan Prof.Dr. Ahmet Şimşirgil, İslamiyeti ilk kabul eden Türkün, Îdil-Bulgar Devleti hükümdarı Almış Han olduğunu, 921 yılında Bağdad’a elçiler göndererek İslâmiyet’i kabul ettiğini ve Halîfeye tâbi olduğunu bildirmişti. İbn-i Fadlan’ın yazdığına göre, Almış Han, daha sonra ismini Cafer bin Abdullah olarak değiştirmiştir.
İdil ve Kama nehirlerinin birleştiği alanda hüküm süren İdil-Bulgar Devleti’nin ilk devirleri hakkında bilgi bulunmamaktadır. IX. asırda, daha çok ticarî fonksiyonuyla dikkat çekiyordu. Bulgar, Suvar ve Biler en meşhur şehirleriydi. Tabiat zenginliğinin yanısıra, ulaşım yönünden fevkalâde imkânlara sahipti. Başkent Bulgar şehri, Doğu Avrupa’nın en gelişmiş ticâret merkezi idi.
Bulgar tüccarların Harezm ve Samânî ülkesinde Müslüman tüccarlarla temasları ve Harezmliler’in de onların ülkelerine gelmeleri neticesinde, ülke topraklarında islâm dîni ve kültürü yayılmaya başladı. 900′lü senelere gelindiğinde Bulgarlar arasında İslâmiyet’i kabul edenlerin sayısı çoğunluktaydı.
**Halîfe’den üç istek**
Bu sıralarda, İdil-Bulgar Devleti tahtına çıkan Almış Han’ın da İslâmiyet’le yakından ilgilendiği, bu din hakkında bilgiler topladığı ve eski inancı ile ruhunda fırtınalar koparan bir mücâdelenin içerisine düştüğü kabul edilebilir. Onun şüphelerinden tamamen sıyrılıp İslâm dinini kabul etmesi de gördüğü –safahatı hakkında bilgi sahibi olamadığımız- bir rüya sonucu gerçekleşir. Bu târihî olay, 920 yılına rastlamaktadır. Nitekim, yukarıda belirttiğimiz gibi, Almış-HanMüslüman olur olmaz, zamanın Abbasî Halîfesi Cafer el-Muktedir Billah’a iki nâme ile birlikte bir elçilik heyeti gönderir.
**
Almış Han’ın Halîfe’den üç mühim isteği vardır:**
**1-** İdil-Bulgar ülkesine, Müslümanlar’a dînini öğretecek âlimler gönderilmesi.
**2- **Mescid ve medreseler inşâ etmek üzere ustalar gönderilmesi.
**3- **Düşmanlarına karşı korunmak için inşâ ettiği kaleye maddî yardımda bulunulması.
**Bağdad’dan Bulgar’a**
Almış Han’ın elçileri 921 yılının Mayıs ayında Bağdad’a geldiler. O sıralarda, Türk boyları arasında İslâmiyet’in yayılmakta olduğu haberleri tüccarlar vasıtasıyla haber alınıyordu. Ancak ilk defa bir Türk hükümdarının İslâmiyet’i kabul ettiğini ve Halîfe’ye tâbi olduğunu bildiren name göndermesi, Bağdad’da büyük ilgi uyandırdı. Bir devlet başkanının kendi isteğiyle İslâm’ı kabulü, halifelik sarayında ve halk arasında görülmemiş sevince yol açtı. Bu ülkeye hizmet vermeye gitmek üzere, rekor sayıda müracaatlar ve gönüllüler ortaya çıktı. Nitekim, beş bin kişilik bir heyetin kısa zamanda hazırlanıp yola çıkarılması, bunun en açık göstergesidir.
921 yılı Temmuz ayında Bağdad’dan yola çıkan heyet içerisinde, İdil-Bulgar Devleti ve ilk Müslüman-Türk Hükümdarı unvanını kazanan Almış Han hakkında en eski yazılı bilgileri bize bırakan İbn-i Fadlan da kâtip olarak bulunuyordu. İbn-i Fadlan’ın yıllarca sürecek bu seyahati sırasında yaşadıklarını kaleme alması, belki de târihin karanlıklarına gömülecek hakikatlerin gün ışığına çıkarılmasına sebep olmuştur.
Heyet Cürcaniye’ye geldiğinde, muallim ve vazifelilerin bir kısmı geri dönmek istediler. Çünkü ulaşacakları yere kadar arada pek çok kâfir ülkesi bulunuyordu. Yol emniyeti yoktu. Halîfe’nin gönderdiği hediyelere bir zarar erişebileceği düşüncesi ile büyük kısmı geriden gelmek üzere orada kaldılar. İbn-i Fadlan, bilhassa yanında Halîfe’nin dört bin altın hediyesini hükümdara götüren Fazl bin Musa’nın gelmesi için ısrar etti ise de dinletemedi. Neticede elçi Susen er-Razî ve İbn-i Fadlan yanlarındaki beş görevli ile yola devam ettiler. Uzlar, Peçenekler ve Başkırtlarülkelerini geçen heyet, yorucu bir yolculuktan sonra, 12 Mayıs 922 Pazar günü Almış Han’ın ülkesine ulaştı.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.