38,5047$% 0.04
43,9888€% 0.2
51,5859£% -0.24
4.093,19%-0,29
3.310,87%-0,18
9.200,50%-0,26
29 December 2019 Sunday
Boşama zamanlama ve bir kısım şartlara uygunluk açısından iki kısma ayrılır; 1- Sünni boşama yani sünnete uygun olan boşama, 2- Bid’i boşama yani bidat olan ve sünnete uygun olmayan İslam’ın getirdiği kurallar çerçevesinde gerçekleşmeyen boşama. Bu şekildeki bir boşama mekruhtur.
Bu taksimden Sünnî boşama ile Bid’î boşama arasındaki fark anlaşabilir. Sünnî boşama zamanlama ve İslam’ın getirdiği şartlar çerçevesinde gerçekleşen sünnete uygun olan boşamadır. Bir boşamanın sünnete uygun olması için İslam bazı şartlar getirmiştir. Bu şartlardan bazıları boşamanın keyfiyeti (özellikleri) ile bazıları ise, doğrudan kadının durumu ile ilgilidir. Dolayısıyla, Sünni boşama bu iki yönden de şartları yerine getirilerek yapılan boşamadır. Bid’î boşama ise, bu şartlardan herhangi birisinin gerçekleşmediği yani ya boşamanın keyfiyeti ile ilgili ya da kadının durumu ile ilgili bir kısım şart ya da şartlara riayet edilmeden gerçekleşen boşama şeklidir.
Bu iki boşanma şeklinin daha iyi anlaşılabilmesi için İslam’ın boşamanın keyfiyeti ile ve kadının durumu ile ilgili getirdiği şartlara daha yakından bakmakta fayda vardır.Bu şartlara bakıldığı takdirde İslamın aile bütünlüğüne ne kadar büyük önem verdiği boşamanın gerçekleşmemesi için şartları ne kadar zorlaştırdığı yakından görülecektir.
1- BOŞAMANIN KEYFIYETI İLE İLGİLİ ŞARTLAR; İslam üç boşama hakkı vermiş bunların da bir defada değil farklı zamanlarda ve belli şartlar dahilinde kullanılmasını emretmiştir. Bundan maksat bir defa boşama gerçekleştikten sonra ailenin dağılmaması için eşlerin öz eleştiri yaparak hatalarını anlamaları ve bir daha bu hataları yapmamaları için onlara zaman tanımaktır. Bu da çözüm olmazsa her iki taraftan da aile büyüklerinin devreye girmesiyle boşamanın önüne geçilmesini sağlamaktır.
Bu konuya açıklık getiren bir ayeti kerimede “Evliliği devam ettirmenin caiz olduğu boşama İki defadır.Bu iki boşama gerçekleştikten sonra ya maruf (insanlık onuruna yakışır bir şekilde) evlilik hayatını devam ettirme ya da güzellikle boşama gerçekleşebilir” (Bakara 229) denilmektedir. Bu ayet-i kerimeden üç boşama hakkının tek seferde değil farklı farklı zamanlarda kullanılması gerektiği anlaşılmaktadır. Her bir boşama gerçekleştikten sonra eşlerin evliliklerini devam ettirme ya da ayrılmaya kesin olarak karar vermek hakları vardır. Öyleyse, bir boşamanın sünnete uygun olabilmesi için üç boşama hakkını tek seferde değil bir boşama hakkı kullanıldıktan sonra üzerinden bir adet dönemi geçinceye kadar bekleyip ondan sonra hala boşanma konusunda kararlı iseler ikincisinin kullanılması gerekir. Bu şartlara riayet edilmediği takdirde böyle bir boşama sünnete uygun olmaktan çıkar ve bid’î boşama kapsamına girer.
Boşamanın keyfiyeti ile ilgili olan şartlardan bir tanesi de her bir boşama hakkının kadının adetli olmadığı farklı zamanlarda kullanılmasıdır. Yani kadının adetli olmadığı bir zamanda bir boşama gerçekleştikten sonra ikinci boşama hakkının kullanması için kadının bir sonraki adetten yıkanma döneminin beklenmesi eğer halen boşanmaya kararlı iseler üçüncü boşama hakkının da daha sonraki temizlenme dönemine bırakılması gerekir. Bu şart ile de aile bütünlüğünün korunabilmesi amacıyla eşlerin kararlarını gözden geçirebilmeleri için üç ay gibi uzun bir zaman dilimi boyunca düşünmelerini temin etmek buna rağmen hala boşanmada kararlı iseler aile büyüklerinin devreye girip boşanmalarının önüne geçebilmeleri için zaman tanınması hedeflenmektedir. Bu da İslamın aile bütünlüğüne ve çocukların baba disiplini ile anne şefkatinden mahrum kalmamalarına ne kadar büyük önem verdiğinin önemli bir göstergesidir.
2- KADININ DURUMU İLE İLGİLİ ŞARTLAR; bir boşamanın sünnete uygun olabilmesi için gerekli şartlardan bazıları da kadının durumu ile ilgilidir. Bunların başında da boşamanın kadının adet halinde değil de temizlik döneminde gerçekleşmesi şartıdır. Ayrıca, boşanmanın gerçekleşeceği temizlik döneminde kocasının eşiyle ilişkiye girmemiş olması da şarttır.
Bu konudaki bir ayeti kerimede “Ey peygamber! kadınları boşamak istediğiniz takdirde onların iddetlerini gözeterek boşayınız (Talak 1) buyrulmuştur. Kadınların iddetlerinin gözetilmesi, onların adetten temizlemeleri ve temizlendikleri bu dönemde onlarla ilişkiye girilmemesi şeklinde olur. Çünkü, Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu durumu, eğer boşama olacaksa bunun ilişkiye girilmeyen bir temizlik döneminin ilk günlerinde olması gerekir şeklinde açıklamıştır (Buhârî, c.6, s.155/ c.7, s.40; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.15, s.325; Ebû Dâvûd, Sünen, c.2, s.259; Darimî, Sünen, c.2, s.1393).
Zira, adet döneminde boşama gerçekleştiği taktirde kadın adetten temizleninceye kadar bekleyecek, temizlik süresi bittikten sonraki adet döneminde de iddeti başlayacaktır. Oysa, temizlik döneminde boşama gerçekleşirse temizlik suresi bittikten sonra ki adet döneminde iddeti başlayacaktır. Dolayısıyla, eğer adet döneminde boşama gerçekleşirse kadının iddeti gereğinden fazla uzamış olacaktır. Kadının iddetinin gereksiz bir şekilde uzaması da ona meşakkat ve zahmet verecektir. Bundan kaçınmak için de boşamanın temizlik döneminde gerçekleşmesi gerekir.
Bu açıklamalardan boşamanın keyfiyeti ile ilgili şartlar aile bütünlüğünü korumaya yönelik olduğu kadının durumu ile ilgili şartların ise kadının haklarını koruma ve ona zarar verilmesinin önüne geçmek için olduğu anlaşılacaktır. Öyleyse bu iki şart grubuna riayet edilmesi çok önemlidir.
Her iki boşanma şeklinin daha iyi anlaşılabilmesi için şimdiye kadar yazdıklarımızın özetlenmesinde fayda olduğu kanaatindeyim. Sünnî boşama, yani sünnete uygun olan boşama yukarıda sözünü ettiğimiz şartlara riayet edilerek yani üç boşama hakkının tek seferde değilde her birini cinsel ilişkinin yaşanmadığı farklı birer temizlik süresi içerisinde boşama şeklidir . Sünnî boşama iki kısma ayrılır: 1- Sünnî hasen; bir kadını içinde cinsel ilişki yaşanmayan bir temizlik süresi içerisinde ric’î bir talak (vazgeçilmesi caiz olan) ile boşadıktan sonra takip eden diğer temizlik dönemlerinde ilişkiye girilmeden birer talak daha boşama şeklinde gerçekleşen boşamadır. 2- Sünnî ahsen; bir kadını içerisinde cinsel ilişkinin yaşanmadığı bir temizlik süresi içerisinde ric’î bir talak ile boşadıktan sonra ikinci ve üçüncü boşama hakkını kullanmadan kadının iddet suresini tamamlamasının beklendiği boşama şeklidir. Görüldüğü gibi ahsen olan boşanmada bekleme süresi daha uzun olduğundan eşlerin evliliklerini devam ettirmeleri için önlerinde düşünebilecekleri uzun bir zaman vardır. Şayet bu süre içerisinde pişmanlık duyarlarsa hala evliliklerini devam ettirme imkanları vardır. Bu da İslam’ın aile bütünlüğünü korumaya verdiği değeri göstermektedir (Molla Hüsrev, Dürer’l-Hükkam, c.1, s.359).
Bid’î boşama ise, bir kadını bir temizlik süresi içerisinde tek seferde bir defadan fazla boşama veya kadını adet halindeyken boşama ya da içinde cinsel ilişkinin yaşandığı bir temizlik süresi içerisinde boşama şeklinde gerçekleşen boşamadır. Bu şekilde gerçekleşen boşamalar MEKRUHTUR.
İslâm iki temel sebepten dolayı bid’î boşamayı yasaklamıştır. Bunlardan birincisi aile bütünlüğünü koruma, boşanmadan dolayı aile fertlerinin görebileceği zararların önüne geçmeye çalışmaktır. İkincisi ise, iddet suresinin uzamasını önleyerek kadının daha fazla zarar görmesinin önüne geçmektir.
Bu boşama şeklinin mekruh olduğu yukarıda bir nebze üzerinde durduğumuz Talak suresindeki ayet ve Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in uygulamalarından anlaşılmaktadır. Konuyla ilgili bir hadisi şerif şekilde nakledilmektedir. Abdullah İbn-i Ömer radiyallahu anhümâ adet halinde olan eşini boşar. Bunun üzerine Hazreti Ömer radıyallahu anh Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem’e durumu haber verir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem öfkelenerek “Ona hanımını nikahına geri almasını, bu gördüğü adetin dışında bir adet daha görüp temizlendikten sonra eğer hala onu boşamak isterse onunla ilişkiye girmeden temiz haldeyken boşamasını boşamak istemezse de evliliğine devam etmesini söyle. Cenabı Allah’ın boşamanın şekli hususundaki emri budur” buyurmuştur (Buhârî, c.7, s.41(5251); Müslim, c.2, s.1094 (1471); Ebû Dâvûd, Sünen, c.2, s.255 (2179); Tirmizî, Sünen, c.2, s.471 (1176); Ebû Nuaym, Mustahrec (3458-3459-3460).
Bu hadis-i şeriften konumuzla ilgili olarak birkaç tane hüküm çıkarmak mümkündür. Birincisi adet döneminde yapılan boşamanın geçerli anlaşılmaktadır. Eğer geçerli olmasaydı Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem “hanımını nikahına geri alsın” demezdi. Ayrıca bu hadis-i şerifte geçen RİC’AT kelimesi fıkıhta sadece gerçekleşen boşanmalar için kullanılmaktadır. Bu da adet halindeyken yapılan boşamaların geçerli olduğunu göstermektedir. İkincisi, ric’î bir boşama gerçekleştikten sonra eşlerin tekrar evliliklerine dövmelerinin caiz olduğu anlaşılmaktadır. Eğer evliliklerine dönmeleri caiz olmasaydı Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem “Onu nikahına geri alsın… sonra isterse evliliklerine devam etsinler” buyurmazdı. Üçüncüsü Abdullah ibni Ömer’in hanımını adet halindeyken boşadığını duyduğu zaman Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in öfkelenmesinden ve “Onu nikahına geri alsın” şeklindeki emrinden adet halindeyken kadını boşamanın mekruh olduğu anlaşılmaktadır. Dördüncüsü, Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in şeklini tarif ettikten sonra “Cenabı Allah’ın boşamanın şekli hususundaki emri budur” ifadesinden her seferinde tek boşamanın gerçekleştiği, içerisinde cinsel ilişkinin olmadığı temizlik döneminde meydana gelen boşanmaların sünnete uygun boşamalar olduğu anlaşılmaktadır.
Görüldüğü gibi ulema saadet asrında gerçekleşen bir olaydan kaç tane farklı hüküm çıkarmışlardır.
Konu ile ilgili olarak üzerinde durulması gereken son bir mesele daha vardır. Bid’î olarak meydana gelen bir boşanmada boşanmanın gerçekleşip gerçekleşmediği konusu üzerinde durulması gerekir. Hanefi, Şafiî ve Hanbelî ulemasının tamamı ile Malikî ulemasının büyük çoğunluğuna göre bid’î olarak meydana gelen bir boşanmada kişinin günahkar olduğu fakat boşanmanın geçerli olduğu ve kişiler üzerinde sonuç meydana getirdiği konusunda ittifak etmişlerdir. Bu sonuç da eşler arasındaki nikah bağının sona erdiği hususudur. Bu konuda da alimler ittifak halindedirler (Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, El-Ahval’uş-Şahsiyye, 276-279).
Rabbim bizleri ve neslimizi boşanmanın her çeşidinden muhafaza etsin.
Bundan önceki üç yazımda nazarı değişik yönleriyle geniş bir şekilde ele aldım. Allah nasip ederse bu yazımda da nazardan tedavi yollarının üzerinde duracağım.
Nazara gelmenin sonucunda insanlar çeşitli hastalıklara yakalanır ve tüm hastalıklar gibi bununda tedavi edilmesi gerekir. Hastalıklar Cenâb-ı Allâh’ın bizi imtihan etmek için gönderdiği musibetlerdir. Bu musibete uğrayan insanlar sebeplere tevessül etmenin yanında şifayı Şafi olan Cenab-ı Allâh’tan istemeleri gerekir. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in hasta olan kişilerin tedavi olmaları ile ilgili tavsiyeleri vardır. O, çeşitli hadislerde müslümanları tedavi olmaya teşvik etmiştir. “Allâh’u Teâlâ hastalığı da İlacı da indirmiştir. Her hastalığın ilacını da var etmiştir. Öyleyse tedavi olun. Ancak haram olan şeylerle tedavi olmayın” (Ebû Dâvûd, Tıb 11).
“Allâh’u Teâlâ’nın ihtiyarlığın dışında devasını indirmediği hastalık yoktur” Bu hadisin başka bir vechinde “ölümün dışında” dediği rivayet edilmektedir. (Buhârî, Tıb 1; Tirmizî, Tıb 2; Ebû Dâvud, Tıb 1; İbn-iMâce, Tıb 1).
“Her hastalığın bir devası vardır. Hastalığının ilacına rastlayan kişi Allâh’ın izniyle şifa bulur” (Müslîm, Selâm 69).
Bu Hadîs-i Şeriflerin müslümanları tedavi olmaya ne kadar teşvik ettiği aşikardır. Öyleyse hasta olan kişilerin sebeplere tevessül ederek hastalıklardan tedavi olmaları şifayı da sadece Cenâb-ı Allâh’tan bilmeleri şarttır. Fakat Hadis’te de işaret edildiği gibi tedavi olurken kesinlikle haram yollara tevessül edilmemelidir. Nazarın tedavisi için Anadolu’da kurşun döktürülür. Bunun dini hiçbir dayanağı olmadığı gibi nazarın tedavisine de hiçbir faydası yoktur. Bazı yerlerde de nazardan tedavi için “Elem tere… Kem gözlere şiş” denir. Bunun da nazarın tedavisinde hiçbir faydası olmadığı gibi Kur’ân’ın bir suresi ile dalga geçildiğinden dolayı da küfürdür.
Tıp ne kadar ilerlerse ilerlesin Nazara gelme ve Cin çarpması sonucu meydana gelen hastalıkları tedavi etmekten aciz kalacaktır. Bu hastalıkların tedavisi sadece ve sadece Nebevi metotlarla mümkün olabilir. Onun için doktorların bazı hastalıkların tedavisinde Tıbb-ı Nebeviyi kullanma konusunda kesinlikle çekingen davranmamaları gerekir.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in nazarın tedavisi için kullandığı farklı usuller vardır. Bunlardan bir tanesi Rukye denilen bir yöntemdir. Rukye, Kur’an okuma, dua etme, üfleme ve tükürüğünü sürme şeklinde yapılan bir tedavidir. Bu tedavi usulü diğer dinlerde de mevcut olduğu gibi cahiliye araplarında da kullanılmaktaydı. Bazı hadislerde tevekküle aykırı olması sebebiyle Rukye ile tedavi olmak yasaklanmıştır. Ancak, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in, nazar, humma (sıtma), yüksek ateş, zehirli hayvanların ısırması, kesilmeyen kanın durması için ve nemle denilen yara kurtlarına karşı Rukye yapmaya izin verdiği bilinmektedir.
İslam uleması farklı hadisleri değerlendirmek suretiyle yasağın Rukye için okunan duaların içinde küfür sözlerinin varlığına bağlamışlardır. Çünkü; Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Rukye yapmayı meslek edinen kimselerin okudukları duaları dinleyerek bunların içerisinde küfür sözleri bulunmayanlara Rukye yapmalarına izin verirdi (Müslîm, Selâm 64; Ebû Dâvûd, Tıb 18). Bundan dolayı İslam alimleri Rukye yapmanın caiz ancak içinde küfür sözleri bulunan lafızlarla bunu yapmanın haram olduğunda icma olduğunu belirtmişlerdir. İmam-ı Nevevî bu konuda şunu söylemektedir; “Arapça olmayan Rukyeler anlamını bilmediğimizden dolayı mekruhtur. İçinde küfür yada şirk sözcükleri olan Rukyeler ise haramdır (İmam-ı Nevevî, Müslîm Şerhi, c 3, s 93). Kur’ân ayetleri yada anlamı bilinen zikir ve dualarla yapılan Rukyelerde herhangi bir sakınca yoktur (İmam-ı Nevevî, Müslîm Şerhi, c 14, s 168).
Nazardan dolayı Cebrail aleyhisselâm’ın kendisine Rukye yaptığı, daha sonraki zamanlarda da aynı duaları onun da başkasına okuduğu rivayet edilmektedir. Buna göre ağzı dualı olan bir kişi nazara uğramış olan kişiyi önüne oturtur, elini başına koyarak şu duayı okur; “Bismillahi erkike min külli dain yü’zike ve min şerri külli nefsin ev ‘aynin hâsidin Allâhu yeşfike Bismillahi erkike” (Allâh’ın adıyla sana eziyet veren bütün hastalıklara karşı, bütün kötü nefislere ve hased eden gözlere karşı sana Rukye yapıyorum. Allâh sana şifa versin. Ben Allâh’ın adıyla sana Rukye yapıyorum)
Yada şu duayı okur; “Bismillahi erkike ve min külli dain yü’zike ve min şerri hâsidin iza hesede ve min şerri külli zi ‘aynin” (Allâh’ın adıyla, sana eziyet veren bütün hastalıklara, hased edenin hasedinin kötülüğüne ve bütün nazar sahiblerinin şerrine karşı sana Rukye yapıyorum) (Müslîm, Selâm 40; Tirmizî, Cenaiz 4). Bu duaları okuduktan sonra inşallah şifa bulacaktır.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in nazarın tedavisinde uyguladığı çok önemli ve etkili bir yöntem de abdest suyu ile tedavidir. Hemen belirtelim ki bu abdest, namaz abdestinden farklı özel bir yıkanma şeklidir. Bizim abdest dememizin sebebi bazı hadislerde bunun abdest olarak, bazılarında ise yıkanma olarak ifade edilmesidir. Bu yöntemin uygulanabilmesi için nazar değdiren kişinin bilinmesi veya en azından bununla ilgili olarak birilerinden şüphe edilmesi gerekir. Bu bilindiği ya da şüphe edildiği takdirde bundan hadislerde tarif edildiği şekilde yıkanması istenir. Sonra bu su arkadan hastanın üzerine boşaltılır.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem çok sayıda hadiste, bu yöntemi tarif ettiği gibi uyguladığına da şahit olmaktayız. “Yıkanmanız istendiğinde yıkanın” (Müslîm, Selâm 42; Tirmizî, Tıb 19).
Hz. Âişe validemiz radıyallahu anhâ, “Nazar eden kişinin abdest alması emredilirdi de, sonra gözzede bu suyla yıkanırdı” (Ebû Dâvûd, Tıb 15) buyurmaktadır.
Bu konudaki diğer bir hadiste bu mesele çok daha ayrıntılı bir şekilde nakledilir. “Sehl ibn-i Huneyf radiyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber savaşa katılmak üzere hazırlık yapan sağlıklı bir insandı. Aniden başını yerden kaldıramayacak derecede hastalandı. Akrabaları ölümünü beklemeye başlamışlardı. Gidip Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e durumunu haber vererek savaşa katılmaması için izin istediler. O, sallallahu aleyhi ve sellem “Nazar değdirdiğinden şüphe ettiğiniz birisi var mı?” diye sordu. Âmir b. Rebia’dan şüpheleniyoruz” dediler. Bunun üzerine onu çağırtarak, ona “kardeşini öldürmek mi istiyorsun? Niçin Barekallah diyerek ona bereketle dua etmedin? Onun için yıkan” buyurdu. Bunun üzerine Âmir, yüzünü, ellerini, kollarını, dizlerini, ayaklarının etrafını ve izarının içini bir kaba yıkadı. Sonra bir adam bu suyu Sehl’in arkasından üzerine döktü. Sanki hiç bir hastalığı yokmuş gibi anında iyileşerek ayağa kalktı” (Muvatta, Ayn 1 ).
Nazarla ilgili abdestin en detaylı tarifi bu hadiste ve onun değişik vecihlerinde nakledilmektedir. Hadislerde bunun abdest olduğu ifade edilse de İmam-ı Nevevî, bunun bildiğimiz abdest olmadığını özel bir yıkanma şekli olduğunu söyleyerek şöyle tarif etmektedir; Leğen gibi bir kabın içerisinde su getirilir. Bu kap yere konmadan, nazar eden kişi bundan bir avuç alarak ağzına götürür, bununla ağzını iyice çalkalar, sonra onu kabın içerisine geri boşaltır. Tekrar o kaptan su alarak yüzünü yıkar, sonra sol eliyle o kaptan su alarak sağ avucu ile dirseğini yıkar. Sonra sağ eliyle su alarak bununla sol elini ve dirseğini yıkar, el ile dirsek arasını yıkamaz. Sonra sağ ayağını daha sonra sol ayağını özellikle de her iki ayağının parmak dip ve aralarını iyice yıkar, topukları ise yıkamaz. Daha sonra dizlerini ve dizlerinin içini yıkar, ayak ile diz arasındaki bölgeyi yıkamaz. Sonra böğrünü veya kemerin bağlandığı bölgeyi yıkar. Bunların tamamını kabın içerisinde aynı suyla yaparak bu suyun kabın dışına dökülmemesine dikkat eder. Bu yıkanma işlemi bittikten sonra bu su nazara gelen kişinin arkasından, haberi olmadan, her tarafı ıslanacak şekilde onun üzerine dökülür (İmam-ı Nevevî, Müslîm Şerhi, c 14, s 172).
Sehl ibn-i Huneyf radiyallahu anhunun kıssasında olduğu gibi, bu yapıldığı takdirde hemen iyileşmenin görüleceği muhakkaktır. Tabii ki bu metodun uygulanması ile Allâh’ın muhakkak şifa nasib edeceğine inanmak gerekir.
Bir hususu daha belirtmek gerekir. Bazı insanlara “Sen bize nazar değdirmiş olabilirsin, bizim için yıkan” denildiği zaman o kişi tepki gösterebilir. Ancak, âlimler, kendilerinden abdest almaları istenen kişilerin bu şekilde yıkanmalarının farz mı yoksa sünnet mi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Fakat, âlimlerin çoğunluğu Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in “Sizden yıkanmanız istendiği zaman yıkanın” emrinden dolayı bunun farz olduğunu savunmuşlardır. Çünkü; bu ifade emirdir. Emirler’de tersine bir karine bulunmadığı zamanlarda farziyet ifade ederler (İmam-ı Nevevî, Müslîm Şerhi, c 14, s 172).
Öyle ise herhangi birisinden nazardan dolayı yıkanması istendiği zaman yıkanma konusunda kesinlikle zorluk çıkarmamalıdır.
Cenâb-ı Allâh bütün Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetini kem nazarlardan ve hasetçilerin şerrinden muhafaza buyursun.
Bir önceki yazımda nazarın hak olduğu hususunun üzerinde durmuş bu yazımda da nazarın etkilerinin üzerinde duracağımı ifade etmiştim.
Nazarın etkileri çoktur. Bunlar, nazar sahibi bir kişinin beğeni ve hasetle (kıskançlık) baktığı şeyde ortaya çıkar. Nazar sahibi kişi hangi meseleyle ilgili olarak hasret ederek ve övgü ile bahsetmişse nazarın etkisi de bu hususta ilgili olarak ortaya çıkar. Bu bir insan, sevimli bir çocuk, beğenilen bir hayvan, yolunda giden bir evlilik, iyi bir ticaret olabilir.
Gıbta edilen bir İnsanın ya da hayvanın hasta olması veya ölmesi, sevimli çocukların sebebsiz olarak yemeden içmeden kesilerek hastalanması, eşlerin aralarının bozulması, işlerin bir anda bozulması, ortakların işlerinin ve aralarının bozulması nazarın etkilerinden bazılarıdır. Birçok müşahade de nazarın etkilerini canlı olarak gördüğümüz olmuştur. Bazen etkilerini gördüğümüz halde bunun nazardan kaynaklanabileceğini tahmin dahi edemiyoruz. Küçüklüğümde babamın arkadaşlarıyla beraber oturdukları bir ortamda misafirlerden birisi Merada otlayan sığırları göstererek “Seyda hangisini istiyorsan söyle de devireyim” dedi. Oradakilerin bir kısmı bu söze inanmadılar. Hayvanların önünde otlayan iri yapılı bir tosunu göstererek onu devirmesini istediler.
Nazarın etkisini ve özellikle de o şahsın nazar sahibi olduğunu tahmin eden babam bunu engellemeye çalışsada, sapasağlam olan tosun bir anda devriliverdi. Herkes şok olmuştu, bıçağı alıp koştular, hayvanı kesmeye son anda yetiştiler.Bazen insanlar nazar sonucu hastalandıkları halde hastalıklarının nazardan kaynaklandığını bilemeyebilirler. Bazı Hadîs-i şeriflerden asr-ı saadettede bazı insanların nazardan hastalandıkları halde bunun nazardan kaynaklandığının farkında olmadıklarını anlıyoruz. Hz. Ümmü Seleme validemiz radıyallahu anhâ’nın rivayet ettiğine göre; Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem onun evine
geldiğinde evinde bir misafir olduğunu görür. Bu misafirin yanında küçük bir kız çocuğu vardır. Kız çocuğunun yüzünde yanık izleri bulunmaktadır. O, bu durumu görünce; “Bu kız çocuğunda nazar var. Niçin ona Rukye (Kur’ân okuyarak ve dua ederek tedavi etme) yapmıyorsunuz” buyurur (Müslîm, Tıb, 19 (2198). Bu hadisten nazarın bir alev gibi insanın vücudunu yakma özelliğinin olduğu açık ve net bir şekilde anlaşılmaktadır.
Nazarın insanları hasta ederek yataklara düşürdüğü âlimlerin hassasiyetle üzerinde durdukları bir hadisedir. Bu konuda Hz. Cafer radıyallahu anhu’nun hanımı Esma Binti Umeys radıyallahu anhâ’nın rivayet ettiği bir hadis önem arzetmektedir. Hazreti Cafer’in vefatından sonra olduğu anlaşılan bu hadiste Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem onların evine ziyarete gider. Çocukları hasta bir vaziyette yere serilmiş görünce, “Yeğenlerime ne olmuş böyle? Bir ihtiyaçları mı var?” deyince,
Hazreti Esma, “Ya Rasûlallah bunlar nazardan bu duruma düştüler.” diyerek sık sık nazara uğradıklarını söyleyerek bu konudan muzdarip olduğunu ifade ederek, onlara rukye yaptırmak için izin ister. Peygamberimiz de ona izin verir (Müslîm, Tıb, 19 ( 2197). Bu hadisten de nazarın insanı ne derece hasta edebileceği ve yere serebileceği anlaşılmaktadır.
Başka bir rivayette ise, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem nazarın etkisinin büyüklüğünü göstermek için kadere atıfta bulunmuştur. “Göz değmesi haktır. Eğer Kaderin önüne geçebilecek bir şey olsaydı, bu göz değmesi olurdu. Yıkanmanız istendiği takdirde yıkanın” buyurmuştur (Müslîm, Selâm 42; Tirmizî, Tıb 19; Muvatta, Ayn 2). Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, kadere vurgu yaparak bize şu mesajı vermektedir; Eğer kaderi değiştirmeye gücü yetecek bir şey olsaydı bu nazar olurdu. Öyleyse nazarın ne kadar tehlikeli olduğunu bilin. Nazar sahibi olan kişiler de dikkatli olsunlar ve kimseye nazar değdirmemeye gayret etsinler. Diğerleri de nazara uğramamak için dikkatli olsunlar.
Nazarın insanları yatağa düşürmesi ve ölümle burun buruna getirmesi açısından Sahabeler Sehl b. Huneyf’in başından geçen hadise çok önemlidir. Bu hadis aynı zamanda nazarla ilgili olarak pek çok hususa ışık tutmaktadır. Sahabilerden Sehl b. Huneyf beyaz tenli cildi güzel bir insandı. Yıkanmak için cübbesini çıkarınca yine sahabilerden Amir b. Rebia ona bakarak, “Ben bugünkü gibi bir manzara görmedim. Böylesi bir cilt çadırına çekilmiş bakire kızlarda dahi yok” deyince bir anda Sehl yere yıkıldı.
Hummaya yakalanmış gibi şiddetli bir şekilde titremeye başladı. Rahatsızlığı iyice artınca durumu Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e haber verdiler. “Ya Resûlallah o kadar hasta ki başını yerden kaldıramıyor” dediler. O, sallallahu aleyhi ve sellem de “Ona nazar değdirmiş olabilecek herhangi birinden şüpheleniyor musunuz?” diye sorunca Sahabiler, “Evet ya Resûlallah biz, Amir b. Rebia’dan şüpheleniyoruz” dediler. Bunun üzerine o sahabîyi çağırdıktan sonra ona kızarak “Siz kardeşinizi öldürmek mi istiyorsunuz” diyerek onu şiddetli bir şekilde azarlamıştır (Muvatta, Ayn 1; Ma’mer b. Raşid, Cami’, 11/14 (19766)). (Bu hadisin devamına yazının nazardan tedavi bölümünde tekrar değineceğiz)
Gerek Hazreti Cafer’in çocuklarının başına gelenler gerekse bu hadiste geçen “hummaya yakalanmış gibi şiddetli bir şekilde titremeye başladı” ifadesinden ve “başını yerden kaldıramıyor” cümlesinden nazarın bir insanı ne derece hasta düşürebileceği açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, “Siz kardeşinizi öldürmek mi istiyorsunuz?” demek suretiyle nazarın ölüme dahi götürebileceği çok veciz bir şekilde ifade etmiştir. Esasen başka Hadîs-i şeriflerde de nazarın hem insanlar hemde hayvanlar için öldürücü olabileceği ifade edilmiştir. “Nazar insanı kabre, deveyi de kazana koyar” (Ali el Muttakî, Kenzü’l-ummâl, 6/744 (17656); İsfehani, Hilyet’ül-Evliya, 7/90). Bu iki hadiste görüldüğü gibi, nazar geride iz bırakmayan öldürücü bir silahtır.
Bu Hadîs-i Şeriflerden nazarın ne kadar tehlikeli olduğu hususunun vuzuha kavuştuğu kanaatindeyim. Burada aydınlatılması gereken bir husus daha vardır. Nazar sadece kişilere etki etmez aynı zamanda kurum ve kuruluşlara da etki edebilir. Evlilik veya ticaret gibi. Bazen mutlu giden bir evliliğin boşanmayla sonuçlanmasına sebebiyet verebilir. Bazen aile içi huzursuzluğun çıkmasına ve eşlerin arasında şiddetli geçimsizliğin çıkmasına neden olabilir. Bazen de gıpta edilecek derecede birbirleriyle iyi geçinen ortakların adeta bir düşman gibi birbirlerinden ayrılmalarına sebep olabilir.
Hasılı kelam nazarın pek çok konu ile ilgili olarak etkisi vardır.Bazen insanlar nazara geldiği halde bunun nazardan kaynaklanmış olabileceğini bilemeyebilirler. İslam uleması nazarın somut olarak bilinebileceği belirtilerinden bahsetmemektedirler. Genellikle, gıpta edilen, kişilerde, çocuklarda, evliliklerde ya da ortaklıklarda sebebi bilinmeyen ani bir kısım bozulmalar meydana gelirse, bunun nazardan kaynaklanabileceğini belirtmektedirler. Genellikle gıpta edilecek bir mesele ile alakalı birileri eğer beğenilerini ifade ederek konuşurlarsa, bunun akabinde nazarın meydana gelebileceğini düşünmek ve ona göre tedbir almak gerekir.
Bitirirken şu hususun üzerinde durmakta fayda görüyorum. Yukarıda saydığımız belirtiler bir kişide görüldüğü takdirde bunlar mutlaka nazara gelmiştir demek değildir. Ama nazarın da bunlara sebep olduğunu bilerek bu noktada da tedbir alınmasının faydalı olacağı kanaatindeyim. Sonraki yazımda nazardan korunmanın üzerinde durmaya çalışacağım.
Bu yazımda esnaflar arasında yaygın olarak kullanılan bir kısım ticari işlemlerin dini açıdan uygun olup olmadığını incelemeye çalışacağım.
Esnaflar arasında çek-senet kırdırma diye tabir edilen bir uygulama vardır. Elinde çek olan bir kişi bir şahsa giderek bu çekin karşılığını vermesini ister. Bu şahıs da bu çekin vadesinden dolayı bir miktar kesinti yaptıktan sonra çek sahibine ödeme yapar, vadesi geldiği zaman da kendisi o çeki tahsil eder.
Bir kişinin, elindeki çek veya senedi bu şekilde vadesinden önce üçüncü kişilere daha düşük bir bedelle satması caiz olmaz. Zira, günümüzde çek ve senet kaydi para olarak kabul edilmektedir. Bu işlemde de, vadeli olan kaydi paranın nakdi parayla daha düşük bir miktar karşılığında değiştirilmesi söz konusudur. Bu işlemin hem ribe’n nesie (vade faizi) hem de ribe’l-fadl (fazlalık faizi) yönü bulunmaktadır (Merğînânî, Hidaye, III, 61-62; Mevsılî, İhtiyar, II, 207). Para olarak kabul edilen iki şeyden birisinin peşin diğerinin de vadeli olmasından dolayı nesîe faizi, bir tanesinde fazlalık bulunduğundan dolayı da fazlalık faizi gerçekleşmektedir.
Osmanlı’nın son dönemlerinde, ortaya çıkan buna benzer durumlar için, Ulema, “Kişi alacağını, borçlu olduğu kimseden başkasına temlik edemez” (İbn Âbidîn, Haşiyetu Reddi’l-Muhtâr, IV, 517) diyerek, bu işlemin caiz olmayacağını ifade etmişlerdir.
Fakat bu işlem üçüncü kişilerle değil de bizatihi alacaklı ve borçlu arasında yapılırsa belli şartlar dahilinde buna fetva vermek mümkündür. Bu durumda taraflardan birinin diğerine vadeli olan borcunu peşin ödemesi durumunda bir miktar iskonto yapacağını teklif etmesi diğerinin de bunu kabul etmesiyle ve bu konuda pazarlık yapmamaları şartıyla caiz olabilir. Böyle bir işlemde borçlu vadeden feragat etmekte, alacaklı da ona bir miktar indirim yapmaktadır. Toki ve bir kısım resmi borçların yeniden yapılandırılması gibi.
Bu konuda cevaz verilmesinin sebebi alacaklı ve borçlu arasında herhangi bir mal alım satımı sebebiyle bu borcun meydana gelmiş olmasıdır. Aynı zamanda bu uygulama, iki taraf için bir kolaylık getirmektedir. Alacaklı olan kişi ihtiyacı olan nakit parayı temin ederken, borçlu da daha düşük bir meblağ ile ve daha kısa bir zamanda borcundan kurtulmaktadır. Fakat taraflar bu durumu pazarlık konusu yaparlarsa bu vadenin para karşılığında satılması anlamına geleceğinden caiz olmaz (Merğınânî, Hidaye, III, 60-61; Mevsilî, İhtiyar, II, 184).
Sonuç olarak, kişinin elindeki çek, senet veya kıymetli kâğıtları kendi rızasıyla ve pazarlık konusu etmeksizin daha düşük bir bedelle vadesinden önce alacaklısına vermesi caiz olmakla birlikte; bu işlemi üçüncü şahıslarla yapması caiz değildir.
Komisyonlu işlemler (Pos cihazından geçilen meblağın hemen hesaba aktarılması)
Kredi kartı ile satış yapan bir esnafın karttan çekilen meblağı nakit ihtiyacını gidermek için vadesi dolmadan alması da çok başvurulan bir yöntemdir. Buna bankalar komisyonlu işlem demektedirler. Esnaf banka ile anlaştığı belli bir “gün sayısı” kadar bekledikten sonra parasını tahsil eder. Parasını hemen tahsil etmek istediği taktirde banka vadesi dolmadan ödeme yaptığı için komisyon alır yani o meblağdan bir miktar kesinti yapar.
Örneğin, bekleme gün sayısı 30 gün olan bir esnaf Pos cihazından geçtiği meblağı gününde tahsil ettiği zaman herhangi bir kesinti olmadan parasını alır. Ancak, parasını hesabına hemen aktarmak istediği zaman banka bu meblağdan belli bir miktar komisyon alarak yani kesinti yaparak onun hesabına aktarır.
Bu işlem, bu şekliyle senet kırdırmaya benzer ve caiz değildir. Çünkü; bu işlemde banka üçüncü şahıstır ve onunla satıcı arasında herhangi bir mal alışverişi yoktur. Yaptığı kesintiyi vadeden dolayı yapmaktadır. Fıkhî açıdan bu işlemin bir bankanın herhangi bir kişiye belli bir miktar kredi vererek bir ay sonra bunu faiziyle geri alması arasında herhangi bir fark yoktur. Bu işlemde dinen sorumluluk esnafa ve bankaya aittir. Bu işlemde müşterinin herhangi bir sorumluluğu yoktur.
Sonuç olarak, helal ve haram konusunda hassas olması gereken müslümanların daha fazla para kazanma düşüncesiyle sermayesinin üstünde ticari girişimlerde bulunarak faizli işlemlere bulaşma zorunda kalmamalı. Allâh Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in helak edici yedi şeyden biri olarak kabul ettiği ve ona bulaşan kişileri lanetlediği faizden uzak durmalıdır. Helâl olan az mal haram olan çok maldan daha hayırlıdır.
İslâm’da engellilerin hakları konusunda yazı yazmaya karar verince bu konuda araştırma yapıp malzeme toplamaya başladım. Neredeyse bir kitap olacak kadar malzeme birikti. Bunları belki ilerde kitap olarak yazmayı düşünebilirim. Bu malzemeleri bir makale hacmi içerisinde yazabildiğim kadar nakletmeye çalışacağım.
**Engellilik:** Bir kişinin doğuştan veya sonradan herhangi bir nedenle bedensel, zihinsel, ruhsal, duyusal ve sosyal bazı yeteneklerini çeşitli derecelerde kaybetmesi nedeniyle toplumsal yaşama uyum sağlama ve günlük hayatın tabii ihtiyaçlarını temin etmede kısmen yada tamamen güçlüklerle karşılaşması korunma, bakım, rehabilitasyon, danışmanlık ve destek hizmetlerine İhtiyaç duyması halidir. Böyle olan kişilere de engelli denir. Yazının fazla uzamaması için İslâm’a göre engelliliğin sebepleri, çeşitleri ve korunma yollarının üzerinde durmayacağım.
Her şeyden önce İslâm’da engelli denildiği zaman bedensel olarak engelliler değil, Allâh’ı, Peygamber’i, Kitab’ı tanımayan ve onların yolunda bir hayat yaşamayanlar kast edilmektedir. Cenâb-ı Allâh Kur’ân-ı Kerimde “Cinlerden ve insanlardan öyleleri var ki, onların kalpleri vardır ancak anlayamazlar, onların gözleri vardır ancak göremezler, onların kulakları vardır ancak işitemezler” buyurmak suretiyle bu gerçeğe ışık tutmaktadır. Dolayısıyla bedensel engelli olma İslam’a göre engelli olma demek değildir.
İslâm’ın insana verdiği değer Allâh’ın onu yaratarak ona değer vermesi sebebiyledir. Cenâb-ı Allâh “Biz insanı mükerrem (büyük bir değer) kıldık” buyurmak suretiyle kendisinin insanı yarattığını ve ona değer verdiğini vurgulamıştır. Öyleyse insanın engelli olması Cenâb-ı Allâh’ın verdiği bu kıymetten hiçbir şey kaybetmesine sebep olmaz. Cenab-ı Allâh’ın verdiği bu değer sebebiyle sağlıklı insanların sahip olduğu kıymete engelliler de sahiptirler.
İslâm insanların birbirlerine üstünlükleri için TAKVA kriterini getirmiştir. “Sizin en üstününüz takvâ’sı (Allâh’ın emirlerini yerine getirme ve yasaklarından kaçınma) en fazla olanınızdır” diyerek, insanların Allâh katındaki üstünlüklerinin derecesinin onun emirlerine uymak yasaklarından kaçınmada ki oranına göre olduğunu vurgulamıştır. Öyleyse, Allâh’ı tanıyan ve ona inanan, onun emir ve yasaklarını yerine getiren engelli bir insan, İslâm’ı yaşamayan sağlıklı bir kişiden daha kıymetlidir. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in, başından geçen bir hadise sebebiyle Cenâb-ı Allâh tarafından bir sure indirilerek uyarılması bu hususu açıkça göstermektedir.
Aleyhisselatu vesselâm, müşriklerin ileri gelenlerinin müslüman olmalarını çok arzu ediyordu. Çünkü; onların müslüman olması sayesinde aşiretlerinde bulunan insanların imân etme ihtimali vardı. Birgün onlarla oturmuş uzun uzun onlara İslâm’ı anlatmış kalpleri iyice yumuşamış, neredeyse imân edecekleri bir sırada görme engelli olan Abdullâh İbn-i Ümmü Mektum çıkagelmişti. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e sorular sormaya başlamıştı. Onun gelişiyle müşriklerin tavrı bir anda değişmiş eski katı hallerine dönmüşlerdi. Bu durum Allâh Rasûlü’nün hoşuna gitmemiş onların iman etmeleri ümidiyle yüzünü tekrar müşriklerin olduğu tarafa çevirerek sözünü tamamlamaya çalışmıştı. Bunun üzerine 42 âyetlik Abese suresi inerek Aleyhisselâtu Vesselâm’ı ikaz etmişti. “Yanına ‘Ama (gözleri görmeyen) biri geldi diye yüzünü ekşitti ve sırtını döndü. Ne bilirsin, belki de (gözleri görmeyen kişi) alacağı öğütle arınacaktı. Yahut nasihatı dinleyip ondan yararlanacaktı. Ama irşada ihtiyaç duymayana itibar ediyor değer veriyorsun. Halbuki kendisi arınmak istemiyorsa onun arınmamasından sana ne! Fakat Allâh’a saygı duyarak sana şevkle gelenle ilgilenmiyorsun. Hayır öyle yapma. Çünkü; bu ayetler öğüttür. İsteyenler ondan ders alırlar. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, bu surenin nazil olmasından sonra, bu büyük sahabîyi gördüğü her yerde yanına çağırır “Allâh’ın beni kendisi sebebiyle ikaz ettiği şahıs” diyerek iltifat ederdi.
Bu olay insanlar arasında üstünlüğün zengin ve lider olma ile olmadığını, Allâh’a imân ederek salih amel işlemekle olduğunu, imânlı engelli fakir bir kişinin sağlıklı fakat Allâh’ı tanımayan zengin bir liderden daha üstün olduğunu çok açık bir şekilde göstermektedir.
Gerek bu olay, gerekse âyet-i kerimeler ve hadis-i şeriflerde engellilerin hakları ile ilgili olarak yapılan uyarılar, sahabiler arasında ciddi bir bilinçlenmenin meydana gelmesine sebep olmuştur. Bu konudaki hadislerden bir tanesini zikretmekte fayda vardır. “Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona haksızlık yapmaz, onu yardımsız bırakmaz, onu küçümsemez. Sözün burasında Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem elini üç defa göğsüne koyarak, “işte takva buradadır,” dedikten sonra, “Bir kişinin kardeşini küçümsemesi kötülük olarak ona yeter. Müslümanın her şeyi müslümana haramdır: Kan’ı (onu öldürme), malını haksız bir şekilde alma, onurunu zedeleme.” Aleyhisselatu vesselâm, Bu hadiste takvaya dikkat çekmiş, engelli olsun olmasın bütün insanların birbirlerini küçümsememelerini, birbirlerinin hak ve hukukunu gözetmelerini sıkı sıkıya tembihlemiştir.
Ayrıca, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, zaman zaman sahabilere “(Görme engelli olan bir sahabiyi kastederek) Haydi gözü göreni ziyaret etmeye gidelim” diyerek beraberce bu sahabiyi ziyarete gitmişlerdir. Bu davranışıyla da insanların zaman zaman engelli ve ihtiyaç sahibi olan kişileri ziyaret ederek onların ihtiyaçlarını giderip toplumda kuvvetli bir dayanışmanın meydana gelmesine çalışmıştır. Bu hadisler ve Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in uygulamaları sonucunda toplumda engellilere bakış tamamen değişmiş toplumun aktif bir ferdi haline gelmeleri sağlanmıştır. Esasen toplumda engellilerin haklarını elde etmeleri için kanun çıkarmaktan daha önemlisi toplumsal bilinçlenmenin sağlanmasıdır. Devlet kanunlar çıkarır, belediyeler bu kanunları uygular, engellilerin rahat yürümeleri için sarı çizgiler koyar, fakat vatandaş bilinçlenmemişse gider arabasını o çizgilerin önüne park eder. Bu da engellilerin hayatını daha da zora sokar. İşte İslâm böyle şeylere meydan vermemek için engellilerin hakları konusunda vatandaşların bilinçlenmesi için ciddi gayretler göstermiştir.
İslâm engellileri topluma yük olarak değil topluma faydalı bir ferd olarak görür ve toplumda pasif değil aktif birer ferd olmalarını ister. Allâh celle celâluhu bir yönünü eksik bıraktığı fertlerin başka yönünü fazla verir. Örneğin görme engelli olan birisinin zeka ve hafızası çok kuvvetlidir. Aynı şekilde yatağa bağımlı olan bir insanın da hafızası, zekâsı ile muhakemesi son derece kuvvetli ve keskindir. Dolayısıyla engelliler toplumda aktif hale getirildikleri zaman topluma çok faydalı işler yapabilirler. Hatta toplum için bazen sağlıklı insanlardan daha fazla yararlı olabilirler. Nitekim buna Stephen Hawking ve geçmişte pek çok tarihi şahsiyet örnek olarak verilebilir.
Onun için Cenâb-ı Allâh engellilerin cihada çıkmamalarına izin verirken, bunun için onların “Allâh ve Resûlullâh için insanlara nasihat etmelerini” şart koşmuştur. Bu durum İslâm’ın onların toplumun aktif bir ferdi olmalarını istemesinin açık örneklerinden biridir. Aynı şekilde, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem de savaşa gideceği zaman görme engelli bir sahabi olan Abdullâh İbn-i Ümmü Mektum’u Medine’de kendi yerine vekil olarak bırakırdı. Aleyhisselatu vesselâm, kendisinin Medîne’de bulunduğu zamanlarda da, aynı sahabiyi müezzin olarak görevlendirmişti.
İslâm’ın engellilere tanıdığı haklardan bir tanesi de bazı ibadetlerden onları muaf tutmasıdır. İslâm engellileri cihada katılma, hacca gitme, oruç tutma gibi bazı mükellefiyetlerden sorumlu tutmamıştır. Hanefî mezhebine göre zihinsel engelliler zengin bile olsalar zekat da vermezler. İslam engellilere namaz kılma konusunda da çok ciddi kolaylıklar sağlamış kılabildikleri şekilde kılmalarına müsaade etmiştir. Oturarak veya yattıkları yerde namaz kılmalarına izin vermiştir. Bu da namazlarını bazı farzlarını yerine getirmeden kılmalarına izin verme anlamına gelmektedir. Sağlıklı insanların başkasından yardım alarak abdest almalarına izin verilmezken engellilere ise bu izin verilmiştir. Bunların dışındaki ibadetlerde sağlıklı insanlarla aynı mükellefiyetlerden sorumludurlar. Bunları yerine getirdikleri takdirde de sağlıklı insanlara verilen mükafatlardan çok daha fazlasının onlara verileceği ifade edilmiştir. Öyleyse engelliler, İslâm’ın kendilerine yapmış olduğu kolaylıkları ve yaptıkları ibadetlere terettüb edecek sevabı düşünerek, Allâh’ın emir ve yasaklarını yerine getirme konusunda hassas davranmalıdırlar.
Ayrıca, engelliler maruz kaldıkları bu musibetlere sabır gösterdikleri takdirde kendilerine büyük sevablar vaad edildiği yine Hadîs-i şeriflerde ifade buyurulmuştur. Bunların tamamını zikretmekten ziyade numune olarak sadece bir iki tanesine dikkat çekeceğim. Örneğin, ” Kutsi bir hadis-i şerifte: Allâhu Teâlâ hazretleri şöyle buyurmuştur: Ben kulumu iki sevdiği (iki gözü) ile imtihan ettiğim zaman o da sevabını umarak sabrederse, ona cennet dışında bir mükafat vermeye razı olmam, ona gözlerine bedel cenneti veririm.” Bu hadiste engelli olmanın bir imtihan olduğu buna sabır gösterildiği takdirde ona büyük sevabların verileceği vurgulanmıştır.
İslâm’ın engellilere tanıdığı haklardan bir tanesi de hayatlarını kolaylaştırmak adına bütün maddi imkânları seferber etmesidir. İslâm engellilere insanlık onuruna yakışır bir hayat temin etmek için bir çok kolaylıklar sağlamıştır. Zekatın (vergilerin) engellilerin ihtiyaçlarının karşılanması için harcanmasına hükmetmiştir.
İslâm tarihinde ilk günden itibaren engellilere insanlık onuruna yakışır güzel bir hayatın temin edilebilmesi için verilmiş güzel örnekler vardır. Hazreti Ömer radıyallahu anhu’nun halifeliği döneminde engellilere maaş bağlanmış, Velid b. Abdülmelik döneminde bütün yatalak hastalara ve görme engellilere birer hizmetkar verilmiştir. Emevi halifelerinden Ömer bin Abdülaziz halife olduğu zaman bütün valilere birer mektup göndererek, görme engellilerin, yatalak hastaların, felçlilerin ve kronik hastalığı olanların bir liste halinde kendisine yazılarak gönderilmesini istemiştir. Bunun üzerine bu liste yapılarak kendisine gönderilmiş, o da bunların tamamına birer hizmetçi tayin etmiş, kronik hastalığı olan iki kişiye bir hizmetkar tayin etmek suretiyle onların iyi bir hayat yaşamalarını sağlamaya çalışmıştır. Yirmi birinci yüzyıl Türkiye’sinde bile engellilere yeni yeni tanınan haklar İslam tarihinin ilk dönemlerinden itibaren tanınmış ve onların güzel bir hayat yaşamaları temin edilmeye çalışılmıştır.
Bu makaleyle engellilerin haklarına dikkat çekerek toplumun bilinçlenmesi suretiyle onların problemlerinin çözümünde bir nebze de olsa katkıda bulunursam kendimi mutlu hissederim.
———
Araf 179
İsra 70
Hucurat 13
Tirmizî, Tefsir, Abese, (3328); Muvatta, Kur’an 4 (203)
Abese 1-12
Taberî, Tefsir, c. 30, s. 51; Râzî, Mefatih’ul Ğayb, c. 31, s. 54; Kurtubî, el-Cami ’ li ahkâmi’l-Kur’an, c. 19, s.213; Nesefî, Medarik’ut-Tenzil, c.4, s.332; Halebî, İnsânu’l-uyûn, c.1, s.490
Müslîm, Birr 58 (2580); Tirmizî, Hudud 3; Ebû Dâvûd, Edeb 46; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.7, s.443; Bezzar, Müsned, c.15, s.255; Beyhakî, es Sünenü’l Kübra, c.10, s.153 (11496)
Beyhakî, es Sünenü’l Kübra, c.10, s.200; Bezzar, Müsned, c.8, s.350; Münzirî, et Terğib ve’t Terhib, c.3, s.248
Tevbe 91
Abdurrezzak, Musannef, c.8, s.323
Buhârî, Merda 7; Tirmizî, Zühd 58
Taberî, Tarih, c.4, s.29
İbn-i Arabî, Ahkâmu’l-Kur’an c.1, s.333
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.