Hicret ve gurbet, insanı düşündürüyor ve yazdırıyor bazen de ağlatıyor!
Kurân’da hicret namazla, oruçla ve zekatla anılıyor ki hicret edenlere teselli olsun!
“Artık kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve (maddî ma‘nevî) bir genişlik bulur.
Kim de Allah’a ve Resûlüne hicret edici olarak evinden çıkar, sonra da kendisine ölüm yetişirse, artık onun mükâfâtı şübhesiz Allah’a âid olur.
Çünki Allah, Gafûr (çok mağfiret edici)dir, Rahîm (çok merhamet edici)dir.” (Nisa/4/100)
Allah Rasülü (S.A.V.) hicret ederken döndü baktı Mekke’ye ve Ey Mekke dedi,
Allah’ın yarattığı şeyler içinde en çok sevdiğim yer sensin. Eğer buranın halkı beni (zorla) çıkarmasaydı, ben kendiliğimden çıkmazdım. Çünkü Efendimiz (S.A.V.) Kâbe’yi ve Mekke-i Mükkereme’yi çok seviyordu, orada doğmuş ve büyümüştü, 53 yıllık ömürünü o kutlu beldede geçirmişti. Gördüğü zulümlerin haddi hesabı yoktu, en son açlık ve boykota maruz kalmışlardı buna rağmen ayrılmak kolay gelmiyordu.
Bizler de yıllarca Efendimiz’in hayatında ve bu hadisleri okuyorduk, üzülüyorduk bazen gözyaşı döküyorduk bazen hüzünleniyorduk, ama hicretin ve ayrılığın nasıl bir duygu nasıl bir hüzün yaşattığını asla anlayamıyorduk. Çünkü sadece tarihi bilgiyi öğrenip duygularımızın hüznünü yaşamışız evet, Cenab-ı Hak, 1436 dan itibaren olan bu kutlu ve de o kadar zorlu hicret yolculuğunu, zorunlu cebri hizmeti hizmet insanlarına da nasip etti, şükürler olsun.
Esasın aslına muhatap olunca 1436 yıl sonra durum çok değişmemiş, meğer hicret hiç değişmemiş. O devrin Ebu Cehilleri, o devrin Utbeleri bu devirde de farklı kisvelerde, farklı formatlarla aynı zulmü icra ettiklerini Arif Nihat Asyalı şu güzel mısralarla anlatmış:
Diller, sayfalar, satırlar
“Ebu Leheb öldü”diyorlar:
Ebu Leheb ölmedi, ya MUHAMMED;
Ebu Cehil, kıtalar dolaşıyor!
İnsan okuyunca ruhunda o hüznü hep yaşıyor!
Canlı boykot neymiş, hicret neymiş, zalimlerin zulmüne uğramak neymiş, düşmanın iftirası neymiş, düşmanın düşmanlığından daha fazla müslüman din kardeşimiz dediğimiz insanların fasıklarla birleşip tavır takınması ve düşmanca davranışları insana daha nasıl bir acı verdiği neymiş…
Bunları teoride okumakla yaşamanın arasında dağlar kadar fark olduğunu bu gün yaşayarak öğrenmiş bulunuyoruz hem de 1436 yıl sonra!
Hepimiz çağrı filminde veya Efendimizin (S.A.V.) hayatını anlatan kitapta okuyorduk en bariz benzeşmeyi, Necaşi’ye giden mekkenin hatipleri olan bırokratları o devrin önde gelen müşrik idarecileri çok sarih bir dil kullanıyorlardı ikna adına kendileri ile birlikte hediyeleri rüşvet olarak götürdüler. Bu hediyeleri önce necaşinin yardımcılarına takdim ettiler ardından da Necaşi’den sahabeleri teslim almak istediklerini söyleyerek efendimize S.A.V. büyük iftiralar atarak Necaşi’yi kandırmak istediler. Hepimizin malumu ne hazindir ki, dünyanın ve afrikanın bir çok ülkesine avukatlarda tutarak kimilerine paralar dağıtılarak, hizmet insanlarını teslim almak için bunu yaptılar yapıyorlar, aynı duruma maruz kalan bu masum günahsız hizmet insanları, oralarda huzursuz etmeye çalıştılar çalışıyorlar, Necaşi’ye gelen sahabe efendilerimiz R.A. ile bu devrin muhacirleri arasındaki fark, bu devirdekiler, Efendimiz’in kardeşlerim dediği osmanların, huzeyfelerin, musabların ve nice sahabe efendilerimizin iz düşümleridir.
İşte ilk necaşiye giden sahabe efendilerimizin içinde, maddi manevi durumları iyi olan Hz. Osman ve Ebû Huzeyfe gibi Ümeyye oğullarının zenginleri, Abdurrahman b. Avf gibi tüccarlar, Mus’âb b. Umeyr gibi ailesinin üzerine titrediği varlık içinde yaşamış kimseler vardı.
Onlar para kazanmak, daha rahat bir hayata sahip olmak, bir makama ulaşmak için değil, sadece Allah için Rabbanî bir yolcuğa çıkmışlardı. Onlar bu şehrin havasından, suyundan rahatsız olduklarından, şehri sevmediklerinden, daha güzel bir yer bulduklarından değil imanlarını korumak için gidiyorlardı. Yoksa İslam’dan önce onların rahat ve müreffeh bir hayatı vardı. Ve onlar bu çileli, zorlu yollara düşerek, Allah için evlerinin yan odalarına bile gidemeyeceklere ağır bir ders veriyorlardı.
Evet bu devrin rabbanileri de aynı durumda, çoğu aynı duygu ve aynı düşünce kanaviçesi ile yollara düşmüşlerdi, gittikleri her yerde dünyanın yeniden sulh ve selameti için bu vazifeyi omuzlamışlardı, nifaka sebep olan üç temel unsurla mücadele etmek birinci vazifeleriydi :
1- Cehalet
2- Atalet
3- Fakirlik
Fakirlik, ayrılık ve yoksulluklarına son vermek için bu kardeşlerimiz kendi hayatlarını feda etmelerine rağmen, bu devrin bürokratları tarafından para karşılığında bu insanları gittikleri ülkelerden teslim alıp kargo uçakları ile ülkeye kaçak getiren bir zihniyetle karşı karşıya kaldılar, maalesef! O devrin, Mekke bürokratlarının yaptıklarını 1430 yıl sonra şu zamanda, hepsini hizmet insanlarına eksiksiz yapıyorlar. Yeni dünyamızda buna dur diyen bir kaç devletin dışında kimseden ses çıkmıyor. Acı olan da bu anlaşılmaz durum.
Ashab-ı Uhud ateş kanalına atılıyordu, şimdi de canlarını kurtarmak için kaçanların yüzlercesi nehirler ve denizlerde boğuldu, sâbii çocuklar, anneler babalar, genç öğretmenler, üniversitesi yarım kalmış öğrenciler, hamile kadınlar, toplumun her kesiminden insanlar… Gel gör ki toplum bir safsataya inandırıldı ve bu zulümleri görmezden geliyorlar. Tarih acaba bu devrin insanlarını bu hadiselere karşı duyarsızlıklarını nasıl yazacak. Şu şekilde mi yazacak acaba; bu insanların vicdanları sönmüş, akılları boşatılmış, ruhları kararmış, tarafgirlik hastalığı bütün bedenleri ile birlikte ağır hastalığa dönüşmüş, düşünemez hale gelmişler, haksızlıkları hak sanmışlar, hukuksuzlukları hukuk sanmışlar, gaspları ganimet sanmışlar mı. Yoksa bunları cehaletin zirvesine çıkmış bedbahtlar olarak mı kayıt edecek, yoksa cahil toplumların her zaman eline fırsat geçince rakip sandığı kesimlere yapacağı kötülüklerin bu olduğunu mu yazacaklar, yoksa bu devrin mazlumlarını tarihteki Allah’ın (cc.) elçileri olan peygamberlere yapılanlar gibi peygamber varislerine yapılanların halkasına mı dahil edilecekler bilemiyorum.
Hicretin ehemmiyetini canlı canlı yaşıyoruz, Rabbimiz’e hamdediyoruz, bu sitemlerimiz estağfirullah ne Rabbimize ne dinimize ne de peygamberimize. O’nun bize açtığı yolun hicret boyutunu yaşamayı nasip ettiği için her gün Rabbimize şükrediyoruz, mağdur mahpuz işkence altında kayıp olan hücrelerde zülme maruz kalan bebekli annelerin iki duvar arasında yaşamlarına kilit vurulan yaşlı hayır sever olan Ebubekir R.A. izdüşümü olan abilerimize işinden atılan zülme uğrayan kardeşlerimize dua etmekten başka bir derdimiz yok. Bizler ancak hadiseleri görür, onun sebeplerini sorgularız, ancak perde arkasında murad-ı ilahinin ne olduğunu asla bilemiyoruz. Sebebler kudret elinin önündeki perdelerdir, hakımızda hayrın ve şerin ne olduğunu ancak Allah cc. bilir biz asla bilemeyiz.
Ğayıp bizden mahfuzdur İbrahim Hakkı hazretlerinin dediği gibi ;
Hak şerleri hayr eyler
Zan etme ki ğayr eyler
Ârif ânı seyr eyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler..
Evet biz, her asrın sahibi olan peygamber varisi alim zahid abit takva sahibi zatların nasihatlarını da dikkate alarak yolumuza devam edersek, inşallah yolda kalmadan Kâbe’ye ulaşırız. Yoksa kazanma kuşağında kaybedenlerin safına evrilmek de mukadderdir. Hac’a niyetlenip Şam’da zevk ve sefayı görünce oraya dalıp hac yolundan geri kalıp geri dönen sefahat insanları gibi olmak da her zaman her yerde insan için tuzak olarak vardır, çünkü insan imtihan olmak için dünyaya gönderilmiştir.
İşte Ankebut suresindeki ayetin ifadesi:
1-2-) İnsanlar: “İnandık! demeleriyle bırakılıp da imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar?
3-) Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri ne fitnelerle imtihan ettik. Yine Allah, elbette doğruluk gösterenleri bilecek ve elbette yalancıları da bilecektir.!
Rabbim hepimizi hakkı hak bilip hakla muamele eden, batılı da batıl bilip ondan kaçınanlardan eylesin.
Rabbim cümle ihvanımızın hicretlerini mübarek kılsın, hakiki hicret olan kendisine vuslatımızı ona imanla kavuşmayı, cennette cemalullahı nasip etsin.
Bize lütuf ve ihsanda bulunan Rabbimize Elfü Elfü El-hamdülillahi alâ külli hâl sivel küfri ved-dalâl).
Amin
Hicret ve gurbet, insanı düşündürüyor ve yazdırıyor bazen de ağlatıyor!
Kurân’da hicret namazla, oruçla ve zekatla anılıyor ki hicret edenlere teselli olsun!
“Artık kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve (maddî ma‘nevî) bir genişlik bulur.
Kim de Allah’a ve Resûlüne hicret edici olarak evinden çıkar, sonra da kendisine ölüm yetişirse, artık onun mükâfâtı şübhesiz Allah’a âid olur.
Çünki Allah, Gafûr (çok mağfiret edici)dir, Rahîm (çok merhamet edici)dir.” (Nisa/4/100)
Allah Rasülü (S.A.V.) hicret ederken döndü baktı Mekke’ye ve Ey Mekke dedi,
Allah’ın yarattığı şeyler içinde en çok sevdiğim yer sensin. Eğer buranın halkı beni (zorla) çıkarmasaydı, ben kendiliğimden çıkmazdım. Çünkü Efendimiz (S.A.V.) Kâbe’yi ve Mekke-i Mükkereme’yi çok seviyordu, orada doğmuş ve büyümüştü, 53 yıllık ömürünü o kutlu beldede geçirmişti. Gördüğü zulümlerin haddi hesabı yoktu, en son açlık ve boykota maruz kalmışlardı buna rağmen ayrılmak kolay gelmiyordu.
Bizler de yıllarca Efendimiz’in hayatında ve bu hadisleri okuyorduk, üzülüyorduk bazen gözyaşı döküyorduk bazen hüzünleniyorduk, ama hicretin ve ayrılığın nasıl bir duygu nasıl bir hüzün yaşattığını asla anlayamıyorduk. Çünkü sadece tarihi bilgiyi öğrenip duygularımızın hüznünü yaşamışız evet, Cenab-ı Hak, 1436 dan itibaren olan bu kutlu ve de o kadar zorlu hicret yolculuğunu, zorunlu cebri hizmeti hizmet insanlarına da nasip etti, şükürler olsun.
Esasın aslına muhatap olunca 1436 yıl sonra durum çok değişmemiş, meğer hicret hiç değişmemiş. O devrin Ebu Cehilleri, o devrin Utbeleri bu devirde de farklı kisvelerde, farklı formatlarla aynı zulmü icra ettiklerini Arif Nihat Asyalı şu güzel mısralarla anlatmış:
Diller, sayfalar, satırlar
“Ebu Leheb öldü”diyorlar:
Ebu Leheb ölmedi, ya MUHAMMED;
Ebu Cehil, kıtalar dolaşıyor!
İnsan okuyunca ruhunda o hüznü hep yaşıyor!
Canlı boykot neymiş, hicret neymiş, zalimlerin zulmüne uğramak neymiş, düşmanın iftirası neymiş, düşmanın düşmanlığından daha fazla müslüman din kardeşimiz dediğimiz insanların fasıklarla birleşip tavır takınması ve düşmanca davranışları insana daha nasıl bir acı verdiği neymiş…
Bunları teoride okumakla yaşamanın arasında dağlar kadar fark olduğunu bu gün yaşayarak öğrenmiş bulunuyoruz hem de 1436 yıl sonra!
Hepimiz çağrı filminde veya Efendimizin (S.A.V.) hayatını anlatan kitapta okuyorduk en bariz benzeşmeyi, Necaşi’ye giden mekkenin hatipleri olan bırokratları o devrin önde gelen müşrik idarecileri çok sarih bir dil kullanıyorlardı ikna adına kendileri ile birlikte hediyeleri rüşvet olarak götürdüler. Bu hediyeleri önce necaşinin yardımcılarına takdim ettiler ardından da Necaşi’den sahabeleri teslim almak istediklerini söyleyerek efendimize S.A.V. büyük iftiralar atarak Necaşi’yi kandırmak istediler. Hepimizin malumu ne hazindir ki, dünyanın ve afrikanın bir çok ülkesine avukatlarda tutarak kimilerine paralar dağıtılarak, hizmet insanlarını teslim almak için bunu yaptılar yapıyorlar, aynı duruma maruz kalan bu masum günahsız hizmet insanları, oralarda huzursuz etmeye çalıştılar çalışıyorlar, Necaşi’ye gelen sahabe efendilerimiz R.A. ile bu devrin muhacirleri arasındaki fark, bu devirdekiler, Efendimiz’in kardeşlerim dediği osmanların, huzeyfelerin, musabların ve nice sahabe efendilerimizin iz düşümleridir.
İşte ilk necaşiye giden sahabe efendilerimizin içinde, maddi manevi durumları iyi olan Hz. Osman ve Ebû Huzeyfe gibi Ümeyye oğullarının zenginleri, Abdurrahman b. Avf gibi tüccarlar, Mus’âb b. Umeyr gibi ailesinin üzerine titrediği varlık içinde yaşamış kimseler vardı.
Onlar para kazanmak, daha rahat bir hayata sahip olmak, bir makama ulaşmak için değil, sadece Allah için Rabbanî bir yolcuğa çıkmışlardı. Onlar bu şehrin havasından, suyundan rahatsız olduklarından, şehri sevmediklerinden, daha güzel bir yer bulduklarından değil imanlarını korumak için gidiyorlardı. Yoksa İslam’dan önce onların rahat ve müreffeh bir hayatı vardı. Ve onlar bu çileli, zorlu yollara düşerek, Allah için evlerinin yan odalarına bile gidemeyeceklere ağır bir ders veriyorlardı.
Evet bu devrin rabbanileri de aynı durumda, çoğu aynı duygu ve aynı düşünce kanaviçesi ile yollara düşmüşlerdi, gittikleri her yerde dünyanın yeniden sulh ve selameti için bu vazifeyi omuzlamışlardı, nifaka sebep olan üç temel unsurla mücadele etmek birinci vazifeleriydi :
1- Cehalet
2- Atalet
3- Fakirlik
Fakirlik, ayrılık ve yoksulluklarına son vermek için bu kardeşlerimiz kendi hayatlarını feda etmelerine rağmen, bu devrin bürokratları tarafından para karşılığında bu insanları gittikleri ülkelerden teslim alıp kargo uçakları ile ülkeye kaçak getiren bir zihniyetle karşı karşıya kaldılar, maalesef! O devrin, Mekke bürokratlarının yaptıklarını 1430 yıl sonra şu zamanda, hepsini hizmet insanlarına eksiksiz yapıyorlar. Yeni dünyamızda buna dur diyen bir kaç devletin dışında kimseden ses çıkmıyor. Acı olan da bu anlaşılmaz durum.
Ashab-ı Uhud ateş kanalına atılıyordu, şimdi de canlarını kurtarmak için kaçanların yüzlercesi nehirler ve denizlerde boğuldu, sâbii çocuklar, anneler babalar, genç öğretmenler, üniversitesi yarım kalmış öğrenciler, hamile kadınlar, toplumun her kesiminden insanlar… Gel gör ki toplum bir safsataya inandırıldı ve bu zulümleri görmezden geliyorlar. Tarih acaba bu devrin insanlarını bu hadiselere karşı duyarsızlıklarını nasıl yazacak. Şu şekilde mi yazacak acaba; bu insanların vicdanları sönmüş, akılları boşatılmış, ruhları kararmış, tarafgirlik hastalığı bütün bedenleri ile birlikte ağır hastalığa dönüşmüş, düşünemez hale gelmişler, haksızlıkları hak sanmışlar, hukuksuzlukları hukuk sanmışlar, gaspları ganimet sanmışlar mı. Yoksa bunları cehaletin zirvesine çıkmış bedbahtlar olarak mı kayıt edecek, yoksa cahil toplumların her zaman eline fırsat geçince rakip sandığı kesimlere yapacağı kötülüklerin bu olduğunu mu yazacaklar, yoksa bu devrin mazlumlarını tarihteki Allah’ın (cc.) elçileri olan peygamberlere yapılanlar gibi peygamber varislerine yapılanların halkasına mı dahil edilecekler bilemiyorum.
Hicretin ehemmiyetini canlı canlı yaşıyoruz, Rabbimiz’e hamdediyoruz, bu sitemlerimiz estağfirullah ne Rabbimize ne dinimize ne de peygamberimize. O’nun bize açtığı yolun hicret boyutunu yaşamayı nasip ettiği için her gün Rabbimize şükrediyoruz, mağdur mahpuz işkence altında kayıp olan hücrelerde zülme maruz kalan bebekli annelerin iki duvar arasında yaşamlarına kilit vurulan yaşlı hayır sever olan Ebubekir R.A. izdüşümü olan abilerimize işinden atılan zülme uğrayan kardeşlerimize dua etmekten başka bir derdimiz yok. Bizler ancak hadiseleri görür, onun sebeplerini sorgularız, ancak perde arkasında murad-ı ilahinin ne olduğunu asla bilemiyoruz. Sebebler kudret elinin önündeki perdelerdir, hakımızda hayrın ve şerin ne olduğunu ancak Allah cc. bilir biz asla bilemeyiz.
Ğayıp bizden mahfuzdur İbrahim Hakkı hazretlerinin dediği gibi ;
Hak şerleri hayr eyler
Zan etme ki ğayr eyler
Ârif ânı seyr eyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler..
Evet biz, her asrın sahibi olan peygamber varisi alim zahid abit takva sahibi zatların nasihatlarını da dikkate alarak yolumuza devam edersek, inşallah yolda kalmadan Kâbe’ye ulaşırız. Yoksa kazanma kuşağında kaybedenlerin safına evrilmek de mukadderdir. Hac’a niyetlenip Şam’da zevk ve sefayı görünce oraya dalıp hac yolundan geri kalıp geri dönen sefahat insanları gibi olmak da her zaman her yerde insan için tuzak olarak vardır, çünkü insan imtihan olmak için dünyaya gönderilmiştir.
İşte Ankebut suresindeki ayetin ifadesi:
1-2-) İnsanlar: “İnandık! demeleriyle bırakılıp da imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar?
3-) Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri ne fitnelerle imtihan ettik. Yine Allah, elbette doğruluk gösterenleri bilecek ve elbette yalancıları da bilecektir.!
Rabbim hepimizi hakkı hak bilip hakla muamele eden, batılı da batıl bilip ondan kaçınanlardan eylesin.
Rabbim cümle ihvanımızın hicretlerini mübarek kılsın, hakiki hicret olan kendisine vuslatımızı ona imanla kavuşmayı, cennette cemalullahı nasip etsin.
Bize lütuf ve ihsanda bulunan Rabbimize Elfü Elfü El-hamdülillahi alâ külli hâl sivel küfri ved-dalâl).
Amin