38,4484$% 0.04
43,9654€% 0.4
51,7577£% 0.9
4.137,50%0,93
3.345,58%0,80
9.306,96%-1,33
28 April 2025 Monday
Fitne, Kur’ân ve hadis literatüründe ciddi tehlike arz eden bir durum olarak tanımlanmış; toplumsal düzeni tehdit eden, bireyleri iman zaafına sürükleyen bir felaket olarak gösterilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, fitnenin zararını açıkça beyan etmiş, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ise fitne zamanında izlenecek stratejilere dair ayrıntılı tavsiyelerde bulunmuştur. Bu çalışmada, fitne kavramı bağlamında Kur’ân ayetleri ve hadisler ışığında bireysel ve toplumsal sorumluluklar incelenecektir.
Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:
وَٱلۡفِتۡنَةُ أَشَدُّ مِنَ ٱلۡقَتۡلِ
“Fitne, öldürmekten daha beter bir şeydir.” (Bakara, 2/191)
Bu ayet, toplumun iç barışını tehdit eden fitnenin, bireysel can kayıplarından daha ağır bir yıkıma yol açabileceğini vurgular. Buradaki fitne, özellikle toplumsal ayrışma, insanları birbirine düşman kılacak nifak ve çatışma ortamı anlamında değerlendirilmiştir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), fitne dönemleri hakkında şu şekilde uyarmıştır:
يَتَقَارَبُ الزَّمَانُ، وَيَنْقُصُ الْعِلْمُ، وَتَظْهَرُ الْفِتَنُ، وَيُلْقَى الشُّحُّ، وَيَكْثُرُ الْهَرْجُ
“Zaman yaklaşır, ilim azalır, fitneler ortaya çıkar, cimrilik kalplere yerleşir ve öldürme (kan dökme, kaos) artar.” (Buhârî, İlim 23; Müslim, İlim 13)
Bu hadis, özellikle kıyamet yaklaştıkça toplumda meydana gelecek önemli sosyal ve ahlaki değişimlere işaret etmektedir. Şimdi maddeler halinde izah edelim:
Hadiste belirtildiği gibi, insanlar anlamsız nedenlerle birbirini öldürmeye başlar. Hatta bazı hadislerde bu durum için “öldüren neden öldürdüğünü, öldürülen neden öldürüldüğünü bilmez” (Müslim, Fiten 56) denilmiştir.
“Zaman yaklaşır”
Zamanın yaklaşması, müfessirler tarafından iki şekilde yorumlanmıştır:
Bolluğun azalması: Hayatın, bereketin ve zamanın kalitesinin düşmesi.
Vakitlerin kısalması: Hayatın hızlı akması, zamanın bereketsizleşmesi, günlerin, ayların, yılların hızla geçmesi. İnsanlar çok çalıştıkları hâlde az iş başarır hale gelirler.
“İlim azalır”
Gerçek dini bilgi ve hikmet kaybolur. Âlimler vefat eder, yerlerini ehil olmayan kişiler alır. Kur’ân ve sünnet bilgisi toplumda etkisini yitirir. İnsanlar dinde derinleşmez, yüzeysel bilgiyle yetinirler.
İlim azalınca, cehalet ve sapmalar artar; insanlar doğru yolu bulmakta zorlanır.
“Fitneler ortaya çıkar”
Toplumsal düzen bozulur. Kargaşalar, iç savaşlar, bölünmeler, ahlaki yozlaşmalar çoğalır.
İnsanlar birbirine düşer, güven ortamı kaybolur, nifak, düşmanlık ve karmaşa yayılır.
“Cimrilik kalplere yerleşir”
Bireysel ve toplumsal bencillik artar. İnsanlar mal sevgisiyle dolar, yardımlaşma ve dayanışma zayıflar.
Zekât, sadaka, infak gibi sosyal adaleti destekleyen değerler terk edilir.
“Öldürme (herc) artar”
“هرج” (herc) kelimesi Arapçada kaos, kargaşa ve özellikle nedensiz yere öldürmeler anlamına gelir.
Başka bir hadisi şerifte de efendimiz şöyle buyurur:
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:
«يَكُونُ بَيْنَ يَدَيِ السَّاعَةِ فِتَنٌ كَقِطَعِ اللَّيْلِ الْمُظْلِمِ، يُصْبِحُ الرَّجُلُ فِيهَا مُؤْمِنًا وَيُمْسِي كَافِرًا، وَيُمْسِي مُؤْمِنًا وَيُصْبِحُ كَافِرًا، الْقَاعِدُ فِيهَا خَيْرٌ مِنَ الْقَائِمِ، وَالْقَائِمُ خَيْرٌ مِنَ الْمَاشِي، وَالْمَاشِي خَيْرٌ مِنَ السَّاعِي، فَاكْسِرُوا قِسِيَّكُمْ، وَقَطِّعُوا أَوْتَارَكُمْ، وَاضْرِبُوا بِسُيُوفِكُمُ الْحِجَارَةَ، فَإِنْ دُخِلَ عَلَى أَحَدِكُمْ فَلْيَكُنْ كَخَيْرِ ابْنَيْ آدَمَ».
“Kıyametten önce, karanlık gecenin parçaları gibi fitneler olacaktır. Kişi o fitnelerde sabahlarken mümin, akşamlarken kâfir olur; akşamlarken mümin, sabahlarken kâfir olur. O fitnelerde oturan, ayakta durandan; ayakta duran yürüyenden; yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı taşlara vurun. Eğer birinizin evine girilirse, Âdem’in iki oğlundan hayırlısı gibi olun.”(Ebû Dâvûd, Fiten, 2; Tirmizî, Fiten, 33)
Açıklama:
- “Âdem’in iki oğlundan hayırlısı” ifadesi, Hâbil ve Kâbil kıssasına atıftır. Hâbil, kardeşi Kâbil’in saldırısına rağmen şiddete başvurmayarak sabretmiş ve öldürülmüştür. Hadis, fitne dönemlerinde şiddetten kaçınmayı ve sabrı tavsiye eder.
- “Yayları kırma” emri, fitne ateşini körükleyecek silahlı mücadeleden uzak durmayı sembolize eder.
Bu hadis, fitne zamanında aktif çatışmadan kaçınmayı, sabır ve sükûneti öğütlemektedir. Kılıçların parçalanması ve savaşın terk edilmesi, fitne ortamında daha büyük bir yıkımın önlenmesi için tavsiye edilmektedir.
Resûlullah (s.a.v.), fitnenin doğuş sebeplerini şöyle açıklamıştır:
إِذَا رَأَيْتَ شُحًّا مُطَاعًا وَهَوًى مُتَّبَعًا وَدُنْيَا مُؤْثَرَةً وَإِعْجَابَ كُلِّ ذِي رَأْيٍ بِرَأْيِهِ فَعَلَيْكَ بِخَاصَّةِ نَفْسِكَ
“Ne zaman ki uyulan bir cimrilik, takip edilen bir heva, tercih edilen bir dünyalık ve herkesin kendi reyini beğendiği bir dönem görürsen, o zaman kendi nefsinle meşgul ol. İnsanlarla uğraşmayı bırak.” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 17; İbn Mâce, Fiten, 21)
Hadisten anlaşıldığına göre; bencillik, dünya hırsı ve bireysel görüşlerin mutlaklaştırılması fitne ortamının oluşmasına sebebiyet verir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), fitne zamanında bireylere şu şekilde bir davranış modeli tavsiye etmiştir:
إِنْ خِفْتَ أَنْ يُبْهِرَكَ شُعَاعُ السَّيْفِ فَأَلْقِ طَرَفَ رِدَائِكَ عَلَى وَجْهِكَ
“Kılıcın parıltısının seni şaşırtacağından korkarsan, elbisenin kenarıyla yüzünü ört.” (Ebû Dâvûd, Fiten, 2; İbn Mâce, Fiten, 10)
Bu öğüt, çatışmaya girmemeyi ve sabrı tavsiye etmektedir. Düşmanın saldırısına karşılık vermemek, zulmetmemek ve mazlum olmayı tercih etmek esastır.
Kur’ân-ı Kerîm, insanlık tarihindeki ilk kardeş kavgası üzerinden, fitne ve zulüm karşısında izlenmesi gereken en doğru tutuma işaret etmektedir. Habil ve Kabil kıssasında Habil’in tutumu, fitne zamanlarında nasıl davranılması gerektiği hususunda model teşkil eder:
لَئِنۡ بَسَطتَ إِلَيَّ يَدَكَ لِتَقۡتُلَنِي مَا أَنَا۠ بِبَاسِطٖ يَدِيَ إِلَيۡكَ لِأَقۡتُلَكَۖ إِنِّيٓ أَخَافُ ٱللَّهَ رَبَّ ٱلۡعَٰلَمِينَ
“Sen beni öldürmek için elini bana kaldıracak olsan da, ben seni öldürmek için elimi sana kaldıracak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” (Mâide, 5/28)
Bu ayette Habil’in sergilediği tavır, “zulme zulümle karşılık vermemek” ve “nefsin öfkesine teslim olmamak” gibi ahlaki ilkeleri yansıtmaktadır. Habil, kardeşi Kabil’in kendisine yönelik saldırganlığını meşrulaştırmamış, kendi elleriyle zulmü artıracak bir eyleme girişmemiştir. Habil’in bu davranışı birkaç yönden önemlidir:
İslam hukukunda genel ilke, nefsi müdafaanın meşru olduğudur. Bir saldırıya uğrayan kişinin, meşru sınırlar içinde kendisini savunması caizdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de:
فَمَنِ ٱعۡتَدَىٰ عَلَيۡكُمۡ فَٱعۡتَدُواْ عَلَيۡهِ بِمِثۡلِ مَا ٱعۡتَدَىٰ عَلَيۡكُمۡ
“Kim size saldırırsa, siz de ona, size saldırdığı kadar saldırın.” (Bakara, 2/194) buyrularak müdafaa hakkı tanınmıştır. Ancak Habil’in örnekliği, bir tercih meselesini gündeme getirir: Meşru müdafaa hakkı bulunmakla birlikte, fitne ortamında zulme karşılık vermeyerek mazlum kalmayı bilinçli bir şekilde tercih etmek daha faziletli kabul edilmiştir. Bu, özellikle karşılıklı çatışmaların büyük felaketlere yol açacağı durumlarda bireyin sorumluluğunu ön plana çıkarır.
Habil, bireysel öfkesine kapılmayarak toplumsal barış adına büyük bir özveride bulunmuştur. Fitne zamanlarında bireysel hareketlerin kolayca toplumsal kaosa dönüşebileceği gerçeği göz önüne alındığında, Habil’in bu tercihi, fitne ateşini büyütmemek adına kritik bir öğretidir. Bu tavır, İslam ahlakında bireysel hakkını arama yerine ümmetin selametini önceleyen bir yaklaşımın tezahürüdür.
Habil’in saldırıya karşılık vermemesinin temel motivasyonu, Allah korkusudur:
“Ben Allah’tan korkarım.“
Bu ifade, dünyevi kaygılarla değil, uhrevi sorumluluk bilinciyle hareket edilmesi gerektiğini vurgular. Fitne zamanlarında Allah’a tevekkül ve takva duygusuyla hareket etmek, bireyin hem dünya hem de ahiret saadetini koruma altına alır.
Kur’ân, fitne tehlikesinden korunmanın yolunu birlik ve beraberlikte görmektedir:
وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ ٱللَّهِ جَمِيعٗا وَلَا تَفَرَّقُواْۚ وَٱذۡكُرُواْ نِعۡمَتَ ٱللَّهِ عَلَيۡكُمۡ إِذۡ كُنتُمۡ أَعۡدَآءٗ فَأَلَّفَ بَيۡنَ قُلُوبِكُمۡ فَأَصۡبَحۡتُم بِنِعۡمَتِهِۦٓ إِخۡوَٰنٗاۖ وَكُنتُمۡ عَلَىٰ شَفَا حُفۡرَةٖ مِّنَ ٱلنَّارِ فَأَنقَذَكُم مِّنۡهَاۗ كَذَٰلِكَ يُبَيِّنُ ٱللَّهُ لَكُمۡ ءَايَٰتِهِۦ لَعَلَّكُمۡ تَهۡتَدُونَ
“Allah’ın ipine hep birlikte sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmandınız da Allah kalplerinizi birleştirdi, böylece O’nun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Siz ateşten bir çukurun kenarındaydınız da Allah sizi oradan kurtardı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmrân, 3/103)
Bu ayet, toplumsal barışı korumak ve fitneye karşı durmak için mü’minlerin birlik içinde olmaları gerektiğini emretmektedir.
Habil Modeli, fitne dönemlerinde bireysel intikam veya nefsi savunmanın öncelik olmaması gerektiğini; mazlumiyeti, sabrı ve takvayı esas alarak toplumsal barışı ve bireysel selameti korumanın daha üstün bir davranış biçimi olduğunu göstermektedir. Fitne zamanlarında saldırıya uğrayan Müslümanın, kışkırtmaya kapılmadan, tepkisini Allah’a havale ederek hareket etmesi, ümmet bilinci açısından da hayati önemdedir.
Bu hadis-i şerifler, kıyamete yakın zamanlarda toplumun yaşayacağı derin ahlaki ve sosyal krizleri özetlemektedir. Hadis, Müslümanları bu tehlikelere karşı uyanık olmaya, ilme sarılmaya, fitnelerden uzak durmaya, cömert ve dayanışmacı olmaya teşvik eder.
Özellikle fitne zamanlarında sabırla hareket etmek, ilmi yaymak ve insanların kalplerine merhamet tohumları ekmek, bu tehlikelerden korunmanın en önemli yolları arasında sayılmıştır.
Fitne, bireysel imanı zedeleyen ve toplumsal yapıyı parçalayan ciddi bir tehdittir. Kur’ân ve hadisler, fitne zamanlarında sabır, itidal, çatışmadan uzak durma ve toplumsal birlik içinde olmayı tavsiye etmektedir. Müslümanlar, fitne zamanlarında bireysel hareket etmektense Allah’ın ipine sarılarak kardeşlik bilinciyle hareket etmelidirler. Böylece hem dünyevî felaketlerden korunmuş hem de uhrevî kurtuluş yolları açık tutulmuş olur.
İslâm düşüncesinde tecdid (التجديد), din ile hayat arasındaki irtibatı canlı tutma, zamanla zayıflayan bu bağı güçlendirerek dinin asliyetini koruma çabasıdır. Terim, sözlükte “yenilemek, yeni bir yol açmak” anlamlarına gelir. Tecdid kavramı, İslâm toplumunda dini hayatın dinamizmini sürdürebilmek için zaruri bir yapı taşı olmuştur.
Tecdid, bir şeyi ciddiyetle ve bir yöntemle, aslına uygun biçimde yenilemeyi ifade eder. Bu faaliyeti yürüten kişiye ise müceddid denir. İhyâ kavramı da tecdid ile benzerlik gösterse de tecdid kadar literatürde yer bulamamıştır.
İslâm’da abdest (tecdîd-i vudû’), nikâh (tecdîd-i nikâh) ve iman (tecdîd-i îman) gibi alanlarda da tecdid kavramı kullanılmış, burada amaç yeni tanımlar getirmek değil, aslına uygunluk ve şüphelerin giderilmesi olmuştur[^1].
Örnek:
“تجديد إبراهيم لبناء الكعبة” (İbrahim’in Kâbe’yi yeniden inşa etmesi) ifadesi, yapının yıkıldıktan sonra eski yerinde, aslına uygun olarak yeniden yapılmasını anlatır.
Hz. Peygamber’in şu hadisi, tecdid kavramının İslâm düşüncesindeki yerini temellendirir:
“إِنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ الْأُمَّةِ عَلٰى رَأْسِ كُلِّ مِائَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا.”
“Şüphesiz Allah, her yüz yılın başında bu ümmete dinlerini yenileyecek birini gönderir.”
(Ebû Dâvûd, Melâhim, 1)
Bu hadis hem klasik hem de modern alimler tarafından kabul görmüş, tecdid anlayışının meşruiyet kaynağı olmuştur[^2].
Tecdid kavramı, II. (VIII.) yüzyıldan itibaren literatüre girmiştir. Müceddid olarak tanınan kişiler, din ile hayat arasındaki irtibatın zayıfladığı dönemlerde, sahih dinî anlayışı yeniden canlandırmışlardır.
Öne çıkan bazı örnekler şunlardır:
İslâm’da tecdid, dinin aslında değişiklik yapmak anlamına gelen “reform” kavramından farklıdır.
Tecdid, dinin özünü koruyarak toplumsal hayatta dinin etkisini yeniden güçlendirmeyi hedefler. Reform ise özü değiştirmeye yönelik bir müdahale anlamı taşır ki bu, İslâm düşüncesinde genellikle kabul edilmemiştir[^3].
İçtihad, tecdid hareketlerinin vazgeçilmez bir aracıdır.
İçtihadsız bir toplum:
İslâm tarihinde müceddid olarak kabul edilen bazı önemli şahsiyetler şunlardır:
Yüzyıl | Müceddid | Açıklama |
---|---|---|
1./2. yy | Ömer b. Abdülazîz | Hadislerin yazımı ve tasnifi çalışmaları |
2./3. yy | İmam Şâfiî | Fıkıh usulünün sistematik hale getirilmesi |
3./4. yy | Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî | Akîde sahasında Ehl-i Sünnet çizgisinin güçlendirilmesi |
5./6. yy | İmam Gazzâlî | Felsefe, kelam ve tasavvuf arasında bütünlük kurma |
7./8. yy | İbn Teymiyye | İslâm’ın temel kaynaklarına dönüş çağrısı |
12./13. yy | Şah Veliyyullah ed-Dihlevî | Hint altkıtasında dinî canlanma hareketi |
Bunlar dışında da farklı bölgelerde önemli tecdid liderleri yetişmiştir.
İsim | Dönemi | Bölge | Katkıları |
---|---|---|---|
Şah Veliyyullah ed-Dihlevî | 18. yy | Hindistan | Hadis ve fıkıh ilimlerinde tecdid. |
Muhammed b. Abdülvehhâb | 18. yy | Arabistan | Tevhid akidesinin vurgulanması. |
Seyyid Ahmed Brelvî | 19. yy | Hindistan | Cihad ve İslâmî tasfiye hareketleri. |
Seyyid Cemâleddîn-i Efgânî | 19. yy | İran/Osmanlı | Pan-İslâmizm fikri. |
Muhammed Abduh | 19.-20. yy | Mısır | Akılcı İslâm yorumları. |
Reşîd Rızâ | 20. yy | Mısır | Selefî düşünceyi modernize etme. |
Said Nursî | 20. yy | Türkiye | Kur’ân merkezli iman tecdidi. |
Hasan el-Bennâ | 20. yy | Mısır | İhvân-ı Müslimîn ile İslâmî canlanma. |
Mevdûdî | 20. yy | Hindistan-Pakistan | İslâmî devlet teorileri. |
Yusuf el-Karadâvî | 20.-21. yy | Katar-Mısır | Fıkıh ve makâsıd açılımları. |
Günümüzde tecdid tartışmaları, klasik formlarından farklı olarak yeni meseleler etrafında şekillenmektedir:
🔹 Sonuç:
21. yüzyılda İslâm toplumlarında tecdid, yalnızca geleneksel dinî ilimleri değil, aynı zamanda toplumsal, teknolojik ve siyasal dönüşümleri de kapsamaktadır.
Vicdan, insanın kendi varlığını idrak etmesine ve eylemlerinin ahlaki değerini sorgulamasına imkân tanıyan bir ruhî mekanizmadır. İrade, his, zihin ve kalp gibi diğer içsel unsurlarla sürekli bir etkileşim hâlindedir. Metafizik bir mahiyete sahip olan vicdan, zaman ve mekân üstü bir idrak kabiliyeti sergileyerek insanı aşkın hakikatlerle temas ettirir.
Vicdanın başlıca özellikleri şunlardır:
Kur’ân-ı Kerîm, doğrudan “vicdan” terimini kullanmamakla birlikte, insanın içsel rehberliğine işaret eden çeşitli ifadeler içerir:
Şems Suresi 7-8. ayetlerinde şöyle buyrulmaktadır:
وَنَفْسٍ وَمَا سَوَّاهَا. فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا
“*Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip, ona kötülüğü ve takvayı ilham edene andolsun ki.”*¹
Bu ayet, insanın fıtratına iyilik ve kötülük kavramlarının yerleştirildiğini ve bu bağlamda vicdanın, doğuştan gelen bir kılavuz olduğunu vurgular.
Benzer şekilde Beled Suresi 10. ayette:
وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ
“Biz insana hayır ve şer yollarını göstermedik mi?”²
şeklinde beyan edilerek, insanın doğruyu ve yanlışı ayırt edebilme kabiliyetiyle donatıldığı belirtilir.
Nisâ Suresi 17. ayette şöyle buyrulmaktadır:
إِنَّمَا التَّوْبَةُ عَلَى اللَّهِ لِلَّذِينَ يَعْمَلُونَ السُّوءَ بِجَهَالَةٍ ثُمَّ يَتُوبُونَ مِنْ قَرِيبٍ
“Allah’ın kabul edeceği tövbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden pişmanlık getirenlerin tövbesidir.”³
Bu ayet, vicdanın insanı hatalarından dolayı rahatsız ederek tövbeye sevk ettiğini göstermektedir. Ayrıca Nahl Suresi 119. ayette:
ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ لِلَّذِينَ عَمِلُوا السُّوءَ بِجَهَالَةٍ ثُمَّ تَابُوا مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ وَأَصْلَحُوا إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ
“*Sonuç olarak senin Rabbin, cahillikle kötülük işleyen, ama bunun ardından tövbe edip kendilerini düzeltenlerin yardımcısıdır.”⁴ ifadeleriyle, vicdanın ıslah edici rolü pekiştirilir.
Vicdan, bireyin iç dünyasında ahlaki değerlerin muhafazasını sağlar. Kişi, vicdanının sesine kulak vererek doğru olanı seçer ve ruhî bir bütünlük içinde yaşar. Bu, bireyin ahlaki kemâlâta erişmesi için temel bir motivasyon kaynağıdır.
Toplumsal düzlemde ise “vicdan-ı umumî” kavramı ön plana çıkar. Vicdan-ı umumî, toplumun adalet, merhamet ve hakkaniyet ilkeleri etrafında ortak bir bilinç geliştirmesini sağlar. Tarih boyunca zalim iktidarlara karşı gelişen direniş hareketleri, bu toplumsal vicdanın tezahürü olmuştur.
Vicdan, Allah ile insan arasındaki irtibatın en saf tezahürlerinden biridir. İlahi hakikatlerin insana yansıdığı bir ayna işlevi görür. Bu bakımdan vicdan, insanı ebedî mutluluğa yönlendiren ilahî bir emanet olarak değerlendirilir.
İnsanın dünya hayatında vicdanına kulak vererek yaşaması, ahiret gününde adil bir muhasebeye hazırlık anlamı taşır. Kur’ân’da sıkça geçen “terazi” ve “hesap” kavramları, vicdanın bu işlevine atıf yapar.
Vicdan, insanı diğer varlıklardan ayıran, onu hakikate ve ebedî saadete yönelten ilahî bir mekanizmadır. Bireysel düzeyde ahlaki bir duruşu, toplumsal düzeyde ise adaleti temin eder. Kur’ân-ı Kerîm, vicdanın fıtrî ve ilahî kaynaklı bir yeti olduğunu açık bir şekilde beyan etmektedir. Bu yönüyle vicdan, insanın hem dünyevî hem uhrevî saadetinin teminatı olarak görülmelidir.
Hz. Mevlânâ’nın ifadesiyle:
“Vicdan, Allah’ın kelâmıdır; gönülden gönüle seslenir.“
Vicdanı korumak ve yüceltmek, bireyin ve toplumun asli sorumluluklarındandır.
İnsan, kendi ayıpları karşısında savcı, başkalarının kusurları karşısında da, onlar hesabına avukat olmalıdır.
Olgun insan ve gerçek dost, Cehennem’den çıkışta ve Cennet’e girişte bile “Buyurun” demesini bilendir.
Hakikî insan, şartlar ne olursa olsun, kendi kovasına süt sağarken başkalarının kovalarını da boş bırakmaz.
Sen tohum at-git, kim hasat ederse etsin!
İslam ahlakı, bireylerin sadece Allah’a karşı görevlerini değil, aynı zamanda birbirlerine karşı olan sorumluluklarını da kapsamlı bir şekilde ele alır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), toplumsal huzur ve bireyler arası güvenin sağlanması adına kalpleri arındıran, niyetleri güzelleştiren ve kardeşlik bağlarını pekiştiren pek çok öğütte bulunmuştur. Aşağıda yer alan hadisler, Müslümanlar arasında sevgi, samimiyet, hasetten uzak durma ve kardeşçe yaşama gibi temel ilkeleri vurgulayan önemli ahlaki prensipleri içermektedir.
Hadis (Arapça):
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ، عَنْ رَسُولِ اللَّهِ ﷺ قَالَ:
“إِيَّاكُمْ وَالظَّنَّ، فَإِنَّ الظَّنَّ أَكْذَبُ الْحَدِيثِ، وَلَا تَجَسَّسُوا، وَلَا تَحَسَّسُوا، وَلَا تَنَافَسُوا، وَلَا تَحَاسَدُوا، وَلَا تَبَاغَضُوا، وَلَا تَدَابَرُوا، وَكُونُوا عِبَادَ اللَّهِ إِخْوَانًا”
“Zandan uzak durun. Zira zan, sözün en yalanıdır. Birbirinize kulak misafiri olmaya çalışmayın, birbirinizin özel hâllerini araştırmayın, birbirinizle üstünlük yarışı içine girmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize kin beslemeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun.”
(Müslim, Birr, 28)
Açıklama: Zan ve kötü niyetli davranışlar, toplumsal huzuru bozar. Müslümanlar birbirlerine karşı samimi, dürüst ve kardeşçe davranmalıdır.
Hadis (Arapça):
عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ، قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ:
“لَا يُؤْمِنُ أَحَدُكُمْ حَتَّى يُحِبَّ لِأَخِيهِ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِهِ”
“Muhammed’in canı elinde olan Allah’a yemin ederim ki bir kişi iyilik namına kendisi için istediğini, Müslüman kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.”
(Nesâî, Îmân ve şerâiuh, 19)
Açıklama: Gerçek iman, başkalarının iyiliğini istemekle tamamlanır. Samimi kardeşlik, bu duygunun bir yansımasıdır.
Hadis (Arapça):
عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ مَسْعُودٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ، عَنِ النَّبِيِّ ﷺ قَالَ:
“لَا حَسَدَ إِلَّا فِي اثْنَتَيْنِ: رَجُلٌ آتَاهُ اللَّهُ مَالًا فَسَلَّطَهُ عَلَى هَلَكَتِهِ فِي الْحَقِّ، وَرَجُلٌ آتَاهُ اللَّهُ حِكْمَةً فَهُوَ يَقْضِي بِهَا وَيُعَلِّمُهَا”
“Ancak iki kişiye gıpta edilir: Allah’ın kendisine verdiği malı hak yolunda harcayan kimse ile Allah’ın kendisine verdiği ilim ve hikmete göre karar veren ve onu başkalarına öğreten kimse.”
(Buhârî, Zekât, 5)
Açıklama: Haset değil, yapıcı bir gıpta duygusu ile hayırlı kimseler örnek alınmalıdır.
Hadis (Arapça):
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ، قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ:
“لَا يَجْتَمِعُ فِي جَوْفِ عَبْدٍ الإِيمَانُ وَالْحَسَدُ”
“Bir kulun kalbinde iman ile haset bir arada bulunmaz.”
(Nesâî, Cihâd, 8)
Açıklama: Haset, imanı zedeler. Mümin kalbi temiz ve huzurlu olmalıdır.
Hadis (Arapça):
قَالَ أَنَسٌ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ: قَالَ لِي رَسُولُ اللَّهِ ﷺ:
“يَا بُنَيَّ! إِنْ قَدَرْتَ أَنْ تُصْبِحَ وَتُمْسِيَ، وَلَيْسَ فِي قَلْبِكَ غِشٌّ لِأَحَدٍ فَافْعَلْ، ثُمَّ قَالَ لِي: يَا بُنَيَّ! وَذَلِكَ مِنْ سُنَّتِي، وَمَنْ أَحْيَا سُنَّتِي فَقَدْ أَحَبَّنِي، وَمَنْ أَحَبَّنِي كَانَ مَعِي فِي الْجَنَّةِ”
Hz. Enes’e (r.a) efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Yavrucuğum! Kalbinde herhangi birine karşı (zerre kadar) bir aldatma, bir samimiyetsizlik hissi bulunmadan sabahlayabilecek ya da akşamlayabileceksen, bunu yap! Yavrucuğum! İşte bu benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimi yaşatırsa, beni sevmiş demektir. Kim beni severse, cennette benimle birlikte olur.”
(Tirmizî, İlim, 16)
Açıklama: Kalp temizliği sünnettir ve Peygamber sevgisinin göstergesidir.
Hadis (Arapça):
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ:
“انْظُرُوا إِلَى مَنْ هُوَ أَسْفَلَ مِنْكُمْ، وَلَا تَنْظُرُوا إِلَى مَنْ هُوَ فَوْقَكُمْ، فَهُوَ أَجْدَرُ أَنْ لَا تَزْدَرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ”
“Sizden biri, mal ve yaratılış bakımından kendinden daha üstün kılınan kimseye baktığında, kendinden daha aşağıda olana da baksın!”
(Buhârî, Rikâk, 30; Müslim, Zühd, 8)
Açıklama: Şükretmenin yolu, daha azına sahip olanlara bakmaktan geçer.
Hadis (Arapça):
عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ، قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ:
“إِيَّاكُمْ وَالْحَسَدَ، فَإِنَّ الْحَسَدَ يَأْكُلُ الْحَسَنَاتِ كَمَا تَأْكُلُ النَّارُ الْحَطَبَ”
“Hasetten sakının! Çünkü ateşin odunu yediği gibi haset de iyi amelleri yer bitirir.”
(Ebû Dâvûd, Edeb, 44; İbn Mâce, Zühd, 22)
Açıklama: Haset, yapılan tüm güzel işleri yok edebilir. Bundan sakınmak gerekir.
Bu hadisler, İslam toplumunun manevi yapısını inşa eden en temel taşları hatırlatmakta ve bizleri iç dünyamızı gözden geçirmeye davet etmektedir. Zan, haset, kin, kibir ve samimiyetsizlik gibi duygular; bireyler arasındaki güveni zedeleyen unsurlardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bu tür olumsuzluklardan uzak durmamızı, kardeşlik ruhu içinde yaşamamızı ve kalplerimizi temiz tutmamızı tavsiye etmiştir. Bu öğütlere kulak vermek, hem dünya hem ahiret saadetinin kapılarını aralayacaktır.
İslâm tasavvufunun en temel gayelerinden biri, kulun Allahü teâlâya olan yakınlığını artırmaktır. Bu yolculukta farklı mertebeler vardır. Bazı kullar, Allah’ın rızasına kavuşmak için amel ederler; bazıları ise sadece Allah’ın zatını ister, başka hiçbir şeye meyletmezler. Birinciler ebrar, ikinciler ise mukarreb olarak adlandırılır. Bu iki makam arasındaki fark, sadece niyetin değil, kalbin ve ruhun seyrindeki derinliğin de farkıdır.
Bu bölümde, ebrar ve mukarreb kavramlarını, İmam-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ındaki açıklamalarla birlikte ele alacak; ibadetin gayesinden nefsin tezkiyesine kadar tasavvufun temel meselelerini bu iki makam çerçevesinde değerlendireceğiz.
“Ebrar”, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde sıkça zikredilen, Allah’ın rızasını kazanmak için ibadet eden, salih kullardır. Onların ibadeti sevap ve mükâfat ümidiyle yapılır. Cenneti arzular, cehennemden korkarlar. Bu, nefsin meşru isteklerindendir. Allahü teâlânın merhameti, ebrarı da kuşatır. Onlar için hadis-i kudsîde şöyle buyrulur:
«إِنَّ الْأَبْرَارَ يَشْتَاقُونَ إِلَيَّ كَمَا أَشْتَاقُ إِلَيْهِمْ»
“Ebrar bana kavuşmayı çok istedikleri gibi, ben de onlara kavuşmayı çok isterim.”
Bu ifadedeki karşılıklı iştiyak, ebrarın ihlâsını ve samimiyetini ortaya koyar. Onlar Allah’ın cemâline kavuşmak ister; Allah da onlarla buluşmayı arzular. Ancak bu, hâlâ bir ayrı oluşun ifadesidir. Çünkü vuslat arzusu, henüz vuslat gerçekleşmediği zaman vardır.
Mukarreb, Allah’a yakın olan, O’nun sevgisine mazhar olmuş büyük velidir. Bu kimseler, sadece Allah’ın zatını isterler. Onların gözleri ne dünyaya, ne de ahirete bakar. Kalpleri sultanda, yani Rabbü’l-âlemîn’dedir. İmam-ı Rabbânî Hazretleri bu farkı şöyle tasvir eder:
“Tarla sürenler, sabahtan akşama kadar ter içinde çalışır. Buna karşılık, az bir şey alır. Mukarrebler, yani sultana yakın olanlarsa, her saatte yüzlerce lira alırlar. Ama gözleri bu paralarda değildir. Hep sultandadır.”
Mukarreblerin ibadeti, Allah’ın rızası ve sevgisini kazanmak içindir. Nimet talebi veya azaptan kaçış gibi nefsî endişelerden tamamen sıyrılmışlardır. Onlar Cenneti isterler; çünkü Cennet, Allah’ın rızasının ve cemâlinin tecelli ettiği yerdir. Cehennemden kaçarlar; çünkü Allah’ın gazabı oradadır. Bu arzuların hiçbiri nefis merkezli değildir:
“Nimetler ve musibetler, onlar için eşittir.”
Tasavvuf ehli için ahiret nimetlerini istemek bile bir eksikliktir. Ebrar için bu istek sevaptır. Fakat mukarrebler bu isteği dahi bir perde, bir eksiklik olarak görürler. Çünkü maksat sadece Allah’ın zatı olmalıdır:
“Evet, ahireti istemek iyidir, sevaptır. Fakat ebrar için sevaptır. Mukarrebler, ahireti istemeyi de günah bilir. Zat-ı ilahiden başka bir şey istemez.”
Bu derin anlayış, ibadetin özüne inmektir. İbadet, karşılık beklemeksizin yapılmalı; kulluk, tam bir teslimiyetle yaşanmalıdır. Mukarreblerin hali işte bu teslimiyetin zirvesidir.
Bu iki makam arasındaki farkı doğuran en temel husus, nefsin arınmışlık seviyesidir. Tasavvufun gayesi, nefs-i emmâreyi tezkiye ederek kulun ruhunu Allah’tan başka her şeyden arındırmaktır. Tezkiyeden geçen bir nefis, artık ne dünyadan, ne ahiretten bir şey ister. Sadece Allah ister:
“Tasavvuftan maksat, nefs-i emmareyi tezkiye etmektir… Ondan başka, bir mabudu, maksadı kalmaz.”
Bu hâl, fenâ fillah yani Allah’ta yok oluş makamıyla neticelenir. Bu makama ulaşanlar için zorluklar da nimetler kadar lezzetlidir:
“Bu sevgiye kavuşan, elemlerden, sıkıntılardan da lezzet alır.”
Ebrar, Allah’a yakınlaşmak için yola çıkanlardır. Mukarrebler ise o yakınlığa ermiş, vuslatın sükûnetini yaşayanlardır. Birinciler ibadetlerinde sevap ve mükâfat umarken, ikinciler yalnızca Allah’ın rızasını ararlar. Her iki makam da yücedir, ancak mukarrebliğin özü, tam bir kulluk, tam bir sevgi ve tam bir teslimiyettir.
Bu yolda ilerlemek isteyen her Müslüman, önce ebrarlıkla başlar. Nefsi terbiye eder, ihlâsı artırır, sonra da kalbini sadece Allah’a bağlayarak mukarrebliğe ulaşır. Gerçek saadet, bu aşk ve yakınlıkta gizlidir.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.