38,4412$% 0.01
43,8667€% -0.19
51,6471£% -0.17
4.106,52%-0,62
3.317,95%-0,77
9.306,96%0,00
18 September 2019 Wednesday
İnsan madde ve manadan müteşekkildir. Hayvani özellikleri olduğu gibi manevi ruhi özellikleri, dolayısıyla maddi, bedeni ihtiyaçları olduğu gibi kalbi ve ruhi ihtiyaçları da vardır. İnsanın nasıl karnını doyurması gerekiyorsa kalbini ve ruhunu da doyurması tatmin etmesi gerekir. Ve karnı doyurulmayan insan nasıl ölüyorsa, kalbi ve ruhu tatmin edilmeyen insan da kalben ve ruhen ölür ve böyleleri müteharrik mezarlar hüviyetindedirler.
İşte yirmi birinci yüzyılın modern insanının bir türlü mutlu olamamasının sebebi de ruhunun aç olmasıdır. Kalp ve ruhunu tatmin edemeyen insanlar hepten dünyaya dalmakta ve türlü yollarla tatmin olmaya çalışmaktadırlar. Fakat insan ruhunun bu dünya ile mutmain olması mümkün değildir. Zira kalpler ancak Allah ile tatmin olabilir. (13, 28) Hal böyle olunca bir türlü doymayan, sürekli yeni ihtiraslar peşinde koşan bir insan tipi ortaya çıkmaktadır. Özellikle refah seviyesi yüksek olan Avrupa ülkeleri ve Japonya gibi yerlerde insanlar, dünya turuna çıkarlar, dere tepe dolaşırlar, yetmez, iguana, timsah, yılan alır beslerler o da tatmin etmez. Türlü sapıkça ilişkiler denerler ama nafile… Hatta bazı ülkelerde intihar ormanlarının var olduğunu okumuştum. İnsanlar gidip oralarda intihar ediyorlarmış.
Haber bültenlerinin vazgeçilmez unsurlarından biridir; bilmem kaç yüz metrelik köprülere tırmananlar, bungee jumping yapanlar, hoplayanlar zıplayanlar. Sizce bir insanın üç yüz metrelik köprünün üzerinde yürümesi ve kendi tabiriyle adrenalin peşinde koşması kalp ve ruhunun tatmin edilmemiş olması olamaz mı?
Herkesin kullandığı bir klişedir, tabiat boşluk kabul etmez. Dolayısıyla insanlar kalp ve ruhlarını Allah’ın zikriyle, imanla tatmin edemezlerse, başka şeylerle tatmin edecekler demektir. Ve bu durum günümüzde ne yazık ki Müslüman toplumlar içinde de yaygınlaşmaktadır. Nice gençler Allah ile iman ile ruhunu doyuramadığı için, bu boşluğu sefahet ile içki ile bonzai ile doldurmaya çalışmakta ve pek çokları kaybolup gitmektedir. Televizyon dizilerinde özellikle gençliğin önüne sunulan örnek hayat en ufak bir maneviyat veya dini olgu içermeyen, lüks evler lüks arabalar, yarım çıplak bedenler ve sefahet içerisinde bir hayat. Ve bu saydıklarımız gayri Müslim bir ülkede değil ülkemizde ve sair Müslüman memleketlerde cereyan ediyor.
Buraya kadar olanlar meselenin bir yönüdür. Bir diğer husus ise dini yaşantıya sahip dindar insanların maneviyat eksikliği kalp ve ruhlarının mutmain olmayışı meselesidir. Burada karşımıza sefahet görüntüleri ihtiraslar pek çıkmaz. Maneviyat eksikliğinin dindar insanların hayatında farklı tezahürleri vardır. Hayatımızdaki maneviyat eksikliğinin en önemli belirtisi sadece farzlarla sınırlı ibadet anlayışımızdır. Burada kendimiz haricinde hiç kimseyi itham etmiyoruz. Samimiyetle farzlarını eda eden müminler Allah’ın izniyle kurtulurlar. Fakat Allah’a kul olduğumuzu iddia eden bizlerin kulluğumuzu en mükemmel, en dolu şekilde yapıp çok şükreden kullar olmamız gerekmez mi?
Bu noktada karşımıza nafile ibadetler çıkar. Rasül-i Ekrem’in (s.a.s) unutulmuş sünnetleri vardır hadis kitaplarında. Ve millet olarak, cami ashabı Müslümanlar olarak bu ibadet hayatının acaba neresindeyiz? Acaba kaçımız gecemizi teheccüdle süslüyoruz? Sabahlarımızı duha namazı ile aydınlatıyor muyuz? Ne kadarımız akşam namazının ardından evvabin ile Rabbimize yöneliyoruz.
Özellikle eskilerin ifadesiyle mükteda bih olan yani insanların önderleri olan din görevlileri nafile ibadetlerle süslenmiş bir ibadet hayatının neresindeler. Sizce insanlara dini öğreten bir imamın gecesinin teheccüdsüz olabilme ihtimali var mıdır? Acaba kaç cami cemaati imamının Pazartesi Perşembe günleri ikramları geri çevirdiği için oruçlu olduğunu fark etmiştir. Bütün bunların neticesinde millet olarak manevi hayatımızın kalitesi ne ölçüdedir. Ve manevi hayatımızın kıvamında din görevlilerimiz ne derece tesirlidir? Evet, mümin murakabe insanıdır. Ve her Müslüman kendisini sorgulamalıdır.
Meselenin bir yönü ise her nasılsa var olan manevi hayatımızın kalitesidir. Yalnız farzlardan ibaret bile olsa ibadetlerimizi ne derece hissetmekteyiz. Yoksa ibadetlerimiz birer rutin faaliyet halini mi almış?
Bu hususta pek çok örnek verilebilir ama yukarıda da arz ettiğimiz gibi herkes kendini sorgulamalıdır. Bizim vereceğimiz örnek ise her gün beş defa yaptığımız namaz ibadetidir. Eskiler bir rekat namaz asgari bir dakika sürmelidir demişler. Fakat biz millet olarak dört rekatlık bir namazı iki dakikada kılma istidadındayız. Evet, ne yazık ki toplum olarak namazlarımızı hızlı kılıyoruz. Özellikle namazların cemaatle gürül gürül kılındığı camilerimiz bu hızdan bayağı nasip almakta. Öyle ki hızlı namazla alakalı fıkralar var. Ve bu fıkraların başrolünde din görevlileri…
Namazın içinden bir diğer örnek; her namazda tesbih çekiyoruz. Ne ilginçtir tesbih denince akla Allah’ı zikretmek değil doğru sayıda zikretmeye yarayan alet olan tespih gelmekte. Haydi Allah zikredilirken camideki manzarayı bir hatırlayalım; Müezzin gür ve nağmeli bir sesle aheste aheste söylenecek zikri hatırlatıyor. Ama ne garip ki otuz üç tane zikrin söylenmesi müezzinin aynı zikri makamla bir kere söylemesinden kısa sürüyor. Kendimize dışarıdan bir bakalım o tesbih çekişimiz Allah’ı (c.c) otu üç defa zikretmek mi yoksa tespihin boncuklarını seri bir şekilde bir taraftan diğer tarafa geçirmek mi? Saatimize bakalım ve deneyelim bir kimsenin içinden gelerek bir kere **“Subhanallah” **demesi bir buçuk iki saniye sürer. Dolayısıyla otuz üç tane tesbihin söylenmesi en az 45 -50 saniye sürecek demektir. Bu durumda biz otu üç tane zikri on saniyede söylüyorsak Allah’ı zikretmiyor tesbihin boncuklarını hareket ettiriyoruz demektir. Bunlar her gün beş defa yaptığımız bir ibadetle alakalı sorulabilecek birkaç basit sorudur. Her birimiz kendimize maneviyatımız nokta-i nazarında pek çok soru sorabilir ve nefsimize bir tokat aşk edebiliriz. Böylelikle başkalarının günahlarıyla uğraşmaktan da kendimizi alıkoyabiliriz, fakat su anda konumuz o değil.
Yazımızın başındaki noktaya dönersek; gayri Müslimlerin yaşadığı ve sonu genellikle intiharla biten ruhi tatminsizlik Müslümanlarda da yozlaşmaya sebep olmaktadır. Müslümanlar da manevi, ruhi bir hayata sahip olamayınca maddileşmekte, paranın, makamın, şöhretin esiri olmakta ve yapmış oldukları ibadetler onları bu vartalardan kurtaramaz hale gelmektedir. Neticede ortaya ibadetlerini yerine getiren, dindar ama ruhu mutmain olmayan maddileşmiş dünyevileşmiş, vitamin eksikliği hastalığında olduğu gibi maneviyat eksikliği yaşayan Müslümanlar ortaya çıkmaktadır. Sizce bu hususlarla alakalı kendimizi sorgulamalı değil miyiz?
Allah insanı diğer canlılardan farklı olarak şuurlu, öğretilebilir ve öğretebilir bir kıvamda yaratmıştır. Zaten insandan da ilk olarak Rabbi’nin kim olduğunu öğrenmesi istenmiştir. Ve Allah’ın gönderdiği bütün dinler esasen birer eğitim öğretim programıdır. Bu meyanda ilk insan ilk peygamber ve aynı zamanda ilk öğretmendir.
Allah değerlerin yozlaştığı, insaniyetin pörsümeye durduğu devirlerde yeniden bir öğretim süreci başlatmış, yeni bir din ve yeni bir peygamber yani öğretmen göndermiştir. Bu encamın en sonunda ise insanlığın cahiliye karanlıkları içerisinde savrulduğu bir devirde son ve en mükemmel din ve son ve en mükemmel muallimi göndermiştir. Bunun ekstradan bir lütuf olduğu, o muallimin insanları dalaletten kurtarıp insanlara kitabı ve hikmeti öğreteceği Kitab-ı Hakim’de de ferman buyrulmuştur. (3/164)
Din-i mübin-i İslam eğitim öğretime ve öğretmenlik kurumuna ziyadesiyle ehemmiyet göstermiştir. Ve Rasül-i Ekrem dünyanın görüp görebileceği en büyük ve en etkili öğretmen olarak asr-ı cahiliye insanını asr-ı saadet insanına dönüştürmüştür. Bu noktadan hareketle O’nun (s.a.v) öğretim metodu iyi incelenmeli ve değerlendirilmelidir. Şüphesiz her hususta üsve-i hasene olan Cenab-ı Risalet Penâhî öğretmenlik hususunda da rehber-i küllümüzdür. Zira Hazret-i Rasül de kendini muallim olarak tanıtır. (İbn Mace, 229) Ve O (s.a.v.) daha Medine’ye hicret eder etmez Mescidin yanına suffeyi ve Medinenin dokuz farklı yerine mahalle mekteplerini açtırarak muallimlik vazifesine başlar.
Efendimiz’in (s.a.v.) hayat-ı seniyyelerine ve ehadis-i şerifelerine bakıldığında O’nun öğretim metodu hakkında fikir verecek pek çok hadise vardır. Sahabeden Muaviye b. Hakem es-Sülemî yeni Müslüman olduğu dönemlerde başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır: Rasülullah’ın arkasında namaz kılıyordum. Derken cemaatten birisi hapşırdı, bende ona “yerhamukellah” dedim. İnsanlar ellerini baldırlarına vurarak bana şiddetle baktılar. Ben sustum ve Rasulullah namazı bitirdi. Yemin olsun ki bana ne vurdu, ne beni azarladı, ne de hakaret etti. Namazda tesbih, tahmid, tekbir, vardır dünya kelamı olmaz dedi. Örnekten de anlaşılacağı üzere O son derece yumuşak bir üslupla muhatabına bilmediği şeyi öğretiyordu.
Efendimiz (s.a.v.) öğreteceği şeylere muhataplarını inandırıyor ve onları motive ediyordu. O’nun Arkasındaki cemaatin her bir ferdi boş bir davanın peşinden gitmediklerini yakinen biliyordu. Hendek savaşında Müslümanların açlıktan karınlarına taş bağladığı ve kendisinin de iki taş bağladığı hendek kazımı esnasında muhataplarına müjde veriyor, o aç bi-ilaç hallerine rağmen ilerde İran ve Şam’ın fethedileceğini bildiriyordu.
Allah’ın Rasülü aleyhi ekmelü’t-tehaya muhataplarını sadece dinleyici olmaktan çıkarıyor, sorular sorarak onları aktif ve uyanık tutuyordu. Müslüman kimdir diyerek soruyor, daha sonra Müslüman karakterinin en belirgin özellikleri olan bir hususa parmak basıyor, Müslümanı diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin oldukları kimse olarak tarif ediyordu.
İnsanların akıllarının seviyesine göre konuşun emr-i peygamberîsinin sahibi muhataplarının seviye ve konumlarını çok iyi tespit edip ona göre mesajını iletiyordu. Elif lam takısı yerine elif-mim takısı kullanılan Himyer lügati ile konuşan bir sahabiye O da (s.a.v.) aynı şive ile cevap veriyordu. Tabii ki O’nun karşısına da laftan sözden anlamayanlar çıkıyordu. Fakat Efendimiz böyle kimselere de anladıkları dilden mesajını iletmekte idi. Kureyşin efsane pehlivanı Rükane İbn Abd-i Yezid, Rasülullah Efendimizin dine davetini beni güreşte yenersen Müslüman olurum diye cevaplandırmış ve Rasül-i Kibriya onunla güreşmiş ve yenmişti. Fakat yenilen pehlivan güreşe doymaz kaidesinden olsa gerek o an için Müslüman olmayan Rükane, Rasülullah’ın bu öğretim metodu karşısında çok da dayanamamış ve daha sonra Müslüman olmuştu.
Peygamber Efendimizin bir diğer öğretim metodu ise muhataplarını takip etmesi onları boş bırakmaması idi. O (s.a.v.) gecenin bir vakti Hz. Ali’nin (r.a) evine gidiyor, kızı ve damadına ne zaman teheccüde kalkacaklarını soruyordu.
Efendimiz (s.a.v.) çocukların seviyesine nasıl inileceğini de çok iyi biliyordu. Müslim rivayetinde genç bir sahabi şöyle anlatıyor. “Ben çocuktum, Rasülullah yanıma geldi, ağzına su çekti ve bana su püskürttü.”
Hz. Peygamber (s.a.v.) muhataplarına ayrıca bir kavramlar eğitimi veriyor, dinin kavramlarına sahip çıkılmasını istiyor ve şöyle buyuruyordu: “Sakın bedeviler yatsı namazına “işa” yerine “ateme” deme mevzuunda size üstün gelmesin. Yatsı namazının adı “işa”dır.
Bu örneklerde olduğu gibi bizim bugün pedagoji diye okuduğumuz metodları Allah Rasülü bilfiil kullanıyordu. Bunların arasında yabancı dil öğrenmeyi teşvik etmesi, bazı meseleleri şekil çizerek anlatması, bazı hususları uygulamalı göstermesi gibi daha pek çok Peygamberî metot vardır ve hadis külliyatında başvurulmayı beklemektedir.
Hususiyle manevi değerlerin yozlaştığı, eğitim-öğretim çağındaki çocuklar ve gençlerin bütün maddi imkanlara rağmen özellikle din eğitim ve öğretiminde bir türlü slogan kültürünün ötesine geçemediği, gençlerin zararlı illetlerin pençesinde ziyan olduğu bu gün İnsanlığın Efendisi ve Muallimi Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) eğitim öğretim modeline ne kadar da muhtacız…
Osmanlı devletinin son devrinde İslam Hukuku açısından kayda değer kanunlaştırma faaliyetleri yapılmıştır. Bu meyanda bir hukuk şaheseri olan Mecelle hal-i hazırda bile güncelliğini korumaktadır. Mecelle haricinde bir diğer şaheser de aile hukuku sahasında yapılmış olan Hukuk-ı Aile kararnamesidir. Sosyal, siyasi, hukuki vb. amiller neticesinde hazırlanması artık bir zaruret haline gelen aile kanunu nihayetinde iktidar partisi olan İttihad ve Terakki partisi tarafından benimsenmiş ve Hukuk-ı Aile komisyonu Isparta mebusu Mahmud Esad Efendi başkanlığında kurulmuştur.
Muhtemelen meclis çoğunluğunun oylarını alamayacağı endişesiyle meclise sunulmadan Ekim 1917de muvakkat kanun olarak kabul edilen kararname kanun-i esasi gereğince 1917 sonbaharında toplanan Meclis-i Mebusana gelmiş, oldukça münakaşalı bir görüşmeden sonra incelenmek üzere Adliye Encümenine havale edilmiştir. İlgası tarihine kadar da bu komisyondan bir haber alınamamıştır.
Hukuk-ı Aile Kararnamesinin hazırlanmasında hâkim rol oynayan üç farklı akım vardır. Bunlar; Batıcılar, Türkçüler ve İslamcılardır. O devirde Batıcıların hukukçusu olarak Celal Nuri, Türkçülerin hukukçusu olarak Ziya Gökalp ve İslamcıların hukukçusu olarak ise Mansurizade Said gösterilir. Mansurizade Türkçülere yakın bir İslamcıdır. Tamamen İslami çizgide olan hukukçular ise İzmirli İsmail Hakkı ve Ahmed Naim beylerdir. Esasen her üç fikir cereyanı da aile hukukunun kanunlaştırılmasından yanadır. Fakat kanunun muhtevası noktasında üçü de birbirinden ayrılmaktadır.
Hukuk-i Aile Kararnamesi, İslam hukuku çerçevesinde kalarak bu hukukun sistemleştirilmesi adına birçok yenilik ve değişiklik ortaya koymuştur. Aile hukuku sahasında İslam ülkelerindeki ilk kanun olan Hukuk-ı Aile Kararnamesi özellikle bu yönüyle öne çıkmaktadır. Kararnamenin önemli özelliklerinden birisi de onun Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Museviler hakkında ayrı hükümler getirmiş olmasıdır.
Aile hukukunu ilk defa kanunlaştıran kararname yine ilk defa Hanefi mezhebine bağlı kalma geleneğinden ayrılarak, ihtiyaç duyulan noktalarda diğer mezheplerden istifade (telfik) yolunu açmıştır. Bu İslam hukuk tarihinde son derece önemli bir yeniliktir.
Kararnamede başlıca bulûğun en alt sınırından önce evlendirilmeme, akıl hastalarının sadece zaruret halinde evlendirilmesi, nikâh lafızları, nikâhta monogam (tek eşli) kalmanın şart koşulabilmesi, sarhoşun talakı, ikrah ile vuku bulan talakların geçerli olmaması ve çeşitli sebeplerle kadının tefrik (kazai boşanma) hakkı gibi hususlarda diğer mezheplerden istifade edilmiştir.
HAK’ indeki en önemli düzenlemelerden biri de evlenme ve boşanmanın resmi kayıtlarla devlet kontrolü altına alınmasıdır. Devlet bu kontrolü nikâhta iki yolla sağlamıştır. Bunlardan birincisi; nikâhtan önce bir evlenme mâniinin olup olmadığını tespit için durumun ilan edilmesi, ikincisi, nikâhların hâkim veya naibinin huzurunda kıyılıp tescil edilmesidir. Boşanmada ise bu, kocanın boşamayı belirli müddet içerisinde mahkemeye bildirmesi şeklinde olmuştur. Ayrıca bu mesele tamamen İslam hukuku çerçevesinde kalınarak halledilmiştir.
Kararname bir başka önemli yenilik olarak evlenme yaşına bir alt sınır getirmiştir. Gerek Hanefî mezhebinde, gerekse diğer üç mezhepte bu hususta bir sınır olmamasına ve velileri tarafından küçükler evlendirilmesine rağmen kararname İbn Şübrüme ve Ebû Bekr el- Esam’ın görüşünü kabul ederek bulûğdan evvel küçüklerin evlendirilmesini yasaklamıştır. Hanefilerde bulûğun alt sınırı erkeklerde 12 kızlarda da 9 olduğundan bu yaşlardan aşağı yaşta bulunan çocuklar kimse tarafından evlendirilemezler. Daha sonra diğer İslam ülkeleri de küçüklerin evlendirilmelerini benzer şekillerde yasaklamışlardır.
Netice itibariyle Kararname, aile hukuku alanında ilk kanun olması ve diğer İslam ülkelerine de örneklik etmesi ve yol göstericilik vazifesinde bulunması gibi yönleriyle İslam hukuk tarihinde önemli bir yere sahiptir. Nitekim Osmanlı devletinde bir buçuk sene gibi kısa bir müddet yürürlükte kalmasına karşın, Suriye, Ürdün, Lübnan, hatta ve hatta İsrail gibi Ortadoğu ülkelerinde 1950’lere kadar bu sahada ikinci bir kanun da yapılmamıştır. Fakat bu denli öneme sahip kararname neticede siyasete kurban gitmiş ve 19 Haziran 1919’da ilga edilmiştir.
Bkz: HAK. md. 7, 9, 36, 38, 104, 105, 126, 127, 128, 129, 130.
Mecelle-i Ahkam-ı Adliye, (Kontrol Eden Ali Himmet Berki), Güzel İstanbul Mabaası, Ankara 1959, md. 986.
HAK md. 7.
Kuruluşundan itibaren pek çok ilim adamı yetiştiren Osmanlı Devleti, yıkılmaya yüz tuttuğu son döneminde dahi büyük ilim adamları, dev kametler yetiştirmiştir. Bu husus fıkıh uleması için de geçerlidir. Molla Feneri, Zembilli Ali Efendi, Ebu’s-Suud Efendi gibi fakihleri yetiştiren cihan devleti, yıkılma döneminde de pek çok fıkıh âlimi yetiştirmiştir. Ve fakat son dönem Osmanlı fukahası pek bilinmemektedir. Mehmed Zihni Efendi bu önemli şahsiyetlerden biridir.
Meşhur İslam ulemasında görülen İslam ilimlerinin hemen hepsinde eser yazma karakterine sahip olan Mehmed Zihni Efendi ne yazık ki fazla bilinmeyen çok değerli bir ilim adamıdır. Başta İslam hukuku ve fıkıh usulü olmak üzere Arapça öğretimi, İslam tarihi, hadis, akaid, tasavvuf gibi pek çok sahada eser telif etmiştir.
Yazar kimliğinin yanı sıra bürokrat kimliği de olan Mehmed Zihni Efendi, Osmanlı devletinin bazı kademelerinde yüksek memur olarak da vazife yapmış ve devlet erkânından hürmet görmüştür. Mehmed Zihni Efendi’nin bir de eğitimci yönü vardır ki, kendisi bu hususta aynı anda üç-dört kurumda derslere girecek kadar gayretlidir.
Babası mülkiye kaymakamlarından Mehmed Resid Efendi, annesi ise Güzîde Gülsüm Hanım’dır. Ailesi, Zihni Efendi’nin bildirdiğine göre, dedelerinden beri iki yüz yıldır Vefa semti yakınlarındaki Hızır Bey mahallesinde ikamet etmiştir. Mahallenin adı sonradan Hacı Kadın Mahallesi olarak değişmiştir. Müellifin babası Mehmed Resid Efendi, Çerkez kökenlidir. Mehmed Reşid’in Osmanlı sarayında görevli olan Şâkir isminde bir oğlu daha vardır. Müellifin ebeveyni hakkındaki bilgiler maalesef bu kadarla sınırlıdır.
**Doğumu**
Mehmed Zihni Efendi, İstanbul’un Hızır Bey mahallesinde, 10 Temmuz 1846 Cuma günü doğmuştur. Bu bilgiyi Meşâhîru’n-Nisâ’da İstanbul edîbe ve şâirelerinden Habîbe Hanım’ın haltercemesinde bizzat kendisi vermektedir.
**İsim ve Lakabı**
Müellifin asıl adı Mehmed’dir. “Zihni” ise, medresede öğrenci olduğu zamanlarda gösterdiği üstün başarılardan fark edilen ileri derecedeki zekâ seviyesine işaret etmek maksadıyla hocası tarafından kendisine verilmiş bir mahlastır. Mehmed Zihni Efendi bu mahlası sevmiş olacak ki, bütün eserlerinde ismiyle beraber kullanmıştır. Hatta “Zihni” mahlası isminin önüne geçmiştir. Bazı eserlerinde müellif ismi “Hacı Zihni Efendi” şeklinde geçmektedir.
**Tahsili**
Mehmed Zihni Efendi’nin öğrenim hayatı hakkında ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır. Oğlu Ali Rana Tarhan el-muhtasarât isimli eserin Cumhuriyetten sonra latin harfli ilk baskısında, Mülkiye tarihi isimli eserde torunu, Tayfur Tarhan şu bilgileri vermektedirler: Özel öğrenim gördükten sonra cami derslerine devama başladı. Burada ciddi ve sıkı bir öğrenimden sonra “ulûm-i âliye şehadetnamesi: icâzetnâme-i esatize: Medrese profesörlüğü diploması” aldı. Önce medrese dersleri demek olan cami derslerine başlayan Zihni Efendi’nin hangi cami ve medresede okuduğu hakkında detaylı bilgi bulunmamakla beraber Kütahyalı Abdurrahman b. Muhammed el-Fevzi Efendi’den icazetname aldığı bilgisine ulaşılmıştır.
**Öğretmenliği**
Hayatının otuz üçüncü yılında Galatasaray Mekteb-i Sultanisi ve Mekteb-i Mülkiye gibi devlet okullarının kadrolu öğretmeni olma imkânına kavuştu. Zihni Efendi’nin öğretmenlik görevini icra ettiği bu okullar devrinin en popüler okulları sayılmaktadır ki, Mekteb-i Sultani, memleketin batı medeniyetine açılan ilk penceresi; Mekteb-i Mülkiye de memleketimizde siyasi fikirlerin ilk ilmi tohumlarını ekmiş olan saygın bir müessesedir.
Mehmed Zihni, dönemin önemli iki büyük mektebinde çalıştığından pek çok ünlü zevâta doğrudan ya da dolaylı olarak hocalık yapmıştır. Tevfik Fikret (ö. 1915), Babanzâde Ahmed Nâim Efendi (ö. 1934), Mehmed Âkif Ersoy (ö. 1936), Rızâ Tevfik (ö. 1949) ve İsmail Hikmet Ertaylan (ö. 1967) bu kişilerden bazılarıdır.
**Tasavvufi Yönü**
Kaynaklarda ilim ve irfanı övülen Mehmed Zihni Efendi’nin Ahlaki faziletleri, bilhassa vera ve takvası ile de eşine az rastlanır bir zat olduğu bildirilmekte; hadis ve tasavvuf ilimlerinde de, derinliğe sahip âlimlerden olup Halvetiyye-Şabaniyye tarikatına mensup ve Şeyh Muhammed Necib Efendi’ye (ö. 1307) bağlı bulunduğu mevcuttur.
**Vefatı**
Mehmed Zihni Efendi, 17 Aralık 1913 Çarşamba günü İstanbul Beylerbeyi’nde Şemsi Bey Sokağı’ndaki köşkünde vefat etmiştir. Vefat ettiğinde Meclis-i Kebîr-i Maarif azâsıydı ve son eseri olan el-Muhtasarât’ın ilk basımına başlanalı onyedi gün olmuştu. Aynı zamanda hadis kitaplarından Müslim’in tashîhi isiyle meşguldü. Mehmed Zihni, Beylerbeyi’nde Küplüce Câmi-i Serîf’i yanındaki Küplüce Mezarlığı’nda bulunan aile kabristanına defnedilmiştir.
Zihni Efendi’nin vefât haberi ertesi günkü gazetelerde halka duyurulmuştur. Bunlardan İkdam’da bu haber “Zıyâ-i Müessif” başlığı altında yer almıştır.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.